öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

05 Haziran, 2014


"Vapurun içinde tek kadındı. Tek biletsizdi. Fakat Kadıköy iskelesine vapurdan ne kadar bilet varsa o kadar adam çıktı. Ne fazla ne eksik." - Kim Kime isimli öyküden.

Her şey bir Burgazada ziyaretiyle başladı. Beğenmeyen Okumasın ekibinden Merve ile Ada’nın sakin sokaklarını yürürken Sait Faik Abasıyanık’ın, Darüşşafaka Cemiyeti tarafından müzeye çevrilmiş evini de ziyaret etmek istedik.

Sait Faik’in yazdığı, uyuduğu, muhteşem manzaraya dalıp gittiği, kısacası yaşadığı odaları dolaşırken, duvarlara yerleştirilmiş fotoğraflarına bir süre baktıktan sonra verdiğim ilk tepki şu oldu: Bu adam hayatımın aşkı olabilirmiş. Evet, itiraf ediyorum ki, Sait Faik'e sadece evinde dolaşıp fotoğraflarına bakarak aşık oldum o gün. Tabii bu aşkın doğal sonucu olarak, aslında hayatımın aşkını bulmadan kaybettiğim de söylenebilir. İmkansız aşklarım ve ben...
O günden sonra, biraz abartarak da olsa kafamda idealize ettiğim Sait Faik’i daha yakından tanımaya karar verdim. Şimdiye kadar onun sadece Kayıp Aranıyor isimli romanını okuyup burada da yazmıştım. Ziyaretin ertesi haftası gidip Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan basılan Sarnıç ve Son Kuşlar isimli öykü kitaplarını aldım. Bugün, içinde on altı adet hikayenisinin bulunduğu "Sarnıç"tan bahsetmeye çalışacağım.


Sait Faik'in tek başınalığını, gel gitlerini, özlemlerini ama yine de umudunu gördüm ben bu öykülerde. Kullanımını ilk kez, bu kitapta yer alan Bir Karpuz Sergisi hikayesinde gördüğüm 'yoksuzluk' var bu hikayelerde. Oldukça yalın ve sıcak anlatımında satır aralarında da olsa aşk da var yazdıklarında; ancak genel ve temel olarak öyküleri okurken ve okuduktan sonra bana kalan his sakinlik oldu. Evet, sakinlik... Öykünün konusu ne olursa olsun, Sait Faik kelimeleri o kadar yumuşak ve yalın seçmiş ki, okurken içime işleyen sakinlik ve huzur hiç gitmedi. Söz gelimi, babasının otuz yaşındaki ikinci eşi için ısrarla "annen" diye bahsetmesine çok kızan kırklı yaşlarındaki Rüstem'i, onunla arası kötü olan ablasını ve tüm bu kişilerin, doğum sancısı çeken bir kadının başında birbirlerine sopa ile vurarak kavga etmesini anlatışını okurken bile rahatsızlık duymadım. Bu bağlamda Sait Faik'in "büyülü" bir kalemi olduğunu söylemek sanırım abartı olmaz. Genelde Burgazada ve İstanbul'da geçen bu hikayeleri, konu bağımsız olarak okurken içime yer eden sakinlik hissinin başka bir açıklaması olamaz.

Loğusa isimli bu öykü dışında, kitapta yer alan birkaç öyküye de değinmek istiyorum. Kitaba ismini veren Sarnıç adlı öyküde eski yaşamını özleyen, eski bir dostuyla geçmişten bahsederken gözleri yaşaran, ortalama bir adamın geçmişle ilgili sorgulamaları, o günlere ait anıları ve kendisinde aradığını bulamayan eşinin, babasının evine geri taşınması var örneğin. Altını en çok çizdiğim öyküsü bu oldu diyebilirim. "Geçmiş hep daha güzel olmaya devam edecek." düşüncesini benimseyen şahsımın da ara sıra "Acaba geçmişi gözümde çok mu büyütüyorum?" şeklinde sorguladığım konuyu sorgulamış bu hikayede. "Niçin? Sanki o günler şimdiki kadar güzel miydi? Acaba o günler de bugünküler kadar durgun değil miydi?" diye sormuş ama sorunun cevabını vermemiş maalesef ve özlemeye devam de etmiş öykü boyunca. Genelde bu gibi cevapsız sorular sorduğundan da bahsetmiş zaten "Sarnıç"ta. Bu sorulara bir örnek olarak "Bu dünya insan için kafiydi. Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahluktu. O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı?" sorusu verilebilir sanırım. "Bu soruya cevabı olan var mıdır?" diye sorarak, ben de cevapsız sorulara bir tane daha ekliyorum.
Kafasında karpuz sergisi açmak hayali olan ama "yazın bütün güzelliğini görebilmek için" çalışmamak yönündeki arzusu "iradesini almış, birlik olmuş, dost olmuş" bir adamın hikayesini okudum Bir Karpuz Sergisi'nde. Kim Kime'de ise, ölen eşinin cenazesini Ada'nın en tepelerindeki evinden aşağı indirmek için kapı kapı dolaşarak yardım isteyen ama aradığı yardımı bulamayınca eşinin cenazesini uçurumdan aşağı atmak zorunda kalıp biletsiz olarak Kadıköy vapuruna binen bir kadını okudum. Yukarı da alıntı yaptığım gibi, vapurdaki tek biletsiz kadın oydu ve vapurdan bilet sayısı kadar adam inmişti. Burada melankoli düzeyinize göre, kadının vapur yolculuğu sırasında intihar ettiğini ya da vapurdaki adamların hepsi biletli olduğu için, vapurdan bilet sayısı kadar adamın inmiş olmasının normal olduğunu düşünebilirsiniz.

Sait Faik'i derinden tanıma yolculuğuma geç de olsa başladım. Burada Sarnıç'taki tüm öyküleri yazamasam da, en azından kendisinin tarzı ve anlattıklarıyla ilgili bir fikir verebilmiş olmayı umuyorum. Yazımı, Burgazada'da yaşadığı evde çektiğim fotoğraflarla sonlandırırken, keşfedilmesini ve kalabalıklaşmasını çok da istemediğim Ada'ya gidip Sait Faik'in müze evini gezmenizi tavsiye ediyorum.



Evin girişi. Bahçesinde önce bir Sait Faik heykeli karşılıyor bizi. Bahçenin yan tarafında ise ziyaretçilerin not ve mektuplarından oluşan minik bir sergi yer alıyor. Bu mektupları okurken çim sulama fıskiyelerinden ıslanmamaya dikkat edin :)

Sait Faik'in yatak odası

Evin en üst katından görünen muhteşem manzara. Hikayelerini bu manzaraya bakarak yazdığını hayal etmek bile güzel.

15 Şubat, 2014


   


Öykü kitapları hakkında yazı yazmak bence zordur. Tek tek öyküleri anlatmaya çalışmak yazara haksızlık oluyor gibi geliyor bana; aradan öykü seçip anlatmaya çalışmaksa diğer öykülere haksızlıkmış gibi. Bu sefer önümde iki öykü kitabı var. İkisi de birbirinden güzel ve bizden.

Mahir Ünsal Eriş 1980 doğumlu genç bir yazar. "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde" & "Olduğu Kadar Güzeldik" onun İletişim yayınlarından şu ana kadar çıkan kitapları. Açıkçası ben kendisiyle çok tesadüf eseri tanıştım. Bir gün bir arkadaşımı beklerken sıkılmamak için girdiğim kitapçıda "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde"yi gördüm. Kitabın kapağı, bana küçüklüğümü hatırlattı, ailemle çıktığımız yaz tatillerindeki sahilleri. Bu sıcacık kitap kapağının çekiciliğine karşı koyamayıp aldım kitabı. Ben yeni tanıştığım insanlara karşı mesafeli ve hatta yabani denebilecek kadar da soğuk bir insanım. Bu kitabı okumaya başladığımda iyice fark ettim ki, yeni tanıştığım yazarlara ve kitaplara karşı da çok farklı değilmişim. Soğuk durdum en başta; "tamam bu ilk hikaye güzelmiş ama diğerleri de öyle mi bakalım" diye bilmişlik tasladım. Öyle hemen samimi olmadım yani. Sonra bir de baktım ki, kitabı bitirmişim. O kadar akıcı, kendini sevdiren bir dili ve o kadar farklı bir bakış açısı vardı ki, mesafeler bir günde kapandı.

Sonra ikinci kitabı aldım; "Olduğu Kadar Güzeldik". Ne yalan söyleyeyim bu kitabın kabı, diğerinden de güzeldi. Hatta babamla benim aşağıda yer alan fotoğrafımıza pek benzettim. Bu kitap da diğeri gibi kendini sevdiren bir kediydi.Yalnız aralarındaki "ağabey- kardeş kitap" olma durumu fark ediliyordu. İlk kitap acemiydi diyemem ama "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde"de hissedilen o "yeni" olma hali "Olduğu Kadar Güzeldik"te kendini daha olgun bir ağabey seviye çıkarmayı başarmıştı. Öyküler, karakterler daha oturmuş, ne dediğini daha net ifade eden öykülerdi.


 
Kitaplara geçmeden önce Mahir Ünsal Eriş hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Efendim, Mahir Ünsal genç bir yazar. Çanakkale doğumlu ve Bandırma'da büyümüş. Bu nedenle öykülerinde bu iki ile çokça rastlıyoruz. Kendisi -yanlış öğrenmediysem- 10 dil biliyor ve çeşitli kitap, makale ve öykü çevirileri de bulunmakta. Gümüşlük Akademi'de "Dil ve Etimoloji Atölyesi/ Dilbazlık Atölyesi" adı altında da bir atölye düzenlemekte. Öyküleri pek çok yerde Barış Bıçakçı ve Emrah Serbes ile tarzları nedeniyle benzeştirilmekte. Kendisinin yorumuna göre de bu benzerlik; Emrah Serbes ve Barış Bıçakçı'nın da İletişim yayınlarının Ankara Bürosu tarafından 'keşfedilmiş' olmalarından kaynaklıdır. Öte yandan Eriş, gerçek okuyucu tarafından aslında o kadar "benzer" görülmediklerinin de altını çiziyor. Kitaplarda Balıkesir, Bandırma, Edremit, Çanakkale havası ağırlıklı, bir tutam Ankara da bulunmakta. Taşralı insanı anlatıyor ama aslında 1980 doğumlu çocukların hikayelerini anlatıyor. Bazı öykülerinde mizaha kayıyor dili, bazı öykülerde hüzün ağır basıyor. Bana her iki kitap içindeki favori öykülerini söyle derseniz ayrım yapmak çok zor olacaktır ama "benim adım Feridun" diğer öykülerinden bir adım daha öne çıkıyor benim için.



Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde

İlk kitabı olan "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde"de 14 öykü bulunmakta; "çok sıkılır arkadaşı ölen çocuklar", "kimi sevse gülderen", "biten bir aşkın ardından", "bana küstüler", "bilye hikmet", "her kanser erken ölümdür", "bir konsomatrisin hikayesi", "Ringo", "mektup yazacak gün", "hep klinsmann'ın yüzünden", "kadınlar hep olmadık zamanlarda", "ben evlenmeyi boşanmaktan daha çok seviyorum", "vakitlice gelmeyen çiş", "biraz uzunca bir diyet hikayesi".  Ben hepsini çok sevdim lakin; "ben evlenmeyi boşanmaktan daha çok seviyorum" ve "mektup yazacak bir gün" adlı öykülerindeki mizah bana daha yakın geldi. Ben saçma ve beklenmedik zamanlarda ortaya çıkan komik halleri severim. Bu öykülerde de öyle kendi içinde  komik - absürt durumlar vardı. Hüzünlü öyküler de vardı ama gerçek hayatın her yanı hüzün olduğundan ben diğer öykülere biraz  daha sempati ile baktım. Çocuklar üzerinden anlattığı "çok sıkılır arkadaşı ölen çocuklar" ve "hep klinsmann'ın yüzünden" öykülerindeki dili de anlattığı yaşa inebilmesi nedeniyle başarılı buldum. Ancak "Ringo" her ne kadar güzel anlatılmış olsa da çok sevemediğim bir hikaye oldu; içinde barındırdığı kadın karakterle ilgili olarak. Bir de şunu not düşmeden geçemeyeceğim, bana öyle geldi ki; bu kitaptaki kadın karakterlerde hep kötü bir taraf vardı, ihanet eden, giden, sevemeyen... Belki ben çok takıntılı olduğumdan bana öyle geldi; belki de belli özelliklerdeki kadınları anlatmak daha kolay olduğundan yazar bu yolu tercih etti; bilemiyorum.


Olduğu Kadar Güzeldik



"Olduğu Kadar Güzeldik" içinde 8 öykü barındırıyor; "sen o zaman parasız yatılıydın", "benim adım Feridun", "işe çıkılacak gün", "kanatlarımız olsa be Metin", "malibu", "dayımın avrupa'ya kaçırılışı", "zehir miktarda", "stoper".  Hepsi de birbirinden güzel yine. Ama bu kitapta kendime bir favori belirmeyi başardım; "benim adım Feridun". Bu öykü benim hep bir gün denemek istediğim "kaybolma" ve sonrasında "başka biri olma" halini anlatıyor. Tam bir kaybolma yok bu öyküde biraz daha farklı bir  durum var ancak "başka biri olma" noktasında harika bir tahmin yürütmüş yazar. Öyküyü gerçekten de merak içinde ve soluksuz okudum. Her anında kendimi yerine koydum. Size de olur mu bilmem ama bana nadiren olsa Melih Cevdet Anday'ın şiirindeki hal gelir; 

              

"bir misafirliğe gitsem
bana temiz bir yatak yapsalar
her şeyi, adımı bile unutup uyusam"

İşte bu öyküde hem "bir başkası olma" hem de bu "misafir olma" hali vardı. Bu öykünün dışında diğer çok sevdiğim öykü ise "dayımın avrupa'ya kaçırılışı". Bu öyküde bir annenin oğlu için endişelenişinin mizahı yapılıyor; hepimizin tanıdığı panik olmaya, abartmaya, korkmaya müsait bir anne ile sorumsuz, bir baltaya sap olamamış, hayırsız oğlunun hikayesi. Daha önce de belirttiğim gibi bu kitap bir önceki kitabına göre daha ayakları yere basan bir kitap ve içindeki tüm öyküler daha sağlam. Ben ayrıca "stoper" ve "malibu"yu da epey beğendim. 

Kısacası efendim, okumanız sırasında sizi dışlamayacak, size kibirle yukarıdan bakmadan bakmadan "göz hizasından" yazılmış öyküler okumak istiyorsanız; dil akıcı olsun, rahat okunsun diyorsanız; yakın zamana ait detaylar da bulayım diyorsanız bu iki öykü kitabını size tavsiye ederim.