Özlem Dilber etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özlem Dilber etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Nisan, 2014


Kırmızı Pelerinli Kent için önceden belirlemiş olduğumuz tarihten yaklaşık bir hafta sonra, yani biraz da ülke gündeminden ve yoğun geçen bir günün ardından yorgun düşmüş ama edebiyata dair duyduğumuz heyecanı hiç kaybetmemiş bir şekilde yine Beyoğlu’nda, güzel bir mekanda buluşuyoruz. Üstelik bu sefer bir de “ciddi şıklık” adını verdiğimiz, herkesin takım elbiseli -bunu ilk duyduğumda aklımda canlanan beyaz gömlek ve etek-ceket ya da pantolon-ceketti-, topuklu ayakkabılarla, kuaför eli değmiş bir saç modeli ve bu ciddiyetin gerektirdiği gibi hafif olmayan bir makyajla katılacağı tematik bir buluşmaydı hedeflediğimiz. Bundan sonra yapmayı planladığımız tematik buluşmaların bir ilkiydi aslında bu.

Deep, Taksim 
   Herkes kendince yorumlamıştı “ciddi şıklık” temasını; kimimiz biraz daha ciddiydik, kimimiz takım elbiseli olmasa da kendine has bir şıklık yaratmıştı, kimimiz de grup arasında verilen bu kararın –kendi aramızda konuşurken kahkahalarla güldüğümüzden ötürü olsa gerek- bir şakadan ibaret olduğunu düşünmüş ve spor kıyafetlerle katılmıştı toplantıya. Bu yüzden ilk tematik buluşmamızda acemiliğin ve şaşkınlığın izleriyle birlikte hepimizde yine bir başka basmakalıplığı tiye almanın verdiği keyifli bir ruh hali de vardı.

Takipçilerimizin önerileri arasından Aslı Erdoğan’ın Kırmızı Pelerinli Kent’ini seçmiştik bu ayki buluşma için. Aslı Erdoğan’ın, söyledikleri ve anlattıkları kısa olmasına rağmen aynı oranda bir kısalıkta bitirilemeyen, felsefik ve düşündürücü bu romanını uzun uzun konuştuk, tartıştık.

Aslı Erdoğan bilinenden farklı bir Rio de Janeiro hikayesi anlatıyor bu kitabında. Bir yandan kenti sanki sokak sokak tasvir edip, okuyucuyu kentte uzun soluklu bir gezintiye çıkarırken, bir yandan da herkesin aklına önce karnavalları, sonra eğlence, müzik ve dansı getiren bu kentin bambaşka bir yüzünü, favela’larındaki –yani gettolarındaki- farklı hayatları bütün gerçekliğiyle aktarıyor.

Bu kitabı okurken, Aslı Erdoğan gibi, aklımıza takılan hep aynı soru oluyor: Neden kitabın ana karakteri olan Özgür, Rio de Janeiro’da çok mutsuz olmasına rağmen, çocuk ölümleri, cinayetler, yersiz yurtsuz, aç, yoksul insanlar, çeteler ve kokain ticaretiyle anılan ve hatta “dünyanın en tehlikeli kenti” olarak nitelendirilen, üstelik bir yandan da sıcaklığın her zaman çok yüksek, havanın çok nemli olduğu, insanın ağzında “hep bir kül tablası tadı” ya da “zımpara kağıdı hissi” yaratan Rio de Janeiro’da kalmayı tercih ediyor ya da oradan ayrılmıyor? Kırmızı Pelerinli Kent’te Aslı Erdoğan tam da bu soru üzerinden varoluşa dair en temel soruları sormaya çalışıyor.

Aslında romanın konusuna ve yazarın romanda benimsediği üsluba dair merak edilebilecek bütün soruların cevapları Aslı Erdoğan’ın hayat hikayesinde saklı. Zaten Aslı Erdoğan da Kırmızı Pelerinli Kent’te, Rio de Janeiro’da yaşadığı deneyimler üzerinden otobiyografik nitelikte bir roman yazdığını her fırsatta belirtiyor gibi.

Bilgisayar mühendisliği ve fizik okuduktan sonra yüksek lisansını İsviçre ve Fransa’nın sınırında yer alan CERN’de tamamlamış, fizik doktorası yapmak için gittiği Rio de Janeiro’da eğitimini yarıda bırakarak yazar olmaya karar vermiş Aslı Erdoğan. Tıpkı kitabı okurken kendisiyle benzerlikleri teker teker ortaya çıkan, yeşil kaplı defterine fırsat buldukça iki yıllık “dev bir bilinçaltına dönüşen” Rio de Janeiro deneyimlerini aktaran Kırmızı Pelerinli Kent’teki Özgür gibi.

Aslı Erdoğan’ın anlatısında pek fazla olay yok, aksine yazar, içinde yalnızlık, ölüm, aşk, özlem, nefret, mutluluk gibi birçok konuyu ele aldığı durumlardan sık sık bahsediyor. Bunu bir de her bir cümlesi üzerine sanki günlerce düşünülmüş gibi bir dille yaptığı için, Aslı Erdoğan, bir yazarın kendini anlama / tanıma ve hayata dair düşünsel bir tartışma alanı yaratma çabası açısından başarılı bir edebi eser yaratmış olmanın ötesinde yeni edebiyatçılar arasında da çok daha özgün bir yeri hak ediyor.

Gözde’ye göre Aslı Erdoğan bu romanında hiçliğin peşinde ve tam da bu yüzden “kadın atomu parçalamak istememiş, kendini parçalamak istemiş”.

Merve daha çok yazarın kendisine dair bir yolculuk yaptığını düşünüyor ve hatta ona göre Aslı Erdoğan’ın kafası biraz da karışık. Gecenin sonunda “benim bu kitaba dair gerçekten bir cümlem yok” demeyi tercih ediyor.

Hazal ise kitabın dilinden çok etkilenmiş. Fakat Aslı Erdoğan’ın karamsar bir dünyası olduğunu vurgulamak istediği için olsa gerek bu buluşmadaki son sözü “kendi düşen ağlamaz” oldu.

Burcu da daha çok Aslı Erdoğan’ın anlatım tarzının samimi olmayan bir tarafı olduğunda ısrarcıydı. Ona göre üzerine çok çalışılmış, düşünülmüş ama içinden geldiği gibi yazılmamıştı sanki bu kitap ve belki de sırf bu yüzden Burcu “dramda sanat sanat için anlayışına karşıyım” diye noktalandırıyordu tartışmayı.

Ben bu kitapla ilk olarak 2011 yılının Eylül ayında, birkaç günlüğüne tatil için gittiğim Ayvalık’ta tanışmıştım. Ayvalık’ın en güzel ve sakin zamanlarından biriydi. Sahil kenarında vakit geçirirken, hiç acele etmeden, yavaş yavaş okumuştum bu kitabı. O zaman beni de en çok romanın dili etkilemiş, anlatılması imkansız diye düşündüğüm birçok duyguyu ve anı çok güzel bir şekilde ete kemiğe büründürdüğüne karar vermiştim Aslı Erdoğan’ın. Fakat bugün içinse Kırmızı Pelerinli Kent bende daha farklı bir etki yaratıyor. Kitabı edebi açıdan çok beğenmiş olmama rağmen, bu sefer bende yarattığı ağır ve hatta kapkaranlık karamsarlığından bir an önce sıyrılmak isteği duydum. İşte bu yüzden benim gecenin sonunda kitap için söylediğim son söz “lütfen bir daha Rio de Janeiro’da kimse kalmasın” oldu.  






08 Mart, 2014

Beğenmeyen Okumasın’ı bir blog olarak okuyucuyla ilk kez Temmuz 2012’de buluşturduk. Bloğumuzun omurgasını edebiyat oluşturmaktaydı belki ama bu edebiyat yorumlarında dahi siyasi, kültürel, sosyal ve kentsel meselelere hep kafa yorduk. Bunların en başında da- ekibin tamamının kadınlardan oluştuğunu düşününce çok da şaşırtıcı olmayacak şekilde- kadın meselesi geliyor. Bugün, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Siz değerli okurlarımızın Kadınlar Günü’nü bir röportajla kutlamak istedik.

Röportaj isteğimizi kırmayan Ayşe Yazıcıoğlu, 2010 yılında Doğan Kitap’tan çıkan 68’in Kadınları isimli eserin yazarı. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Uzun yıllar özel sektörde ve medyada çalıştıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde tarih alanında yüksek lisansını tamamlamış, şu an bu sürece aynı alanda doktora yaparak devam eden bir öğrenci, bir akademisyen, bir kadın, bir anne ve fevkalade bir dost. Kendisiyle 68 kuşağını, bu kuşağın kadınlarını ve Türkiye’de feminizmi konuştuk… 

Bu proje nasıl ortaya çıktı ve tamamlanması ne kadar sürdü?

‘68’in Kadınları bir belgesel projesi hazırlarken ortaya çıktı. Belgesel için röportaj yaptığım kişilerden birisi de Ferai Tınç idi. Doğan Kitap’ın böyle bir kitap hazırladığını söyledi ve kitabı benim hazırlamam için tavsiyede bulundu. Röportaj röportajı doğurdu diyebiliriz. Belgesel için hazırladığım sorular kitabın içeriği ile paraleldi ve dönemin erkek ve kadın eylemcilerinin gündelik yaşam pratiklerine odaklanıyordu. Çerçeve aynı olunca kitabı hazırlamak da zor olmadı.

Röportaj yaptığın kadınları neye göre belirledin?

‘68 hareketi gibi hem siyasi hem tarihi hem de gündemden düşmeyen bir konuda kişi seçimi biraz çetrefilli olabiliyor. Ben sosyal bilimci perspektifiyle baktığım için her türlü fraksiyona eşit mesafede durdum. Siyasi bir duruştan ziyade söyleşiler üzerinden anlama ve tarihe kayıt düşme gibi bir kaygım vardı. Bir diğer konu da röportaj yapmak istediğiniz kişilere ulaşabilme sıkıntısı. Herkese ulaşamayabiliyorsunuz ya da bu konuda konuşmak istemeyen kişiler olabiliyor. Ben listemdeki pek çok kişiye ve hatta daha fazlasına ulaştım.

 



Bir röportaj kitabı hazırlamanın, röportaj yapmanın zorlukları nelerdir? 


Bir önceki soruda değindiğimiz üzere kişileri belirleme, onlara ulaşabilme ve röportaj vermeye ikna edebilme meselesi önemli. Her kişide bunu başarmak mümkün olmayabiliyor. Ya bu kişi şehir dışında oturuyor ya da konuşmak istemeyebiliyor. Sonra bu kitap açısından en önemlisi, içeriğin gündelik yaşama yani bir dereceye kadar özel hayata ilişkin olması. Bu da çetrefilli bir mevzu. Hele de yaşamın bugünkünden çok daha farklı kurulduğu ve yaşandığı kişiler için... Bugün insanlar sosyal medya ile özel yaşamlarını ne kadar ortaya koyuyorsa o dönemde de tam tersi. Günün getirdiği yaşama biçimi böyle. Bir de siyasetin üzerini örttüğü perde var. Bunu kırmak kolay olmuyor. Tabii ben de onlar için hiç tanımadıkları birisiydim. Röportaj yapan kişinin bunu kırması gerekiyor.

68 kuşağı kadınlarının konuşmalarında en çok vurgu yaptıkları tema ne idi?

Bu röportajı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle yaptığımız için ben de sorunuzu bu eksende cevaplamaya çalışacağım. Öncelikle Türkiye’deki ‘68 hareketi Batı’dan farklıdır. Batı’daki büyük yapılara olan eleştiri, özgürlük ve feminizm gibi düşünce ve dalgalar burada etkisini pek göstermiyor diyebiliriz. Bu açıdan feminizm Türkiye’deki ‘68 hareketinde yok. Bu hareket de belki iki evreye ayrılabilir diye düşünüyorum. Siyasi şiddetin egemen olmasından önceki öğrenci hareketleri ile şiddetin ağır bastığı ikinci evre. Özellikle ilk devredeki öğrenci eylemlerine katılım ve iş bölümünde nispeten bir eşitlikten bahsedilirken siyasi şiddetin artması ile toplumsal cinsiyet meselesi en geleneksel haliyle ortaya çıkıyor. Kitaptaki kadınların genelde altını çizdiği konu özellikle ikinci evrede kadının rolünün, geleneksel ailede olduğu gibi, arka plandaki işleri organize etmeye indirgenmedi oldu. Ferai Tınç’ın deyimiyle “kadının görevi hizmet” anlayışı sol harekette de hakim oluyor. Özel hayata baktığımızda elbette aşk var. Ancak Hülya Karadeniz’in belirttiği gibi, ilk elinizi tutan kişiyle hayatınızı birleştiriyorsunuz. Farklı fraksiyondan ya da okuldan biri ile ilişkiye bile itirazlar yükseliyor ki neyse ki en azından benim röportaj yaptığım kişiler bu sesleri dikkate almıyor. Toplumsal cinsiyet meselesi ‘68 hareketinde de egemen kalıplarda var oluyor. Bu arada özel hayata ilişkin meseleler kadınlar arasında bile pek konuşulan bir konu değil. Dediğim gibi, o dönemde özel hayat hala “özel”. Diğer taraftan tabii ki bir kültürel muhafazakarlık var. ‘68’ın kadınları genelde kentli, üst orta sınıf kadınlar. Kitapta yer aldığı gibi taşradan ve işçi sınıfından gelen kadınlar da var. Hangi sınıftan olursa olsun, bu kadınlara biçilen senaryo belli. Üniversiteyi bitirdikten sonra meslek sahibi olup hem çalışma hem de aile hayatlarına “uygun” bir şekilde devam edecekler. ‘68 kuşağı kadınları bu senaryoyu bozdu. Büşra Ersanlı sol hareket kadını sokağa çıkarmıştır diyor. Bence de bu eylemler sayesinde kadınlar sokağa çıktı ve bir daha da içeri girmedi!

68'in Kadınları, Doğan Kitap


Türkiye'de 68'li kadınlar olarak betimlenen kadınlara daha yakından bakarsak kültür, eğitim ve politika açısından kendi aralarında nasıl bir farklılık gösteriyorlardı? Bu kapsamda onları bir araya getiren şey sence neydi?

Altmışlı yılların sonu Türkiye’de farklı bölge ve sınıftan insanların üniversite eğitimine katılabildiği bir zamana denk geliyor. Merkezi sınav sisteminin başlaması da bu döneme denk geliyor. Bu açıdan baktığımızda, daha çok kentli, üst orta sınıf, eğitimli ailelerden gelen öğrencilerin yanı sıra artık çevre de merkezin yanında yer alıyor. İlk dönemde, üniversite yıllarında bir farklılık görülebiliyor. Dil bilen kolej mezunları ve Anadolu’dan gelen öğrenciler bir arada… Yine de öğrencilerin örneğin sendikalarda çalışmaya başlaması, fikir kulüplerinde bir araya gelmesi insanları yaklaştırıyor diye düşünüyorum. Şunu ekleyebiliriz belki, ileriki dönemlerde siyasi şiddetin artması, fabrika ve gecekondu ortamlarındaki deneyimler ve taşradan gelen öğrencilerin çoğalmasıyla birlikte kadınlar için “bacı” dönemine geçiliyor. Ancak kentli erkek öğrenciler de bu popülist söyleme meyletmeye müsait gibi görünüyor.‘68’li kadınların bir başka ortak noktası da ailelerin genelde bilgiye ve eğitime önem verip çocuklarının okumasını teşvik eden Cumhuriyet kuşağı aileler olması. Bir diğer nokta da babaların çoğunlukla kızını destekleyen ve güvenen bir baba portresi çizmesi.
                                                  
Sen 68 kadınları ile konuşurken, bugünün aktivist kadınları ile bir bağ kurabildin mi? Yoksa bugünün aktivizmi tamamen farklı dinamikler üzerinden mi işliyor? Karşılaştırabilir misin?
     
’68 kuşağının kadınlarına çok şey borçluyuz. Önce üniversitedeki eylemlere katıldıkları, sonra sol hareket içinde yer aldıkları, hareketin getirdiği pek çok zorluğu üstlenerek bir model oldukları ve 1980’lerdeki feminist harekette önemli bir rol oynadıkları için. Tepeden inme olarak eleştirilen Cumhuriyet döneminin modernleşmeci hukuki ve siyasi yeniliklerinin üzerine onların ’68 hareketinde ve sonraki sol hareketteki varlığının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Onlar yaşamın ta kendisi üzerinden ve kendi hayatları ile bu katkıyı sağladılar. Bazen sadece sokakta olmak bile yeterlidir. Gezi direnişinden bir örnek vermek istiyorum. Gezi direnişinde feministlerin aktif olduklarını biliyoruz. Ancak Gezi’de bir çadır gözüme ilişti: Emzirme çadırı! Bugünkü ortamda artık kadın olma hali, kadınlık herhangi bir siyasi ya da toplumsal olayın dışında değil. Hepsi bir arada yaşanıyor. Bugünün kadın aktivistleri kadın olmanın bilincinde ve bunu her yere taşıyıp mevcut toplumsal kalıpları sarsıyor.

Kitabında bu kuşaktan gelen 16 farklı kadına yer veriyorsun. Gündelik hayatlarında farklı biçimlerde karşılaştıkları ve mücadele içine girip kazanım elde ettikleri ataerkil yapı ile bugün içinde olduğumuz ataerkil yapı arasında nasıl bir fark sence?  Yoksa günümüzde kadınlar daha zorlu bir mücadele içinde mi?

Bugün, aslında altmışlarda da var olan ama şimdilerde siyasi konjonktürle pekişmiş olan bir muhafazakarlık ikliminden söz edebiliriz. Aslında ben buna kültürel muhafazakarlık demeyi tercih ediyorum. Sadece yaşayış tarzı meselesiyle birbirinden ayrılan iki toplumsal tabaka var diye düşünülebilir. Ya da şöyle söylesek, başörtüsünü çıkarırsak ataerkil yapı konusunda Türkiye’de kutuplaşmış olan kesimler birbirinden ne derece farklı? Ataerkil yapının sorgulanması, gündelik yaşam, evlilik ve cinsellik gibi konularda farklardan çok benzerliklerden konuşmak daha mümkün gibi geliyor bana. Bunda Zeitgeist yani zamanın ruhu da etkili. 1980’lerden beri dünyada içe dönüş yaşanıyor. Neoliberal politikalar bireyi, kültürü ve cemaati destekliyor. İçinize dönün ve örgütlenmeyin! Oysa altmışlı yıllar insanların mobilize olduğu, göç ettiği, sokaktan bir şeyler öğrendiği, dışa dönük yaşadığı yıllardır diyebiliriz. Türkiye’de 1950’lilerden sonra başlayan hızlı göç sonrası hele ‘68’de kent olgusunun güçlendiği, kentin kalabalıklaşmaya başladığı ve ortak tecrübelerin oluştuğu bir dönemdi diyebiliriz. Bu dönemde ‘68 hareketine katılan kadınlar siyasi ve toplumsal düzeni değiştirmede erkeklerle eşit rol üstlenerek mevcut düzene ve normlara meydan okuyor diye düşünüyorum. Ancak özellikle siyasal şiddetin artmasıyla mevcut kadın-erkek ilişkileri yeniden gün yüzüne çıkıyor ve erkekler önde, kadınlar onların arkasında yer alıyor. Aslında Behice Boran gibi bir liderden sonra bu harekette çok kıymetli kadınlar olmasına rağmen Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Sinan Cemgil gibi bir kadın figüre rastlayamıyor olmamız şaşırtıcı geliyor.


Türkiye’de bağımsız bir ikinci dalga feminist hareket çok da ortaya çıkmıyor. Yani kadın hareketi kendisini daha çok sol hareketin içerisinde tanımlıyor. O dönemin kadınları için önce devrim sonra kadın hakları gibi bir durum söz konusu. Diğer taraftan Türkiye’deki 68 kuşağı da bir anlamda ataerkil. Aslında sanki bir ikilemin içindeler. Sen bu ikilemi nasıl yorumluyorsun?

O dönemin en önemli ikilemi belki yine bu topraklarda çok etkili olan ve “her şey vatan, devlet ve toplum” için anlayışının zaman zaman değişen önceliğiyle ama genelde bu minvalde akmasıyla ilgili. Biraz önce değindiğim üzere, Türkiye’deki ’68 belki başta üniversite yönetimini eleştirirken esas etkin olan yapıları devam ettirme yoluna girdi ve hatta yetmişlerde kendi katı yapılarını kurdu. Feminizme geçersek; her şey toplum için, toplumu değiştirmek ve kurtarmak içinse sizin haklarınızın ne gibi bir önceliği olabilir? Bir de sol hareket farklı ortamlara giriyor ve fabrikalarda, köylerde, gecekondularda aktif oluyor. Eteğin altına pantolon giymekten başka bir formül var mı? Ataerkil yapı farklı suretleriyle her yere nüfuz etmiş durumda. Bir ikinci mesele de, altmışlarda bir çeviri ve yayın zenginliği var. Ancak feminizmle ilgili gelişmelerin daha çok kolej mezunu, dil bilenler tarafından takip edildiği gibi bir izlenime kapıldım. Genelde ise feminizm Türkiye ‘68’inin gündeminde, hele de öncelikli gündeminde hiç değil. Sonuç olarak, ikinci dalga feminizmi Türkiye’deki şartların kendi özgünlüğü nedeniyle yeşeremedi ve 1980’leri beklemek durumunda kaldı. Belki Kürt hareketine kısaca değinmek gerekebilir. Kürt hareketi bugün bariz biçimde görünen haliyle kadın ve erkeğin temsili konusunda bir farklılık sergiliyor. Bunda benimsenen siyasi söylem ve önceki kuşaklar kadar hareketin kendi yapısı ve gelişiminin de etkisi olabilir. 

68 kuşağının kadınları, 1980'den sonra yeni dalga feminist hareketten nasıl etkileniyorlar? 3. dalga feminist harekette yer alıyorlar mı? Daha da ileriye götürüp sorarsak, 2000’li yıllarda bu kadınların savundukları şey nedir? Bu konuda ortak bir noktaları var mı? Örneğin, Oya Baydar “Yetmez ama Evet”çi olduğunu söylemişti en son. Bu kadınların AKP’ye bakış açısı hakkında söylemek istediklerin var mı?

 ‘68’li kadınlar bugün elbette ekseriyetle feministler ve konuştuğumuz üzere aralarında seksenlerdeki dalgaya aktif olarak katkıda bulunan isimler var. Ancak Oya Baydar örneği şöyle bir genel siyasi duruşa işaret ediyor: Bu kuşağın bugün aldığı duruş onların geçmiş on yıllar boyunca edindiği tecrübelerle yakından ilişkili. Bir kere ezilmiş ve mağdurun yanında olma, haksızlığa karşı gelme ’68 hareketinin düsturlarından. Sonra hareketin yetmişlerdeki genişlemesi ve kapalı örgüt yapısı ile birlikte devlet şiddetive iki darbe yaşaması da önemli. Bir de sürgün hayatı var… Üstelik tüm bunlar bir bireyin yirmi yıllık hayat çizgisine oturuyor. Bu nedenle hem dünyada hem de Türkiye’de özgürlükleri en kuvvetli ve en aşırı şekilde savunan kesimler bu kuşaktan çıkabiliyor. Ancak bazı durumlarda bunun siyaseten doğruluğu tartışılır. Kadın ve erkeğin aynı ve eşit olmadığı anlayışını benimsemiş ve tüm programını buna göre kurgulamış bir partiden özgürlükler konusunda bir adım beklemek bence fazla iyimser olur. İyimserlik özneldir ve eninde sonunda kişinin tecrübelerinin bir sonucudur. Son olarak şunu ekleyebilirim, ’68 kuşağının üyeleri farklı kutuplardaki grupların kanaat önderleri oldular. Biz görüşlerini benimseyelim ya da benimsemeyelim… Sadece bu kitapta yer alan kişilere bakmak ve bugün neler yaptığını düşünmek bile yeter.

Bu kitapta ya da geçen yıl Toplumsal Tarih’te yaptığın gibi yeni bir röportaj serisi projesi düşünüyor musun? Ajandanda neler var?

Toplumsal Tarih için yaptığım beş röportajlık Tarihçinin Odası serisinin bir kitaba dönüşmesini arzu ediyorum. Röportajın çok sevdiğim bir alan olduğunu söyleyebilirim. Yeni projeler elbette gelecektir...

02 Şubat, 2014


 Halide Edip,  özellikle 1920’lerle birlikte Anadolu insanını konu alan ve siyasi içeriği ağır basan gerçekçi romanlar yazmaya başladı. Bu dönemde en çok ses getiren eseri 1922 senesinde İkdam Gazetesi’nde tefrika edilen ve kısa bir süre sonra da sinema salonlarında gösterime giren Ateşten Gömlek’tir.

Eserin ana karakterleri, hastabakıcı Ayşe, Ayşe’nin kardeşi Cemal, Binbaşı İhsan ve Dışişleri memuru Peyami’dir. Hikayeyi, Peyami’nin hastanede kaleme aldığı bir hatıra defterinden öğreniriz.

Yıllar öncesinde Peyami, amca kızı Ayşe’yle evlendirilmek istendiğinde, buna itiraz etmiş ve bir fırsatını bulup Almanya’ya kaçmıştır. Oysa savaşın ardından, mücadeleci kadın kahraman Ayşe’ye aşık olacak, verdiği karardan ötürü pişmanlık duyacak fakat duygularını ona hiçbir zaman açıklayamayacaktır. Ayşe ise, İstanbul’da tanıştığı başka bir akrabasıyla evlenir. Ama İzmir işgali sırasında eşini ve oğlunu kaybeder. Bu yüzden, yeniden İstanbul’a, akrabası Peyami’nin yanına gelmek durumunda kalır. İstanbul’da Cemal’in arkadaşı, İhsan’la tanışır ve bu onun için yeni bir hikayenin başlangıcı olur. Öte yandan, İstanbul’un işgalinden sonra hayat şartlarının giderek zorlaşmasıyla birlikte savaşa katılmak için önce İhsan ve Cemal, daha sonra da Peyami ve Ayşe Anadolu’ya geçecektir. Bundan sonra, Anadolu’da bir çete kurup, ulusal harekete olan desteği arttırmaya çalışırlar.   

Ateşten Gömlek, bir belgesel roman özelliğinde, idealize edilmiş karakterleri, gerçekçi anlatımı ve etkileyici mekan tasvirleriyle önemli bir dönem eseri. İstanbul’un işgaline karşı coşkulu konuşmalarıyla hatırladığımız, işgalden sonra savaşa katılmak için Anadolu’ya geçen, savaşın ardından da Anadolu’da meydana gelen tahribatı incelemek için kurulan Tetkik-i Mezalim Komisyonunda yer alan ve buradaki gözlemlerine dayanarak bu eseri kaleme almış bir yazarın gerçekçiliğiyle de bütünleşmiş bir eser.

Halide Edip de, romanının isim babası olan Yakup Kadri’ye ithafen yazdığı önsözünde “Sakarya silah arkadaşlarımın ‘Ateşten Gömlek’te birkaç solgun aksini İstanbul, ihtilal ve ordu günlerinden alıp kağıt üstüne koymağa çalıştım” diyerek anlatır kitabını.

Bu eser, erken Cumhuriyet dönemi sinemasında da farklı bir iz bırakıyor. Ateşten Gömlek filminde ilk kadın tiyatro ve sinema sanatçılarından olan Bedia Muvahhid, Ayşe’yi ve Munire Hanım (filmin afişinde Neyyire Neyir olarak yer alıyor) ise Kezban isimli köylü bir genç kadını oynamıştır. Bu film, yazarının ve oyuncularının “Müslüman Türk kadın” kimlikleriyle öne çıkıyor. 1923 senesi, Süs Dergisi’nde yayınlanan bir makalede, tam anlamıyla Türk mahsulü bir film olarak nitelendirilmiş ve özellikle ilk kez bir filmde Türk kadınlarının rol almış olmasından övgüyle bahsedilmiştir.[1]

Zaten Cumhuriyet’in ilk yıllarında, sinema kadınlar için yeni ve farklı hayat imkanları sunan bir mecra. Sinemanın gündelik hayata girişiyle birlikte, kadınlar hem izleyici hem de oyuncu olarak modern hayatın içerisinde yeni bir mecrada yer almaya başlıyor. İşte böyle bir dönemde Muhsin Ertuğrul’un yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan bu eser gösterime girdiği andan itibaren yoğun bir ilgiyle karşılaşıyor. (Bu ilgi 1920’lerde sayıları giderek artan sinema salonları ve izleyici kitlesi düşünüldüğünde önemsenmeye değer.)

Dönemin koşulları içerisinde Ateşten Gömlek hem kitap hem de film olarak büyük bir popülerlik elde ediyor. Bir yandan “yeni toplum” ideallerinin ifade edildiği ve bir yandan da savaşın Anadolu’da yarattığı etkilerin detaylı bir şekilde gözler önüne serildiği bu eserin edebiyat ve sinema tarihimizde çok farklı bir yeri olduğu aşikar. 




  
[1] “Bedia Muvahhid Hanım Ateşten Gömlek Filminde” Süs Dergisi (Haftalık Edebî Hanım Dergisi), 16 Haziran 1923, sayfa 11.



06 Ocak, 2014



Ben ömrüm boyunca bir köpek olarak yaşamıştım ama artık kesin kararım, bir kediye dönüşmekti.”
“… Çünkü insanları konuşarak tanıyamazsınız. Konuşmak, canlı yaratıklar arasındaki en etkisiz iletişim aracı. Dil yalan söylüyor, olanları çarpıtıyor, insanlığın hiç bıkıp usanmadığı klişeleri tekrarlıyor. Bu yüzden, insanları dinlemek onları anlamak için yeterli değil.”

Zülfü Livaneli’nin, bazen güçlü bir mizah, bazen de sarsıcı bir hüzünle yazdığı ama her daim samimi ve akıcı bir dile sahip olan bir romanı Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm. Herkesin kendinden bir parça bulabileceği derinlikte ve ustalıkta yazılmış bu eser, 2001 senesinde  Yunus Nadi roman ödülünün sahibi oluyor.

Livaneli, uzun bir yazma süresinin ardından bu kusursuzluğa ulaştığını söylüyor. “Bu roman benim için şimdi bitti, yani yazılmaya başlamasından yirmi dokuz yıl sonra” diyor kitabının önsözünde.   

Roman, Sami’nin 12 Mart döneminde başına gelen korkunç bir olay nedeniyle İsveç’e siyasi mülteci olarak gidişinden sonra yaşadıklarını, zaman zaman kahramanın kendi geçmişine doğru yaptığı zihinsel yolculuklarla birlikte konu alıyor. Romanın ana konusunu ise Sami’nin, Stockholm’e kendisi gibi iltica etmiş olan arkadaşlarıyla birlikte darbe döneminin eski bir bakanına karşı hazırladıkları bir intikam planı çerçevesinde gelişen olaylar oluşturuyor. Bu süreçte Sami, özlem ve öfke, bağışlamak ve intikam almak arasında gelgitler yaşayacağı bir yenilenme dönemine giriyor.

Bu kitabında Livaneli, 12 Mart darbesini, hem siyasetle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir gencin yaşadıkları üzerinden hem de darbe döneminin eski bir bakanının gözünden değerlendiriyor. Bir yandan da batılı bir ülkede siyasi göçmen olarak verilen var olma mücadelelerini kaleme alıyor ve birilerine göre hep “öteki” ya da birey olma/olamama hallerini irdeliyor. Romanın bu iki ana konusuna, kitap boyunca yapılan psikolojik tahliller ve bu tahlilleri destekleyen çarpıcı bir kurgu da eşlik ediyor.

Aslında Livaneli bu kitaba başladıktan epey bir süre sonra yazmaya ara vermiş. “Bunun nedeni, olaylara ve karakterlere fazla yakın olduğumu düşünmem ve ‘gerçeğe gerçekdışından ulaşmak’ için gerekli mesafeye sahip olmadığıma inanmamdandı” diyor yine kitabının önsözünde. Bu yüzden, bu romanını iki farklı anlatıcı aracılığıyla, iki farklı dille ve bakış açısıyla kaleme almayı tercih ediyor. Sami’nin kendi hikayesini anlatması için anlaştığı yeni ve tanınmamış bir yazarın anlatısı, kendi metinleriyle ya da onun metne yaptığı müdahalelerle birlikte veriliyor romanda. Bu da Livaneli’nin hikayesini daha da etkileyici bir dile kavuşturuyor ve okuyucuyu hikayenin kendi gerçekliğiyle baş başa bırakıyor.     

Not: Doğan Kitap’tan çıkan eserin ek kısmında Zülfü Livaneli ile yapılan bir söyleşi ve kitaba dair yorumlar da yer alıyor.






07 Aralık, 2013




İmparatorluğun yeni adamları yeni başlangıçlara, yeni bölümlere, temiz sayfalara inanan insanlar; ben ise eski öyküyle uğraşıyor ve öykü bitmeden bütün bu zahmete değdiğini düşünmeme yol açan nedenin ortaya çıkacağını umuyorum.

“…Onları ezmiş olan devin beni de ezmesi niye olanaksız olsun ki? Ölümden korkmadığıma gerçekten inanıyorum. Bence çekindiğim şey böylesine aptal ve şaşkın biri olarak ölmenin utancı.”

Coetzee, eserlerinde Güney Afrika’yı ve sömürge yönetimi politikalarını eleştirel bir dille konu almayı tercih eder. 1980 senesinde yayınlanan Barbarları Beklerken’de de, hayali bir imparatorluğun sınır kasabasında uzun yıllar görevde bulunan bir yargıcın gözünden aslında yine kendi gündemini aktarmaktadır. Bu kitabında sadece uygulanan politikalara değil yerel halka –kitapta geçtiği haliyle “barbarlara”- yönelik oluşan olumsuz algılara dair de çok ağır eleştiriler getirmektedir.
Fakat bu eser salt bir emperyalizm eleştirisi olarak da görülmemeli. Barbarları Beklerken, Coetzee’nin kullandığı alegorik anlatım tarzı ile de genel olarak iktidarın her türlü baskı pratiklerine, -bu hikayede örneklendirilen- “barbar” ve “düşman” gibi dışlayıcı ve ötekileştirici diline karşı önemli bir meydan okuma fırsatı da sunmaktadır.
Hikaye, bulunduğu bölgenin en yetkili kişisi olan bir sulh yargıcının, sivil savunmanın en önemli departmanından gönderilen bir albaydan, “barbarların” imparatorluğa karşı bir isyan planı hazırladığı haberini almasıyla başlar. Hemen ardından bölgenin dört bir yanında geniş çaplı bir soruşturma başlatılır ve beraberinde işkencelere ve çeşitli zulümlere istemeyerek, zaman zaman da kendi yöntemleriyle karşı çıkarak ve isyan ederek tanıklık eder yargıç. 
Bu kitabında hikayesini yalın ve akıcı bir dille anlatır Coetzee. Özellikle mekanların ve olayların tasvirlerini çok iyi bir şekilde yapar. Yazarın anlatım tarzının bir başka etkileyici yanı ise hikayenin baş kahramanı olan sulh yargıcının, görevi ve vicdanı arasında yaşadığı gelgitler ve yoğun iç münakaşalarının anlatıda merkezi bir rolünün olması. Durumlar üzerinden yapılan psikolojik analizler ve rüya sahnelerinin detaylı anlatımı yargıçla beraber okuyucuyu da kendine yönelik bir iç yolculuğa çıkarır ve yazar, böylelikle anlattığı konunun farklı açılardan derinlemesine analizini sunar.
Çağımızın en önemli yazarları arasında sayılan J.M. Coetzee, Nobel Edebiyat ödülünü 2003 senesinde almıştır. Barbarları Beklerken kitabı ise Penguin yayınevi tarafından 20. yüzyılın en iyi kitapları arasına seçilir. Aynı zamanda Coetzee’nin bu kitabından esinlenerek Philip Glass tarafından hazırlanan bir opera gösterisi de bulunmaktadır. 

10 Kasım, 2013







Bugün, varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden birisi olarak anılıyor Albert Camus. O ise aslında kendisini hiçbir zaman bu şekilde tanımlamıyor. “Benim uğraşım, kitaplarımı yazmak, insanlarım ve halkım tehdit edildiğinde savaşmaktır. Hepsi bu.” diyor. Halbuki büyük sosyal bunalımların bir sonucu olarak ortaya çıkan ve özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında etkisini daha fazla hissettiren bu ontolojik arayıştan hem çok etkilenmiş hem de onu derinden etkilemiş oluyor. Hepimizin bildiği gibi en çok da Yabancı ve Veba’da ortaya koyduğu kendine has “saçma” fikriyle bu varoluşçu felsefeye açık bir şekilde damgasını vuruyor.      
Camus’nun felsefesine karşı duyulan büyük merak ve hayranlığın birincil sebebi bu “saçma” fikri olsa gerek. “Saçma”yı “insan da, yaşam da saçmadır; boşunadır, rastgeledir, sağlam hiçbir şey yoktur; ama yine de yaşamak gerekir” diyerek açıklıyor bir keresinde.
Aslında hem felsefesine hem de edebi diline egemen olan ikiliklerle doğrudan bağlantılı bu “saçma”. Mesela sanki bir yanında hep yaşamak bir yanında da hep ölmek varmış gibi yazıyor Camus. İkilemlerin içerisinden bakarak, kitaplarının satır aralarında felsefesinin detaylarını anlatmayı tercih ediyor hep. Tıpkı 1957 senesinde Nobel Edebiyat ödülünü kazanmadan birkaç ay önce tamamladığı Sürgün ve Krallık’da yaptığı gibi.  
Camus’nun hayatı boyunca yazdığı tek hikaye kitabı Sürgün ve Krallık. Kitap, altı hikayeden oluşuyor ve Camus, her bir hikayesinin başlangıcında uzun ve detaylı tasvirlere yer veriyor. Fakat sadece kahramanlarının psikolojik ve fiziksel tasvirlerini değil, olayların geçtiği mekanların resmini de o kadar güzel çiziyor ki okuyanın hikayenin bir parçası olmaması işten bile değil.
Camus, bu kitabında da karakterlerinin başına gelen olaylar üzerinden hayatı anlamanın zorluğunu ya da bu durumun kendine göre “saçmalığını” gösteriyor. Birbirinden farklı ve iyi düşünülmüş kurgu örüntüleriyle yazıyor hikayelerini. Konuları ve kahramanları ise anlatım tarzına göre daha yalın duruyor. Nihayetinde Camus daha çok anlatmak istediğine odaklanmış bir şekilde yazıyor çünkü.
Bu kitabındaki hikayelerin ana kahramanları genellikle ya Fransa’da yaşayan Cezayir doğumlu bir erkek ya da Cezayir’de yaşayan bir Avrupalıdır. Bir tanesinde Güney Cezayir’e, kocasının işi sebebiyle giden bir ev kadınının yaşadığı iç münakaşaları konu alıyor. Bir diğerinde Paris’teki bir ressamın başarıdan depresyona doğru giden hayatını, arka planında yalnızlık ve dayanışma duygularıyla birleştirerek aktarıyor.   
Camus, varoluşa dair birçok duygunun anlamını arar gibi yazar bu kitabında. Ama daha çok yazdığı her bir hikayede kahramanlarının yaşadığı yalnızlığın (solitude) ve onun tam karşısında tanımladığı dayanışmanın (solidarité) kendine göre “sorunlu” ilişkisini göstermek istemiştir. 
Bir de, hikayelerinde Cezayir, egzotizm ve Arap karakterler de sessizlik üzerinden temsil edililiyor. Fakat bu durum esas olarak Camus’nun 1950’li yıllarda fikirsel alanda yaşadığı ikilemlerin herhalde en belirgin yansıması olarak görülmeli. (Cezayir’in bağımsızlık için mücadele ettiği bu dönemde Camus, Fransız hükümetini savunmuş, Cezayir’in tam bağımsızlığını desteklemekten kaçınmıştır.)      
Camus’u okumak ve anlamak, diğer eserlerinde de olduğu gibi, bu kitabında da o kadar da kolay bir iş değil. Camus öylesine okunmaz, okunmak istemez. Her kitabını yavaş yavaş, düşünerek ya da belki de bir değil birkaç kereliğine okunması için yazar. Bu yüzden değil midir ki yüzüncü yaş gününü kutladığımız bugünlerde Camus, hala çok büyük bir zevkle ve ilgiyle okunmaktadır.


25 Eylül, 2013











                             Paul Auster’in Kırmızı Defter’i

“Ne var ki iki ay kadar önce kitapların asla bitirilmediğini öğrendim,
hikayelerin bir yazar olmadan da kendilerini yazmayı sürdürebileceklerini de.”
Paul Auster

Çoğu zaman garip bir tesadüftür hayatı anlatan. Beklenmedik bir anda, insanın varlığını ve içinde yaşadığı dünyayı yeniden tanımlayan güçlü bir kırılma anı. Bu ana gücünü veren ise sadece birbiri ardına dizilen olayların rastlantısallığı değil, farklı insanların ve hayatların birbiriyle olan şaşırtıcı bağlantısıdır da. Aynı anda basitliğin ve karmakarışıklığın gözler önüne serildiği bu anlar, Paul Auster’in insan benliğinin izini sürdüğü romanlarında merkezi bir önem taşımaktadır.  
            Aslında tesadüflerin insan hayatındaki sembolik anlamlarını keşfeden bir düşünür Auster. Romanlarında da, işte bu sembolik dünyanın ortak dilini çözümlemeye ve evrende bulunan her şeyin bir bütünlük içerisinde birbiriyle bağlantılı olduğunu hissettirmeye çalışıyor.   
Auster’in felsefesinin derinliklerini merak edenler için -ve belki de Auster’i daha önce hiç okumamış olanlar için de- Kırmızı Defter güzel bir başlangıç. Kendi hayatından bazı kesitler de sunduğu bu kitabında dört ayrı bölüm altında topladığı hikayeleri yer alıyor. Bu kitapta yer alan hikayeler Auster’in kendi başına gelen ya da yakınlarından duyduğu gerçek olaylar. Etkileyici kurgusuyla birlikte bu hikayeler düşünsel dünyasını paylaşabildiği yaratıcı bir mecraya dönüşmüş.  
Romanlarındaki anlatım tarzını bu kitabında da koruyor Auster. Bazı hikayeleri şaşırtıcı bazıları da sıradışı. Anlatılarının gerçek olduğunu sıklıkla dile getiriyor olsa bile okuyucuyu yine gizemli bir dünyaya doğru yolculuğa çıkarıyor. Farklı farklı hikayelere tanıklık ettiriyor ve her bir hikayedeki ortak noktanın izini sürdürüyor.   
Bir de, bu hikayelerinde modern insanın görmezden geldiği, unutmaya ve hatta bastırmaya çalıştığı birçok duyguya dokunuyor Auster. İşte bu yüzden Kırmızı Defter’i okurken hem bir heyecan ve merak duygusu oluyor hem de çok belirgin olmayan bir hüzün dalgası kendini hissettiriyor. Ve Kırmızı Defter, Auster'in okuyucusuyla arasında bu kitabı bir kere okumakla yetinemeyeceği kadar güçlü bir bağ kuruyor.
Auster için yazmak, yaşamak gibi başı sonu belli olmayan, tesadüflerle dolu upuzun bir macera. Onu okumak da işte tam olarak böylesi bir deneyim.



24 Temmuz, 2013



            “Ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar çok alıştım ki.
Ve her şeyin yeniden bir bir var olmasına o kadar alışacağım ki.
Edip Cansever”


Askeri darbe üzerine yazılan eserlerin en çarpıcıları şüphesiz ki hapishane anılarıdır. Bu eserler, sadece yazıldığı dönemin içinden konuşabildikleri için tarihi bir önem arz etmez. Aynı zamanda, yazarlık deneyimlerini benzersiz kıldıkları ve yazara ve okuyucuya edebiyatın sınır tanımaz dilini sundukları için de farklılaşır. 12 Mart 1971’de Sevgi Soysal’ın sekiz ay boyunca tutuklu kaldığı Yıldırım Bölge Cezaevi’deki anılarından oluşan ve Oya Baydar’ın önsözüyle sunulan Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu da bu nitelikte bir eser. Bu kitabı benzerlerinden ayıran en önemli özelliği ise Sevgi Soysal'ın dilinin samimiyeti, açıkyürekliliği ve kendine has mizahı.

Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, hüznü mizahın dilinden anlatan bir kitap. Bunun için olsa gerek, 12 Mart’ın simge kitabından, üstelik bir de cezaevi anılarının, işkencelerin, türlü türlü eziyetlerin anlatıldığı bir kitaptan demir parmaklıklara teslim olmayan güçlü bir umudun sesi yükseliyor. Bu umudu, otoriteye karşı her türlü baskıyı reddeden, hem bireysel, hem de kollektif bir varoluş hikayesi besliyor. Bir de, kitap boyunca Sevgi Soysal’ın eğlenceli ve bir o kadar da düşündürücü alaycılığı…

Bu kitapta, Yıldırım Bölge Cezaevinde yaşadığı iki ayrı tutukluluk dönemini kaleme alıyor Sevgi Soysal. İlkini, 12 Mart rejimin tam anlamıyla inşa edilmediği, cezaevi koşullarının görece daha iyi olduğu ve sivri mizahının süzgecinden geçirerek sunduğu bir “sosyalizm dönemi” olarak tanımlıyor. Bu dönemi farklı kılan bir başka unsur da, en yalın halleriyle görebildiğimiz, siyasi tarihimizin tanıdık isimleri; Oya Baydar, Behice Boran ve Sevim Onursal.   

İkinci tutuklanışında ise, giderek daha da “sertleşen” 12 Mart rejimini yaşıyor. Yine aynı cezaevine getiriliyor ama eski koğuş arkadaşları ya çoktan tahliye olmuş ya da birbirleriyle görüşmelerine izin verilmiyor. (Bu durum, cezaevi yönetiminin, koğuş içindeki bütünlüğü bozmak için birbirine yakın olan kişileri ayrı ayrı koğuşlara koyma politikasından kaynaklanmaktadır.)

Bir yandan, Kızıldere olayı, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarının cezaevinde yarattığı yankılar, bir yandan da eski cezaevi kadrolarının değiştiği, tutukluların er kişi ilan edildiği kısacası şiddetin başkalaştığı bir dönem aslında. Sevgi Soysal bu dönemi anlatırken, hem cezaevinin askeri yönetim tarafından “hizaya getirilme” süreçlerine kendi ince ayarını ustalıkla yapıyor, hem de bu başkalaşıma karşı kadın mahkumların mücadele yöntemlerinden sık sık bahsediyor. Sözünü hiç sakınmıyor ve yeri geldiğinde sol hareket de onun eleştirilerinden fazlasıyla nasibini alıyor.    
  
  Sevgi Soysal’ın yazarlık hayatında 12 Mart önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Çeşitli dergilerde yayınlanan öyküleriyle başladığı yazarlığa, askeri rejim tarafından tutuklanma gerekçesi olarak gösterilen ve “hayvanlarla cinsi münasebeti övücü nitelikte bulunduğu için” toplatılan ilk romanı, Yürümek son noktayı koyar. Bu tarihten sonra yazdığı eserlerinde, 12 Mart’a karşı geliştirdiği eleştirel tutumu ve bu dönemin kendi hayatı üzerinde yarattığı izleri açıkça görebiliriz. Bunun en güzel örneklerinden birisi de Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’dur.

Not: Bu yazı, son birkaç yıldır düzenlenen Sevgi Soysal’ı anma çalışmalarına küçük bir katkı sunma ve onu “yeniden hatırla(t)ma" çabası olarak görülmelidir. 
   


31 Mart, 2013



Nietzsche Ağladığında , Irvin D. Yalom  


Nietzsche Ağladığında Bize Düşündürdükleri…   

Bu kitap, 1882 senesi Viyana’da psikanalizin ortaya çıkışına öncülük eden kişileri bir araya getiriyor, onları konuşturuyor ve onlar için modern kent hayatının yarattığı belirsizlikler ve ümitsizlikler içinde varoluşun anlamlarını ortaya koyuyor. Yazar, döneminin en önemli doktoru ve modern psikanalizin kurucuları arasında sayılan Josef Breuer’in Friedrich Nietzsche ile ümitsizlik ve varoluş hakkında aylar boyunca yaptıkları görüşmeler üzerine kurguluyor hikayesini. Deneysel nitelikteki bu görüşmeler gerçekte hiçbir zaman yapılmamış olsa da, yazar, edebi diliyle akademik bilgisini akıcı bir şekilde inşa ediyor ve Breuer histerik hastası Anna O.’ya karşı duyduğu yoğun hislerin anlamlarını çözümlerken ya da kendi hayatını seçme özgürlüğü ve sevme zorunluluğu arasında gelgitler yaşarken modern bireyin karmaşasını da ortaya koyuyor. 

Görüşmelerin başladığı andan itibaren Breuer’in amacı Nietzsche’nin ümitsizliğini konuşarak tedavi etmek olduğu halde, görüşmeler zamanla kendisinin –kendi deyimiyle- saplantılarına ve sorunlarına baca temizliği (arınma) yaptığı bir yolculuğa dönüşüyor. Öte yandan, Nietzsche için ise Breuer’in “çaresizliğinin” derin anlamlarını aradığı ve sonunda kendisini de sorgulamaya başladığı düşünsel bir üretim ve ifade alanı. Bu alanda, modern psikoterapiye Nietzsche ve Breuer’in katkılarını görebildiğimiz gibi Nietzsche üzerine uzun bir süre araştırmalar yapmış bir yazarın kaleminden Nietzsche’nin felsefesine dair detaylar ve Breuer’in dilinden ciddi eleştiriler de bulabiliyoruz. Ayrıca, bir kurgu ürünü olmuş olsa da Breuer’in asistanı Sigmund Freud’la olan yakın ilişkisine ve onları psikanaliz tarihinde önemli bir yere götürecek olan eserlerinin (Studies on Hysteria) oluşum aşamalarına da tanıklık ediyoruz.

Daha da önemlisi, edebiyat ve psikanaliz alanlarında parlak bir kariyer sahibi ve dönemin en etkili düşünürlerinin hayır demeyi bir türlü beceremedikleri bir kadını, Lou Salomé’u tanımak için bu kitabı okumaya değer. Ne Nietzsche, ne Rée, ne Rilke ve ne de Freud…  Onlar, geleneksel evliliği, sadakati ve kadınlığı reddeden, erkeklere karşı her zaman güçlü duran, dönemine göre “radikal” olarak nitelendirilecek davranışlar sergileyen, tam anlamıyla özgür ve cesur olan bu kadına hayır diyemediler. Lou Salomé zekası, güzelliği ve hayat tarzıyla kadınlar için yeni bir dönemin başladığını, yeni entelektüel kadınların ve erkeklerin aşık oldukları kişilerin ve aşkı yaşayış tarzlarının değiştiğini gösteriyordu. Bu açıdan yazarın bir başka başarısı da, Nietzsche’nin ve Breuer’in Lou Salomé’a karşı duyduğu “farklı” hisleri bu dönüşümün tarihselliği içerisinde verebilmesidir.  

Kitabın okuyucuyu etkileyen diğer bir yanı ise Nietzsche’nin fiziksel olarak hastalandığı sahneler ve bu sahnelerdeki ruh halinin detaylı tasvirleri. 20. yüzyıl felsefesini derinden etkilemiş, yazdığı kitaplarla psikanalizin oluşumunda büyük katkıları olmuş birisinin, kendi hayatı boyunca yaşadığı ihanetlere, ümitsizliklere ve yalnızlığa karşı takındığı hastalıklı, soğuk zırhı anlatmak hiç kolay bir iş değil. Fakat Irvin Yalom, Nietzsche’nin takındığı bu ruh hallerini ve fiziksel tepkilerini nedenleriyle birlikte çok başarılı bir şekilde tasvir ediyor. Bir yandan kitabın başından itibaren, kendisiyle ilgili hiçbir şeyi anlatmayan, görüşmeler sırasında Breuer’e karşı uzak davranan ve kendi etrafına ördüğü mantık zincirinin ardına gizlenen “güçlü” bir Nietzsche görüyoruz. Bir yandan da, kitabın son kısımlarında yazar bambaşka bir Nietzsche’yle karşılaştırıyor bizi. Fakat Breuer kendi sorunlarını zihninde çözdüğünü söylediğinde, kolayca yenilgiye uğradığını düşünen ve ağlayarak hislerini Breuer’e anlatan Nietzsche'yi de çok inandırıcı bir şekilde anlatıyor yazar.

Nietzsche Ağladığında herkesin severek okuyabileceği bir kitap. Sürükleyici bir kurgusu, akıcı bir dili var. Özellikle de psikanalize karşı ilgisi olanlar için kaçırılmaması gereken bir eser.