siyaset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
siyaset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mart, 2014

"Ne de olsa bugüne kadar hiçbir totaliter rejim gökyüzünü hapsedemedi..."


Hepimizin hayatında olduğu gibi benim de hayatımda rol model aldığım kişiler vardır. Bunların başında bütün eğitim hayatım boyunca derslerine gitmek için can attığım, okumalarını, ödevlerini büyük bir şevkle yapmaya çalıştığım öğretmenlerim gelir. Günün birinde onlar gibi olabilme ihtimalim ve onların benim hayatımda bıraktıkları izleri benim gibi öğrenciler üzerinde bırakabilme ihtimalim hayatımın kilit noktalarında aldığım kararlarda hep etkili olmuştur. Öğretmenlerim dışında zorluklarla mücadele eden, hayata sıkı sıkıya tutunan, yaşama azmini hiçbir zaman kaybetmeyen, başkalarının hayatlarını olumlu yönde değiştirmeye çalışan kişileri de büyük bir takdirle izlemeye çalışırım. Bu kişilerin başarılarını takdir ederken ortaokul yıllarımda çok sevdiğim bir öğretmenimin hiç unutmadığım bir lafı gelir aklıma hep: "Siz alan el değil veren el olun!" Şafak Pavey de kuşkusuz hayat hikayesiyle, başarılarıyla, toplumsal sorumluluk faaliyetleriyle, milletvekili olarak çalışmalarıyla veren el olabilmeyi başaran nadir kişilerden biri. İşte Pavey'in Nereye Gidersem Gökyüzü Benimdir adlı eserini böyle duygular içinde okumaya karar verdim. Bu aynı zamanda Pavey'in İran'daki mülteci çocuklarla çektiği filmin de adı.



Pavey 2011 yılında Kırmızı yayınları tarafından basılan bu kitabını şu şekilde tanımlıyor: "Kendi çaresizlikleriyle yola çıkmış genç bir insani yardım görevlisinin, görev yaptığı ülkenin çaresizlikleri ile baş etme hikayesini unutulmaması için yazıldı" (10). Yazarın İran'da yaşadıklarını, ülkedeki deneyimlerini, rejime, kadın haklarına, sansüre, baskıya yönelik paylaşımlarını büyük bir heyecanla ve bir yandan da ülkemin içinden geçtiği son durumlar ışığında okudum. Bir yandan İran rejiminin otoriter yapısını çarpıcı örneklerle daha net bir biçimde anlama imkanı bulurken öte yandan kaygıyla her gün gittikçe otoriterleşen ülkemi düşündüm. Bizim için en temel hakların her gün gittikçe nasıl elimizden kaydığını gözlemlerken yakın gelecekte daha neleri kaybedebileceğimiz ihtimalini korkuyla düşündüm. Twitter'a, youtube'a erişimin yasaklandığı, protestolara katılan gençlerin polis şiddetiyle hayatlarını kaybederken, ailelerine tek bir özür dahi dilenmediği ülkemin İranlaşma ihtimali beni dehşete düşürdü. Pavey'in mecliste yaptığı önemli konuşmalardan bir tanesi de aslında bu süreci çok güzel bir biçimde yansıtıyor.



Örneğin, bizim için en temel haklar olarak algılanan bisiklete binmek, motosiklet kullanmak ya da stadyumda maç seyretmek gibi faaliyetlerin İran'daki hemcinslerimiz için yasaktı. İlk kez Roma tatilinde motosiklet kullanma fırsatına erişen arkadaşı Mitra'nın rüzgardan kulaklarındaki küpelerinin sallandığını hissetmesi ve bundan duyduğu hayreti Pavey'e aktarmasını okurken bir an korkuyla kendimi Mitra'nın yerine koydum.

"Mitra devrim çocuğuydu. İran onun için mollalarla başlıyordu. Ondan rüzgarda küpelerinin sallanmasına duyduğu hayreti dinlerken gözlerim doldu. Bizim aklımıza rüzgarda küpelerimizin savrulmasına şaşırmak hiçbir zaman gelmezdi ya da saçlarımızı savuran rüzgarın özgürlük olduğunu hayal etmek." (35)

İran İslam Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana stadyuma girememiş kadın taraftarların 2005 yılında stada girmek için verdikleri mücadeleyi ve zaferlerini yüzümde büyük bir tebessimle okudum. "Kolay olmamıştı, İslami Cumhuriyetin kuruluşundan beri yani 26 senedir stadyuma girememiş, yok sayılmış kadın futbol taraftarlarının 2005'teki tarihi zaferi. Devrim muhafızlarından dayak yediler, bazılarının bacakları kırıldı, girmeyi başaramadı. İranlı kadınların İslam Cumhuriyeti tarihindeki ilk gerçek zaferiydi." (52)

Pavey kitabının bir bölümünde arkadaşı Mitra'nın Tüklere kendilerini geçtikleri için derinden içerlediklerinden bahsediyor. "Arkadaşım Mitra, İranlıların Türkleri değil Türkiye'yi sevdiklerini düşünüyordu. Çünkü yaşadıkları bir gıdım özgürlüğü de Rıza Şahla Atatürk arasında yapılmış süresiz anlaşmaya borçlu olduklarını bilir, minnet duyarlardı. Bu anlaşma sayesinde vizesiz olarak Türkiye'ye kaçabiliyor ve bir nefes alıp yeniden ülkelerine dönebiliyorlardı. Türklere ise derinden içerliyorlardı: kendilerini geçtikleri için." (76) Bu algı şu an için ne kadar doğru olur bilemiyorum ama yazımı da olumsuz bir ruh haliyle bitirmek istemiyorum. Ülkemde değişimin mümkün olduğuna dair inancımı ve demokrasiye olan inancımı asla kaybetmiyorum. Kaybetmek istemiyorum.Yazımı Pavey'in Gezi Parkı sürecinde hayatlarını kaybeden gençlerin anneleriyle hazırladığı kısa belgeselle bitiriyorum. "Nereye gidersem gideyim, gökyüzü benim. Eh, bununla da mutlu olmak gerek, ne de olsa bugüne kadar hiçbir totaliter rejim gökyüzünü hapsedemedi..." (188), diyor Pavey. Ülkemizde bundan daha fazlasıyla mutlu olacağımıza dair inancımızı kaybetmememiz dileğiyle!



14 Aralık, 2013

“I believe that, from start to finish, it is what it says it is: praise of love, sung by a philosopher who thinks, like Plato, whom I quote: “Anyone who doesn’t take love as a starting point will never understand the nature of philosophy.” (s.3)
“Başından onuna kadar ne ise o, inandığım şey şu: Plato gibi düşünen bir filozofun söylediği Aşka Övgü ve ondan bir  alıntı yapıyorum: ‘Aşkı başlangıç noktası olarak almayan hiçkimse felsefenin gerçek doğasını anlayamayacaktır.”

Bunu söyleyerek içimi rahatlatan Badiou’ya teşekkürlerimi sunarım. Sonunda birisi yeniden felsefi açıdan aşkın aslında pek de hafife alınmayacak yönlerini kimi zaman klasik sözlerle de olsa, çoğu zaman yepyeni fikirler ve diğer düşünürlerden paylaşımlarla, en güzel şekilde analiz etmiş.

Eleştirilerle başlıyor kitaba: Birinci eleştiri konusu ise çöpçatan siteleri. Çünkü bu sitelerde verilen net, insanları bire bir eşleştiren bilgilerle, aşkın tesadüfiliğinin kesişmediğini düşünüyor. “Get perfect love without suffering.” (s. 6) yani "mükemmel aşkı acı çekmeden yakalamak" ifadesini kullanıyor. Eğer aşk tesadüfi ve riskli bir şeyse, öyle kalmalı, ki tesadüfi olmaması onun doğasına aykırı. Tabii bu noktada, çöpçatan siteleri de riskten bağımsız değil, ama böyle bir eşleştirmenin aşkın doğasına aykırı olduğunu öne sürüyor. 

“We must bear in mind that, like many processes for finding the truth, the process of love isn’t always peaceful. It can bring violent argument, genuine anguish and separations we may or may not overcome. We should recognize that it is one of the most painful experiences in the subjective life of an individual! That’s why some people promote their “comprehensive insurance” propoganda.” (s. 61)
“Aklımızdan çıkarmamalıyız ki, doğruyu bulmak, yani aşk süreci o kadar da barışçıl değildir. Bazen üstesinden gelemediğimiz şiddetli tartışmalar, derin bir keder ve ayrılık yaşanabilir. Bu insanın bireysel yaşantısında deneyimleyebileceği en acı verici tecrübelerden biridir! Bu nedenle işte bazı insanlar “çok kapsamlı sigorta” propogandası yapıyorlar.” 

Badiou aşkın kıskançlıkla ölçülemeyeceğini anlatıyor. Kıskançlık sadece bir şey, önemli bir şey belki ama aşk için bir ölçüt değil. Aşk ne tutku ne de kıskançlık, bu duygular belirleyici olamaz, tüm bu ufak kaygıların daha ötesinde bir şey. “Aşk bir inşadır, hem de bir kişinin perspektifinden değil, iki kişinin perspektifinden yola çıkan bir hayatın kurulmasıdır” (s. 29) 

Kim demiş aşk ile politika benzeşmez diye? Politika insanları birleştirici bir güce sahiptir. Cinsellik ise farklıdır, “seks insanları ayırır, birleştirmez” (s.18) Lacan’dan örnekler veriyor bu noktada... 
Peki ya kimlik? Politikada farklıların kimliklerinin kaynaşması vardır, belki bir düşman da vardır politikada, bir karşıt. Aşkta yoktur bir düşman ama farklılık ve kimliklerin anlaşması ve yeniden oluşturulması ve şekillendirilmesi söz konusudur. Aşk her zaman kendini yeniden keşfetmek zorundadır. Bu noktada Rimbaud’dan esinlenmiş: “Bildiğimiz üzere aşk yeniden keşfedilmelidir.”(As we know, love must be re-invented), varolmak için buna muhtaçtır. 

Bazen gidenler kalanlara şöyle der: “Bu senin sorunun” Modern olan da modern olmayana böyle der: Kendi dertlerinle kendin uğraş, ben sana destek olamam. Politikada bombalayan bombalanana şöyle der: Sen kendi yaşantından sorumlusun, seni kurtarmak için çektirdiğim bu acıyla mücadele etmek sana kalmış. Irak işgalini örnek vermiş Badiou. Diğerinin (edilgen kılınanın) bakış açısını yakalamış bir filozof çünkü. 



Peki bu kitabın en güzel tarafı ne? Siyaset ve aşk, aslında birbirinden çok farklı dinamiklerle işlemiyor. Aslında bir olma çabası, bir ulusta, bir grupta, bir partide, iki insanda! Hep var! Hep var oldu! Ama o bir olanlar hiçbir zaman birbirinin varlığında erimeyi kabul edemez. Siyasetin temel sorularından biri de burdan doğuyor: Farklılıkları ezmeden, yok etmeden, incitmeden ve kırmadan dökmeden nasıl bir birliktelik duygusu yaşanabilir? Sevmeden, istemeden, birileri organize ederse bunu, kader diye baştacı edilirse bu birliktelik, eğer hükümet veya aile veya bir başkası seçerse kimle evlenileceğini, kimle yaşanacağını, nasıl bir özgürlük kavgası olabilir? Bu noktada aklıma tabii ki Kuzey Kore'de devletin seçtiği eş ile evlenme politikası geldi.

Bu kitabın Türkçesini Can Yayınları’ndan elde edebilirsiniz, çevirmen Orçun Türkay. Bu elbette tam bir felsefe kitabı değil, bir mülakat şeklinde geçiyor sorular ve cevaplar, Nicolas Truong’un sorularına cevap veriyor Badiou. Truong'un ayrıca Guardian'da diğer feylesoflar üzerine yazıları olduğunu hatırlatalım, ben de yeni keşfettim. Çevirilerdeki hatalar ve gözünüze batan eksik ifadeler için şimdiden sizden af dilerim. Bunu da son anda belirttiğim iyi oldu değil mi?

03 Haziran, 2013

Bu haftaki blog yazımda daha önce okumadığım bir eser üzerine yazmaya karar vermiştim. Geçen hafta kitapçılarda dolanıp bir kitap seçmeye çalışırken ve raflara göz gezdirirken ünlü yazar Patrick Süskind'in Güvercin isimli eseri bir anda dikkatimi çekti ve onu alıp okumaya karar verdim. Aslında bu kitabı alırken ülkemin siyasetinde yaşanan olaylarla bu eser arasında paralellik kurabileceğimi hiç düşünmemiştim. Ancak kendisini tekdüze, dingin bir hayat sürmeye öylesine alıştırmış eser kahramanı Jonathan Noel'in hikayesini okurken istemeden ülkemde son dönemde yaşananları düşündüm. O noktada eser benim için daha da anlamlı bir hal aldı.

Şöyle ki Süskind'in eseri aslında tekdüze yaşamların sıradan bir güvercinin etkisiyle yerle bir olabileceğini okurlarına çarpıcı bir biçimde gösteriyor. Eser kahramanımız Jonathan Noel hayatını bankada bekçilik yaparak kazanmaktadır ve Paris'te çatı katındaki odasında dingin, sakin, monoton bir hayat sürdürmektedir. Yakın zamanda yaşadığı bu çatı katının sahibi olmayı hayal etmektedir. Bu korunaklı yaşam odasına bir güvercinin girmesiyle alt üst olur. Öyle ki Noel her gün sabahın 8'inde çalıştığı bankanın önüne gelir, bütün gün boyunca kapının önünde ayakta dikilir, bir aşağı bir yukarı yürür ve Mösyö Roedel'in limuzinini karşılardı. Oysa o güvercin olayından sonra kendi sözcükleriyle kahramanımız: "Zaten tehlikeli bir yola girmişti, zaten bir deli gibi kavrama yeteneğinden yoksun biri gibi davranmaya başlamıştı, neredeyse toplum dışı biri gibi- Mösyö Roedel’in limuzinini atlamak! Parkta öğle yemeğinde üzümlü çörek yemek! Şimdi dikkat etmezse özellikle küçük şeylere dikkat etmeyip süt kartonunu bankta unutmak gibi sözümona en sıradan dikkatsizliklere en enerjik bir biçimde karşı koymazsa çok geçmeden tutunacağı hiçbir dal kalmayacaktı." (49) Aslında belki de aynı gün Noel'in özgürleşmesinin de hikayesiydi. Çünkü kahramanımız bu alışık olmadığı ve karşılaştığı zorluklarla hayatını da bir anlamda yeniden gözden geçiriyordu. Eserin sonunda da kahramanımızın yağmurda su birikintileri içerisinde yürüdüğünü okuyoruz: "Canla başla su birikintilerine daldı, ortalarına ortalarına zikzaklar çizerek birikintiden birikintiye dolaştı, hatta bir keresinde, karşı kaldırımda özellikle güzel, kocaman birikinti gördüğü için kaldırımı değiştirdi, şapırtılar çıkaran dümdüz tabanlarıyla ortasından geçti, öyle bir su fışkırdı ki vitrinlere, park edilmiş arabalara, kendi pantolonunun paçalarına, nefis bir şeydi, o ise bu küçük çocuksu yaramazlığın büyük yeniden kazanılmış bir özgürlükmüşçesine tadını çıkarıyordu. Ve daha coşkusu, keyfi yerindeydi." (76)

İşte Jonathan Noel'in tekdüze hayatının dönüşümünü okurken aynı anda da ülkemin polisini düşündüm, en temel hak taleplerine, en ufacık eylemlere, protestolara, barışçıl yürüyüşlere tahammül göstermeyerek emir kulu olarak sorgusuz sualsiz aldığı emiri uygulamaya geçiren ve kendi vatandaşlarını acımasızca biber gazı bombardımanına tutan ülkem polisini. Daha sonra son bir haftadır ülkemde yaşanan olayları düşündüm. Gezi Parkı direnişinde vücut bulan ülkem insanının meşru, demokratik taleplerini ve bu talepler etrafında yılmadan birleşmelerini, büyümelerini, pes etmemelerini, ne olursa olsun geri adım atmamalarını. Halk güvercinlerini çoktan bulmuştu. Şimdi umudum ülkem polisinin de fazla gecikmeden güvercinlerini bulmaları (belki ülkeyi yönetenlerden önce bunu fark etmeleri). Öyle ya da böyle aynı Jonathan Noel'in odasına güvercinin konduğu günden sonra onun hayatı için nasıl hiçbirşey eskisi gibi kalmadıysa hissediyorum ki sivil Gezi Parkı Direnişi hareketiyle birlikte hiçbirşey ülkem için de eskisi gibi olmayacak!