10 Kasım, 2013







Bugün, varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden birisi olarak anılıyor Albert Camus. O ise aslında kendisini hiçbir zaman bu şekilde tanımlamıyor. “Benim uğraşım, kitaplarımı yazmak, insanlarım ve halkım tehdit edildiğinde savaşmaktır. Hepsi bu.” diyor. Halbuki büyük sosyal bunalımların bir sonucu olarak ortaya çıkan ve özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında etkisini daha fazla hissettiren bu ontolojik arayıştan hem çok etkilenmiş hem de onu derinden etkilemiş oluyor. Hepimizin bildiği gibi en çok da Yabancı ve Veba’da ortaya koyduğu kendine has “saçma” fikriyle bu varoluşçu felsefeye açık bir şekilde damgasını vuruyor.      
Camus’nun felsefesine karşı duyulan büyük merak ve hayranlığın birincil sebebi bu “saçma” fikri olsa gerek. “Saçma”yı “insan da, yaşam da saçmadır; boşunadır, rastgeledir, sağlam hiçbir şey yoktur; ama yine de yaşamak gerekir” diyerek açıklıyor bir keresinde.
Aslında hem felsefesine hem de edebi diline egemen olan ikiliklerle doğrudan bağlantılı bu “saçma”. Mesela sanki bir yanında hep yaşamak bir yanında da hep ölmek varmış gibi yazıyor Camus. İkilemlerin içerisinden bakarak, kitaplarının satır aralarında felsefesinin detaylarını anlatmayı tercih ediyor hep. Tıpkı 1957 senesinde Nobel Edebiyat ödülünü kazanmadan birkaç ay önce tamamladığı Sürgün ve Krallık’da yaptığı gibi.  
Camus’nun hayatı boyunca yazdığı tek hikaye kitabı Sürgün ve Krallık. Kitap, altı hikayeden oluşuyor ve Camus, her bir hikayesinin başlangıcında uzun ve detaylı tasvirlere yer veriyor. Fakat sadece kahramanlarının psikolojik ve fiziksel tasvirlerini değil, olayların geçtiği mekanların resmini de o kadar güzel çiziyor ki okuyanın hikayenin bir parçası olmaması işten bile değil.
Camus, bu kitabında da karakterlerinin başına gelen olaylar üzerinden hayatı anlamanın zorluğunu ya da bu durumun kendine göre “saçmalığını” gösteriyor. Birbirinden farklı ve iyi düşünülmüş kurgu örüntüleriyle yazıyor hikayelerini. Konuları ve kahramanları ise anlatım tarzına göre daha yalın duruyor. Nihayetinde Camus daha çok anlatmak istediğine odaklanmış bir şekilde yazıyor çünkü.
Bu kitabındaki hikayelerin ana kahramanları genellikle ya Fransa’da yaşayan Cezayir doğumlu bir erkek ya da Cezayir’de yaşayan bir Avrupalıdır. Bir tanesinde Güney Cezayir’e, kocasının işi sebebiyle giden bir ev kadınının yaşadığı iç münakaşaları konu alıyor. Bir diğerinde Paris’teki bir ressamın başarıdan depresyona doğru giden hayatını, arka planında yalnızlık ve dayanışma duygularıyla birleştirerek aktarıyor.   
Camus, varoluşa dair birçok duygunun anlamını arar gibi yazar bu kitabında. Ama daha çok yazdığı her bir hikayede kahramanlarının yaşadığı yalnızlığın (solitude) ve onun tam karşısında tanımladığı dayanışmanın (solidarité) kendine göre “sorunlu” ilişkisini göstermek istemiştir. 
Bir de, hikayelerinde Cezayir, egzotizm ve Arap karakterler de sessizlik üzerinden temsil edililiyor. Fakat bu durum esas olarak Camus’nun 1950’li yıllarda fikirsel alanda yaşadığı ikilemlerin herhalde en belirgin yansıması olarak görülmeli. (Cezayir’in bağımsızlık için mücadele ettiği bu dönemde Camus, Fransız hükümetini savunmuş, Cezayir’in tam bağımsızlığını desteklemekten kaçınmıştır.)      
Camus’u okumak ve anlamak, diğer eserlerinde de olduğu gibi, bu kitabında da o kadar da kolay bir iş değil. Camus öylesine okunmaz, okunmak istemez. Her kitabını yavaş yavaş, düşünerek ya da belki de bir değil birkaç kereliğine okunması için yazar. Bu yüzden değil midir ki yüzüncü yaş gününü kutladığımız bugünlerde Camus, hala çok büyük bir zevkle ve ilgiyle okunmaktadır.


0 yorum :

Yorum Gönder