Bugün, varoluşçu
felsefenin önde gelen isimlerinden birisi olarak anılıyor Albert Camus. O ise
aslında kendisini hiçbir zaman bu şekilde tanımlamıyor. “Benim uğraşım, kitaplarımı yazmak, insanlarım ve halkım tehdit edildiğinde
savaşmaktır. Hepsi bu.” diyor. Halbuki büyük sosyal bunalımların bir sonucu
olarak ortaya çıkan ve özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında etkisini daha fazla
hissettiren bu ontolojik arayıştan hem çok etkilenmiş hem de onu derinden etkilemiş
oluyor. Hepimizin bildiği gibi en çok da Yabancı
ve Veba’da ortaya koyduğu kendine has
“saçma” fikriyle bu varoluşçu felsefeye açık bir şekilde damgasını vuruyor.
Camus’nun felsefesine
karşı duyulan büyük merak ve hayranlığın birincil sebebi bu “saçma” fikri olsa
gerek. “Saçma”yı “insan da, yaşam da
saçmadır; boşunadır, rastgeledir, sağlam hiçbir şey yoktur; ama yine de yaşamak
gerekir” diyerek açıklıyor bir keresinde.
Aslında hem felsefesine
hem de edebi diline egemen olan ikiliklerle doğrudan bağlantılı bu “saçma”. Mesela
sanki bir yanında hep yaşamak bir yanında da hep ölmek varmış gibi yazıyor
Camus. İkilemlerin içerisinden bakarak, kitaplarının satır aralarında felsefesinin
detaylarını anlatmayı tercih ediyor hep. Tıpkı 1957 senesinde Nobel Edebiyat
ödülünü kazanmadan birkaç ay önce tamamladığı Sürgün ve Krallık’da yaptığı gibi.
Camus’nun hayatı
boyunca yazdığı tek hikaye kitabı Sürgün
ve Krallık. Kitap, altı hikayeden oluşuyor ve Camus, her bir hikayesinin başlangıcında
uzun ve detaylı tasvirlere yer veriyor. Fakat sadece kahramanlarının psikolojik
ve fiziksel tasvirlerini değil, olayların geçtiği mekanların resmini de o kadar
güzel çiziyor ki okuyanın hikayenin bir parçası olmaması işten bile değil.
Camus, bu kitabında da
karakterlerinin başına gelen olaylar üzerinden hayatı anlamanın zorluğunu ya da
bu durumun kendine göre “saçmalığını” gösteriyor. Birbirinden farklı ve iyi
düşünülmüş kurgu örüntüleriyle yazıyor hikayelerini. Konuları ve kahramanları
ise anlatım tarzına göre daha yalın duruyor. Nihayetinde Camus daha çok
anlatmak istediğine odaklanmış bir şekilde yazıyor çünkü.
Bu kitabındaki hikayelerin ana kahramanları genellikle ya Fransa’da yaşayan Cezayir doğumlu bir erkek ya da Cezayir’de yaşayan
bir Avrupalıdır. Bir tanesinde Güney
Cezayir’e, kocasının işi sebebiyle giden bir ev kadınının yaşadığı iç münakaşaları
konu alıyor. Bir diğerinde Paris’teki bir ressamın başarıdan depresyona doğru
giden hayatını, arka planında yalnızlık ve dayanışma duygularıyla birleştirerek
aktarıyor.
Camus, varoluşa dair
birçok duygunun anlamını arar gibi yazar bu kitabında. Ama daha çok yazdığı her
bir hikayede kahramanlarının yaşadığı yalnızlığın (solitude) ve onun tam karşısında tanımladığı dayanışmanın (solidarité) kendine göre “sorunlu”
ilişkisini göstermek istemiştir.
Bir de, hikayelerinde Cezayir,
egzotizm ve Arap karakterler de sessizlik üzerinden temsil edililiyor. Fakat bu
durum esas olarak Camus’nun 1950’li yıllarda fikirsel alanda yaşadığı
ikilemlerin herhalde en belirgin yansıması olarak görülmeli. (Cezayir’in
bağımsızlık için mücadele ettiği bu dönemde Camus, Fransız
hükümetini savunmuş, Cezayir’in tam bağımsızlığını desteklemekten
kaçınmıştır.)
Camus’u okumak ve
anlamak, diğer eserlerinde de olduğu gibi, bu kitabında da o kadar da kolay bir
iş değil. Camus öylesine okunmaz, okunmak istemez. Her kitabını yavaş yavaş,
düşünerek ya da belki de bir değil birkaç kereliğine okunması için yazar. Bu
yüzden değil midir ki yüzüncü yaş gününü kutladığımız bugünlerde Camus, hala
çok büyük bir zevkle ve ilgiyle okunmaktadır.
0 yorum :
Yorum Gönder