12 Mart, 2014


"Ölsen ölemezsin, yaşasan yaşayamazsın.Sokaklarda dolaşırsın öyle boş boş."


Altay Öktem'in, ironik ve mizahi bir dille kaleme aldığı ve öfkelendiğim şeyleri bile dudaklarımda bir gülümsemeyle bana okutan "İçimde Bir Boşluk Var" isimli kitabından keyifle bahsedecektim bu yazımda; ama 269 gündür uyuyan Berkin Elvan'ın ölümünün içimizde açtığı derin ve kapatılamaz boşluk damgasını vurdu dünümüze ve bugünümüze. İki gündür ülkece yaşadığımız yas nedeniyle iki kelimeyi bir araya getirmekte zorlansam da, izninizle bu kitapla ilgili yorumumu Berkin'in gölgesinde yazmak istiyorum.
Elimde, Sel Yayıncılık tarafından 2004 yılında basılan versiyonu bulunan "İçimde Bir Boşluk Var", 7 adet 'boşluk'tan oluşuyor: Ruhun Boşluğu, Bedenin Boşluğu, Cesetlerin Boşluğu, Aşkın Boşluğu, Görüntünün Boşluğu, Gürültünün Boşluğu ve Ben'in Boşluğu. 2004 yılında aldığım bu kitabı, geçen hafta sonu bir Ankara-İstanbul yolculuğumda okuyup bitirdim. Hiçbirimizin bu hayattan sağ çıkamayacağını söyleyen bu kitap, okuyana oldukça keyif veren türden. Bilimin gerçekliğine inanan Öktem, kafasına takılan her konuyu bilimsel yöntemlerle araştırmış ve sonunda da hayata dair bazı tespitlerde bulunmuş.

"Ruhun Boşluğu"nda, hayatı, en basit haliyle "insanın içindeki boşlukları tıka basa doldurmaya çalışması" olarak tanımlıyor, ruhun yaralı olduğundan, içimize bu sargılı haliyle bir şekilde 'tıkıştırıldığından' bahsediyor. Ancak, tüm inceleme ve çalışmalarına rağmen "vücutta, ruhun sığabileceği bir delik" bulamadığını da belirtiyor. Tüm çabalarımıza rağmen, içimizdeki boşluk dolmuyor, aksine büyüyor. Hayat içimizi boşaltıyor, sevmeler yüzeyselleşiyor.

"Bedenin Boşluğu"nda, 78 kuşağından, maruz kaldıkları  şiddet ve toplumsal 'ahlak' düzeni yüzünden "hem sinik hem inik kuşak" diye bahsediyor Altay Öktem. 'Evlenmeden olmaz'ların, toplumun yeniden üretip önümüze sunduğu anane, örf, adet, gelenek ve törelerin, sadece Cemal Süreya'nın dediği gibi şiire değil, aynı zamanda hayata da düşman olduğunu söylüyor.

"Cesetlerin Boşluğu"nda, yaşama şansımızın sadece "bize biçilen rollere uygun davranmamız"la mümkün olabileceğini ama bazen böyle bir yaşam formunu devam ettirmenin ne kadar zor olduğunu ve külfet haline geldiğini de anlatıyor, ekmek almanın bedelinin bir gün bir cana mal olabileceğini tahmin etmeden yazdığı şu cümleleriyle:

"Otobüse bilet almak, bakkaldan iki yumurta, bir ekmek istemek, garsona bir bira daha getir demek külfet oluyor. Yaşadığını itiraf edemiyorsun kendine. Çünkü nerede yaşadığını, neden yaşadığını, bu toplumun, bu maskelerin, bu oyunların içinde ne işin olduğunu anlayamıyorsun."

"Aşkın Boşluğu" aşkla ilgili oldukça direkt ve çarpıcı tespitler yapıyor Öktem. Aşkın bir gaz olduğunu ve bu doğası gereği uzun süre elde tutulamayacağını söylüyor mesela. "Gündelik hayatın tek düzeliğinden kurtulmak için yalnızca iki seçeneğimiz var; ya aşık olacağız ya delireceğiz." diyor ve ben de, delilik, anlam, tatmin ve aşk üstüne bolca kafayı yormuş bir bünye olarak oldukça haklı buluyorum.

"Görüntünün Boşluğu"nda markalardan, tüketim toplumundan, şöhretten, imajdan bahsediyor. Toplumun uzun süredir bolca star, pop star, suçlu, kurban ve lanetli çıkardığını; ancak bir kahraman çıkarmadığını söylüyor. Savaşın bir tecavüz biçimi olduğunu anlatıyor. Tecrübeden asla ders almadığımızı, yaşanan tecrübenin hiçbir işe yaramadığını, her defasında aynı şeyleri tekrar tekrar yaşadığımızı belirtiyor, hak vermekten kendimi alamadığım örnekleriyle.

"Gürültünün Boşluğu"nu ise, okuduktan sonra içimde yer eden, üzerine onlarca şey söylemek istediğim; ama bu isteğimin kelimelere dökülemediği aşağıdaki alıntı en iyi özetleyecektir:


"Çünkü tamiri imkansızdır harflerin, çizgilerin ve rakamların."

Son boşluk olan "Ben'in Boşluğu"na ise bir soruyla başlıyor yazar: Dünyada hayat var mı? Ben de cevap veriyorum: Hayır, belli ki yok.  Şu sıralar ülkede de sıkça referans olarak gösterilen 'demokrasi' rejimi maskesi altında 'kafasının içinde kurtçuklar olanlar ve onların seçtiği siyasetçiler' zinayı suç olarak görüp, yatak odalarımızı gözetlerken, ülke 'iki kelimeyi bir araya getiremeyenler'in çıkardığı yasa ve yönetmeliklerle yönetilirken, bizler 'Kenan Evren'i Marmarisli bir ressam sanmadığımız, aslanın karısının kaplan olduğuna inanmadığımız', yaşananları sorduğumuz sorguladığımız, olanlara isyan ettiğimiz için "eziliyor, sürülüyor ve sürünüyoruz." Bu ülkede kendini geliştirmek isteyen insanın yaşama şansı bile yok, diyor Öktem ve bunu kabul edemiyor. 2004 yılında bunları yazarken, 2013 yılında 31 Mayısta başlayan Gezi süreci, devamındaki operasyonlar, ses kayıtları, atamalar, görev değişiklikleri, saldırılar, ölen / öldürülen gençler ve tüm bunlara verdiği haklı tepki sonucunda insanların karşılaştığı şiddet ve mantıksızlıklar silsilesi sonrasında kendisinin düşüncesini merak ediyor ve hayatımda yazdığım en zor yazılardan biri olan bu yazıya son verirken ekliyorum: Affet bizi Berkin.



                                                 


0 yorum :

Yorum Gönder