Beğenmeyen Okumasın’ı bir blog olarak okuyucuyla ilk kez Temmuz 2012’de
buluşturduk. Bloğumuzun omurgasını edebiyat oluşturmaktaydı belki ama bu
edebiyat yorumlarında dahi siyasi, kültürel, sosyal ve kentsel meselelere hep
kafa yorduk. Bunların en başında da- ekibin tamamının kadınlardan oluştuğunu
düşününce çok da şaşırtıcı olmayacak şekilde- kadın meselesi geliyor. Bugün, 8
Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Siz değerli okurlarımızın Kadınlar Günü’nü bir
röportajla kutlamak istedik.
Röportaj isteğimizi kırmayan Ayşe Yazıcıoğlu, 2010 yılında
Doğan Kitap’tan çıkan 68’in Kadınları isimli eserin yazarı.
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Uzun yıllar özel
sektörde ve medyada çalıştıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde tarih alanında
yüksek lisansını tamamlamış, şu an bu sürece aynı alanda doktora yaparak devam
eden bir öğrenci, bir akademisyen, bir kadın, bir anne ve fevkalade bir dost.
Kendisiyle 68 kuşağını, bu kuşağın kadınlarını ve Türkiye’de feminizmi
konuştuk…
Bu proje nasıl ortaya çıktı ve tamamlanması ne kadar sürdü?
‘68’in Kadınları bir belgesel projesi hazırlarken ortaya çıktı. Belgesel
için röportaj yaptığım kişilerden birisi de Ferai Tınç idi. Doğan Kitap’ın
böyle bir kitap hazırladığını söyledi ve kitabı benim hazırlamam için tavsiyede
bulundu. Röportaj röportajı doğurdu diyebiliriz. Belgesel için hazırladığım
sorular kitabın içeriği ile paraleldi ve dönemin erkek ve kadın eylemcilerinin
gündelik yaşam pratiklerine odaklanıyordu. Çerçeve aynı olunca kitabı
hazırlamak da zor olmadı.
Röportaj yaptığın kadınları neye göre belirledin?
‘68 hareketi gibi hem siyasi hem tarihi hem de gündemden düşmeyen bir
konuda kişi seçimi biraz çetrefilli olabiliyor. Ben sosyal bilimci
perspektifiyle baktığım için her türlü fraksiyona eşit mesafede durdum. Siyasi
bir duruştan ziyade söyleşiler üzerinden anlama ve tarihe kayıt düşme gibi bir
kaygım vardı. Bir diğer konu da röportaj yapmak istediğiniz kişilere
ulaşabilme sıkıntısı. Herkese ulaşamayabiliyorsunuz ya da bu konuda konuşmak
istemeyen kişiler olabiliyor. Ben listemdeki pek çok kişiye ve hatta daha
fazlasına ulaştım.
Bir önceki soruda değindiğimiz üzere kişileri belirleme, onlara ulaşabilme
ve röportaj vermeye ikna edebilme meselesi önemli. Her kişide bunu başarmak
mümkün olmayabiliyor. Ya bu kişi şehir dışında oturuyor ya da konuşmak
istemeyebiliyor. Sonra bu kitap açısından en önemlisi, içeriğin gündelik yaşama
yani bir dereceye kadar özel hayata ilişkin olması. Bu da çetrefilli bir mevzu.
Hele de yaşamın bugünkünden çok daha farklı kurulduğu ve yaşandığı kişiler
için... Bugün insanlar sosyal medya ile özel yaşamlarını ne kadar
ortaya koyuyorsa o dönemde de tam tersi. Günün getirdiği yaşama biçimi
böyle. Bir de siyasetin üzerini örttüğü perde var. Bunu kırmak kolay olmuyor.
Tabii ben de onlar için hiç tanımadıkları birisiydim. Röportaj yapan kişinin
bunu kırması gerekiyor.
68 kuşağı kadınlarının konuşmalarında en çok vurgu yaptıkları tema ne idi?
Bu röportajı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle
yaptığımız için ben de sorunuzu bu eksende cevaplamaya çalışacağım. Öncelikle
Türkiye’deki ‘68 hareketi Batı’dan farklıdır. Batı’daki büyük yapılara
olan eleştiri, özgürlük ve feminizm gibi düşünce ve dalgalar burada etkisini
pek göstermiyor diyebiliriz. Bu açıdan feminizm Türkiye’deki ‘68 hareketinde
yok. Bu hareket de belki iki evreye ayrılabilir diye düşünüyorum. Siyasi
şiddetin egemen olmasından önceki öğrenci hareketleri ile şiddetin ağır bastığı
ikinci evre. Özellikle ilk devredeki öğrenci eylemlerine katılım ve iş
bölümünde nispeten bir eşitlikten bahsedilirken siyasi şiddetin artması ile
toplumsal cinsiyet meselesi en geleneksel haliyle ortaya çıkıyor. Kitaptaki
kadınların genelde altını çizdiği konu özellikle ikinci evrede kadının rolünün,
geleneksel ailede olduğu gibi, arka plandaki işleri organize etmeye indirgenmedi
oldu. Ferai Tınç’ın deyimiyle “kadının görevi hizmet” anlayışı sol harekette de
hakim oluyor. Özel hayata baktığımızda elbette aşk var. Ancak Hülya
Karadeniz’in belirttiği gibi, ilk elinizi tutan kişiyle hayatınızı
birleştiriyorsunuz. Farklı fraksiyondan ya da okuldan biri ile ilişkiye bile
itirazlar yükseliyor ki neyse ki en azından benim röportaj yaptığım kişiler bu
sesleri dikkate almıyor. Toplumsal cinsiyet meselesi ‘68 hareketinde de egemen
kalıplarda var oluyor. Bu arada özel hayata ilişkin meseleler kadınlar arasında
bile pek konuşulan bir konu değil. Dediğim gibi, o dönemde özel hayat hala
“özel”. Diğer taraftan tabii ki bir kültürel muhafazakarlık var. ‘68’ın
kadınları genelde kentli, üst orta sınıf kadınlar. Kitapta yer aldığı gibi
taşradan ve işçi sınıfından gelen kadınlar da var. Hangi sınıftan olursa olsun,
bu kadınlara biçilen senaryo belli. Üniversiteyi bitirdikten sonra meslek
sahibi olup hem çalışma hem de aile hayatlarına “uygun” bir şekilde devam
edecekler. ‘68 kuşağı kadınları bu senaryoyu bozdu. Büşra Ersanlı sol hareket
kadını sokağa çıkarmıştır diyor. Bence de bu eylemler sayesinde kadınlar sokağa
çıktı ve bir daha da içeri girmedi!
68'in Kadınları, Doğan Kitap |
Türkiye'de 68'li kadınlar olarak betimlenen kadınlara daha yakından
bakarsak kültür, eğitim ve politika açısından kendi aralarında nasıl bir
farklılık gösteriyorlardı? Bu kapsamda onları bir araya getiren şey sence
neydi?
Altmışlı yılların sonu Türkiye’de farklı bölge ve sınıftan insanların
üniversite eğitimine katılabildiği bir zamana denk geliyor. Merkezi sınav
sisteminin başlaması da bu döneme denk geliyor. Bu açıdan baktığımızda, daha
çok kentli, üst orta sınıf, eğitimli ailelerden gelen öğrencilerin yanı sıra
artık çevre de merkezin yanında yer alıyor. İlk dönemde, üniversite yıllarında
bir farklılık görülebiliyor. Dil bilen kolej mezunları ve Anadolu’dan gelen
öğrenciler bir arada… Yine de öğrencilerin örneğin sendikalarda çalışmaya
başlaması, fikir kulüplerinde bir araya gelmesi insanları yaklaştırıyor diye
düşünüyorum. Şunu ekleyebiliriz belki, ileriki dönemlerde siyasi
şiddetin artması, fabrika ve gecekondu ortamlarındaki deneyimler ve taşradan
gelen öğrencilerin çoğalmasıyla birlikte kadınlar için “bacı” dönemine
geçiliyor. Ancak kentli erkek öğrenciler de bu popülist söyleme meyletmeye müsait
gibi görünüyor.‘68’li kadınların bir başka ortak noktası da ailelerin
genelde bilgiye ve eğitime önem verip çocuklarının okumasını teşvik eden
Cumhuriyet kuşağı aileler olması. Bir diğer nokta da babaların çoğunlukla
kızını destekleyen ve güvenen bir baba portresi çizmesi.
Sen 68 kadınları ile konuşurken, bugünün aktivist kadınları ile bir bağ
kurabildin mi? Yoksa bugünün aktivizmi tamamen farklı dinamikler üzerinden mi
işliyor? Karşılaştırabilir misin?
’68 kuşağının kadınlarına çok şey borçluyuz. Önce üniversitedeki eylemlere
katıldıkları, sonra sol hareket içinde yer aldıkları, hareketin getirdiği pek
çok zorluğu üstlenerek bir model oldukları ve 1980’lerdeki feminist harekette
önemli bir rol oynadıkları için. Tepeden inme olarak eleştirilen Cumhuriyet
döneminin modernleşmeci hukuki ve siyasi yeniliklerinin üzerine onların ’68
hareketinde ve sonraki sol hareketteki varlığının çok önemli olduğunu
düşünüyorum. Onlar yaşamın ta kendisi üzerinden ve kendi hayatları ile bu
katkıyı sağladılar. Bazen sadece sokakta olmak bile yeterlidir. Gezi direnişinden bir örnek vermek istiyorum. Gezi direnişinde
feministlerin aktif olduklarını biliyoruz. Ancak Gezi’de bir çadır gözüme
ilişti: Emzirme çadırı! Bugünkü ortamda artık kadın olma hali, kadınlık
herhangi bir siyasi ya da toplumsal olayın dışında değil. Hepsi bir arada
yaşanıyor. Bugünün kadın aktivistleri kadın olmanın bilincinde ve bunu
her yere taşıyıp mevcut toplumsal kalıpları sarsıyor.
Kitabında bu kuşaktan gelen 16 farklı kadına yer veriyorsun. Gündelik
hayatlarında farklı biçimlerde karşılaştıkları ve mücadele içine girip kazanım
elde ettikleri ataerkil yapı ile bugün içinde olduğumuz ataerkil yapı arasında
nasıl bir fark sence? Yoksa günümüzde kadınlar daha zorlu bir mücadele
içinde mi?
Bugün, aslında altmışlarda da var olan ama şimdilerde siyasi konjonktürle
pekişmiş olan bir muhafazakarlık ikliminden söz edebiliriz. Aslında ben buna
kültürel muhafazakarlık demeyi tercih ediyorum. Sadece yaşayış tarzı
meselesiyle birbirinden ayrılan iki toplumsal tabaka var diye düşünülebilir. Ya
da şöyle söylesek, başörtüsünü çıkarırsak ataerkil yapı konusunda Türkiye’de
kutuplaşmış olan kesimler birbirinden ne derece farklı? Ataerkil
yapının sorgulanması, gündelik yaşam, evlilik ve cinsellik gibi konularda
farklardan çok benzerliklerden konuşmak daha mümkün gibi geliyor bana. Bunda
Zeitgeist yani zamanın ruhu da etkili. 1980’lerden beri dünyada içe
dönüş yaşanıyor. Neoliberal politikalar bireyi, kültürü ve cemaati destekliyor.
İçinize dönün ve örgütlenmeyin! Oysa altmışlı yıllar insanların
mobilize olduğu, göç ettiği, sokaktan bir şeyler öğrendiği, dışa dönük yaşadığı
yıllardır diyebiliriz. Türkiye’de 1950’lilerden sonra başlayan hızlı göç
sonrası hele ‘68’de kent olgusunun güçlendiği, kentin kalabalıklaşmaya başladığı
ve ortak tecrübelerin oluştuğu bir dönemdi diyebiliriz. Bu dönemde ‘68
hareketine katılan kadınlar siyasi ve toplumsal düzeni değiştirmede erkeklerle
eşit rol üstlenerek mevcut düzene ve normlara meydan okuyor diye düşünüyorum.
Ancak özellikle siyasal şiddetin artmasıyla mevcut kadın-erkek ilişkileri
yeniden gün yüzüne çıkıyor ve erkekler önde, kadınlar onların arkasında yer
alıyor. Aslında Behice Boran gibi bir liderden sonra bu harekette çok kıymetli
kadınlar olmasına rağmen Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Sinan Cemgil gibi bir kadın
figüre rastlayamıyor olmamız şaşırtıcı geliyor.
Türkiye’de bağımsız bir ikinci dalga feminist hareket çok da ortaya
çıkmıyor. Yani kadın hareketi kendisini daha çok sol hareketin içerisinde
tanımlıyor. O dönemin kadınları için önce devrim sonra kadın hakları gibi bir
durum söz konusu. Diğer taraftan Türkiye’deki 68 kuşağı da bir anlamda
ataerkil. Aslında sanki bir ikilemin içindeler. Sen bu ikilemi nasıl
yorumluyorsun?
O dönemin en önemli ikilemi belki yine bu topraklarda çok etkili olan ve
“her şey vatan, devlet ve toplum” için anlayışının zaman zaman değişen
önceliğiyle ama genelde bu minvalde akmasıyla ilgili. Biraz önce değindiğim
üzere, Türkiye’deki ’68 belki başta üniversite yönetimini eleştirirken esas
etkin olan yapıları devam ettirme yoluna girdi ve hatta yetmişlerde kendi katı
yapılarını kurdu. Feminizme geçersek; her şey toplum için, toplumu değiştirmek
ve kurtarmak içinse sizin haklarınızın ne gibi bir önceliği olabilir? Bir de
sol hareket farklı ortamlara giriyor ve fabrikalarda, köylerde, gecekondularda
aktif oluyor. Eteğin altına pantolon giymekten başka bir formül var mı?
Ataerkil yapı farklı suretleriyle her yere nüfuz etmiş durumda. Bir ikinci
mesele de, altmışlarda bir çeviri ve yayın zenginliği var. Ancak feminizmle
ilgili gelişmelerin daha çok kolej mezunu, dil bilenler tarafından takip
edildiği gibi bir izlenime kapıldım. Genelde ise feminizm Türkiye ‘68’inin
gündeminde, hele de öncelikli gündeminde hiç değil. Sonuç olarak,
ikinci dalga feminizmi Türkiye’deki şartların kendi özgünlüğü nedeniyle
yeşeremedi ve 1980’leri beklemek durumunda kaldı. Belki Kürt
hareketine kısaca değinmek gerekebilir. Kürt hareketi bugün bariz biçimde
görünen haliyle kadın ve erkeğin temsili konusunda bir farklılık sergiliyor.
Bunda benimsenen siyasi söylem ve önceki kuşaklar kadar hareketin kendi yapısı
ve gelişiminin de etkisi olabilir.
68 kuşağının kadınları, 1980'den sonra yeni dalga feminist hareketten nasıl
etkileniyorlar? 3. dalga feminist harekette yer alıyorlar mı? Daha da ileriye
götürüp sorarsak, 2000’li yıllarda bu kadınların savundukları şey nedir? Bu
konuda ortak bir noktaları var mı? Örneğin, Oya Baydar “Yetmez ama Evet”çi
olduğunu söylemişti en son. Bu kadınların AKP’ye bakış açısı hakkında söylemek
istediklerin var mı?
‘68’li kadınlar bugün elbette ekseriyetle feministler ve konuştuğumuz
üzere aralarında seksenlerdeki dalgaya aktif olarak katkıda bulunan isimler
var. Ancak Oya Baydar örneği şöyle bir genel siyasi duruşa işaret ediyor: Bu
kuşağın bugün aldığı duruş onların geçmiş on yıllar boyunca edindiği
tecrübelerle yakından ilişkili. Bir kere ezilmiş ve mağdurun yanında olma,
haksızlığa karşı gelme ’68 hareketinin düsturlarından. Sonra hareketin
yetmişlerdeki genişlemesi ve kapalı örgüt yapısı ile birlikte devlet şiddetive
iki darbe yaşaması da önemli. Bir de sürgün hayatı var… Üstelik tüm bunlar bir
bireyin yirmi yıllık hayat çizgisine oturuyor. Bu nedenle hem dünyada hem de
Türkiye’de özgürlükleri en kuvvetli ve en aşırı şekilde savunan kesimler bu kuşaktan
çıkabiliyor. Ancak bazı durumlarda bunun siyaseten doğruluğu tartışılır. Kadın
ve erkeğin aynı ve eşit olmadığı anlayışını benimsemiş ve tüm programını buna
göre kurgulamış bir partiden özgürlükler konusunda bir adım beklemek bence
fazla iyimser olur. İyimserlik özneldir ve eninde sonunda kişinin
tecrübelerinin bir sonucudur. Son olarak şunu ekleyebilirim, ’68 kuşağının
üyeleri farklı kutuplardaki grupların kanaat önderleri oldular. Biz görüşlerini
benimseyelim ya da benimsemeyelim… Sadece bu kitapta yer alan kişilere bakmak
ve bugün neler yaptığını düşünmek bile yeter.
Bu kitapta ya da geçen yıl Toplumsal Tarih’te yaptığın gibi yeni bir
röportaj serisi projesi düşünüyor musun? Ajandanda neler var?
Toplumsal Tarih için yaptığım beş röportajlık Tarihçinin Odası serisinin
bir kitaba dönüşmesini arzu ediyorum. Röportajın çok sevdiğim bir alan olduğunu
söyleyebilirim. Yeni projeler elbette gelecektir...
0 yorum :
Yorum Gönder