25 Haziran, 2014

 

"büyük şeyler yapmasan da hayat güzeldir aslında!"


“Meşrutiyetin ilanından sonra bir Fransız gazetesi Türkiye’de olup bitenleri ilk kaynaktan öğrenmek için İstanbul’a muhabir göndermeye karar verir. Türk asıllı bir Fransız gazeteci bu işe talip olur ve köklerinin bulunduğu şehre, İstanbul’a doğru yola çıkar.”diyor Gölgeler ve Hayaller Şehri’nin arka kapak yazısında.

Bir kısmımız Murat Gülsoy’u 1992 –2002 yılları arasında çıkardığı Hayalet Gemi dergisi ile, bir kısmımız Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazandığı “Bu Kitabı Çalın” adlı kitabıyla, bazılarımız Yunus Nadi roman Ödülüne layık görüldüğü “Bu Filmin Kötü Adamı Benim” romanıyla tanıyor. Üretken bir yazar olmasının yanı sıra "yazma üzerine düşünme"yi de seviyor. Hatta bu konudaki bilgi ve tecrübesini Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlediği “Yaratıcı Yazarlık Atölyesi” aracılığıyla edebiyat meraklıları ile de paylaşmaktan çekinmiyor.

Biz de kendisiyle buluşup son kitabı “Gölgeler ve Hayaller Şehri”nden yola çıkarak; Gezi süreci, Beşir Fuat, akıl ve delilik, yazarlık ve hayat üzerine tatlı bir sohbet yaptık. Size de tavsiyemiz kahvenizi alıp bu keyifli sohbete ortak olmanız.





Merve:
Yaratıcı yazarlık atölyesinde 31 Mayıs’ta, yani Gezi'nin ilk günü, sizinle yaptığımız son ders aklıma geldi. Yaşadığımız günleri iyi tahlil etmemiz gerektiğini söylemiştiniz. Kitabınızda anlattığınız  “Galata köprüsünün üstünde 72 milletten insanın coşkuyla hürriyeti kutlamaları” bana son dersimizi ve Gezi sürecini hatırlattı. Bu sahneyi önceden mi yazdınız yoksa Gezi’den sonra mı?

Murat Gülsoy:
O günlere denk geldi. Meşrutiyet’in ilanıyla ilgili sahneleri yazacaktım. Gezi yaşanırken Meşrutiyet’i yazmak başka bir anlam ifade ediyordu benim için o günlerde. Çünkü tarihin dönüm noktalarından birini yaşadığınızı görüyorsunuz, hissediyorsunuz. Her zaman aynı şeyler olmuyor. O farklı bir durumdu. Toplumsal mücadelelerin ivme kazandığı dönemler de insan ruhsal olarak çok yükseliyor. II. Meşrutiyet’in ilanı sırasında da benzer bir coşku var. Bu romanda o çalkantılı dönemi ve sonunu da görüyoruz. Kazandık, dize getirdik, harika olacak derken, her şey tekrar tepetaklak oluyor. Çünkü tarihte hiçbir olay romanlardaki gibi bir final ile bitmiyor. Sadece anlar var ve o anların içerisinde bir devinim var. Ama her devinim de kendi katkısını oluşturuyor. Bazen daha da özgürleştiriyor, bazen geriletebiliyor. Bence 1908’deki coşku ile Gezi arasında organik bir devamlılık var, her ikisinde de otoriter muhafazakarlığa karşı bir tepki vardı, özetle ikisi de herkes için özgürlük talep ediyordu.

Özlem:
Bu romanınızda bir taraftan Doğu-Batı ikilemine de değiniyorsunuz. Bu konuda farklı bir yaklaşımınız olduğunu söyleyebilir misiniz?

Murat Gülsoy: Doğu-Batı meselesi bu romanın temalarından bir tanesi. Birçok romanda da işlendi bu konu. Tanzimat’tan beri işlenir. Ama her işlendiğinde o yaşanılan günün ve zamanın etkisi o romanlara yansır. Yazan kişilerin, özellikle de roman ve öykü yazarlarının kendi konuları ve temalarıyla Doğu-Batı meselesinin nasıl harmanlandığı da önem kazanır. Roman bir inceleme kitabı ya da tarih yazımı değildir. Öyle olsaydı o zaman o tür bir analiz yapmak daha kolay olurdu. Bu bir roman olduğu için böyle konuşamayız. Bunun yerine şunu söyleyebilirim belki bu Doğru-Batı meselesinin birbiriyle çok da ilgili olmayan iki durumu bu romanda üst üste geldi. Bir tanesi Beşir Fuat. İntihar ediyor. 19. yüzyılın son çeyreğinde yaşamış birisi. II. Meşrutiyet’le hiç ilgisi olmayan bir karakter. Karakterlerin bir araya gelişi kurmacanın içinde yaratılmış olan oğul üzerinden gerçekleşiyor. Aslında ben böyle olsun diye de tasarlamadım bunu. Benim amacım Beşir Fuat’ı anlamaya çalışmaktı. Onun peşinden bir yere gitmeye çalıştım ama roman öyle bir noktaya geldi ki, Meşrutiyet ve özgürleşme çabası, batılılaşma meselesi, akıl ve delilik hep üst üste geldi. Bu meseleler benim diğer kitaplarımda da hep araştırdığım, incelemeyi sevdiğim konular. Bana özgü olan belki Doğu-Batı ile akıl-delilik meselelerinin üst üste binmesi oldu. Abdülaziz’in intiharı, V. Murat’ın deliliği, hem II. Abdülhamit’in hem de Beşir Fuat’ın delirme korkusu… O dönemin dünyasında bu var. Sadece Osmanlı’ya özgü bir şey de değil. Bilim ilerliyor ve inançlarla bilim arasındaki çatışma Batı’da da yaşanıyor. Modernleşmenin sancıları diyebiliriz. Ama biz bunu Doğu-Batı meselesi olarak da yaşıyoruz. Dolayısıyla bizdeki daha travmatik oluyor.

Merve: Romana post-modern bir roman deme şansımız var mı?

Murat Gülsoy: Benim kullanmak istediğim kategoriler değil bunlar. Bir açıdan bakıldığında son derece gerçekçi bir roman olduğu söyleyebilir. Bütün tarihi gerçeklere son derece sadık kalmaya çalıştım. Mesela bu bir postmodern roman özelliği sayılmaz. Öte yandan mektuplardan oluştuğu için belge roman özelliği taşıyor. Belge roman 17. ve 18. yüzyıllarda çok kullanılan eski bir tarzdır aslında. Eski bir tarzı yeniden ele almak bir postmodern özellik gibi görünebilir. Ama bunu bırakalım eleştirmenler düşünsün. Yazarı yola çıkarken heyecanlandıran noktalar çok daha farklı. Daha çok konusunda, içeriğinde, biçiminde nasıl bir dil kullandığı önemlidir. Mesela, dil benim için çok önemli bir sorundu bu romanı yazarken.

Merve: Dil meselesi çok güzel aşılmış ama.

Murat Gülsoy: Ben tarihi bir roman yazmayı hiçbir zaman düşünmedim. Düşünemememin en büyük nedeni bana sahte geliyor olması. 150 sene önce ya da 300 sene önce geçen bir hikâye bugünün diliyle anlatıldığı zaman inandırıcı olmaz. Bugünden farklı konuştukları gibi,bizim gibi düşünmüyorlardır da muhtemelen. Bunu aşabilmek için mektup romana başvurdum. Üstelik bu bir çeviri roman oldu. Ama yine de, “1908’de 20 yaşında olan yarı Fransız yarı Türk birinin zihninin içi nasıldır?”ı düşünerek yazmak zorundaydım.

Özlem: Tarihi roman yazmaya nasıl karar verdiniz? Tarihi arka planı ve romanın karakterlerini yaratırken nasıl bir ön çalışma yaptınız?

Murat Gülsoy: Beşir Fuat’la başladı her şey. Beni yola çıkaran şey, Beşir Fuat’tı. O hep aklımda olan bir karakterdi. Çocukluğumda okuyup aklımdan çıkaramadığım bir karakter. Yaşadığı dönemi okumaya başladım. Bir yandan yıllardır Boğaziçi Üniversitesi’ninYayınevi’nde anı kitapları yayımlıyoruz. 19. yüzyıl sonunda İstanbul’a gelen seyyahlara ait anı kitapları oluyor genellikle bunlar. Bu kitaplara ek olarak, o dönemde yazılmış diğer romanları da okudum. Ama asıl önemlisi tarih kitaplarıydı. II. Abdülhamit’i baştan sona okumak, öğrenmek gerekiyordu çünkü. O dinamikleri başka türlü anlamak mümkün değil. Bu romanımda küçük bir motif gibi geçen şeylerin kafamda yerli yerine oturması gerekiyordu. Hazırlık uzun sürdü. Prens Sabahattin işte o araştırma sırasında çıkıp, bir tip olarak romana dâhil oldu. Yoksa o hesapta yoktu. Çocuğu (Fuat’ı) İstanbul’a gemiyle getirmek istiyorum, trenle değil. Gemi yolculuğunu severim. O zaman için daha ucuz olduğunu da düşündüm aynı zamanda. Çünkü zaten Fuat parasız da. Fakat bir bakıyorum o tarihte Prens Sabahattin babasının cenazesiyle birlikte Paris’ten dönüyor. Onun peşinden gidecek bir gazetecidir diyerek Fuat’ı Prens Sabahattin’in yanına koydum. Üstelik de Prens Sabahattin babasının cenazesi ile dönüyor Fransa’dan, sürgünden. Fuat ise henüz bilmediği babasının ölümü ile hesaplaşmaya gidiyor aynı gemiyle.

Merve: Yazma üzerine de bir kitap değil mi bu?

Murat Gülsoy: Yer yer evet.

Merve: “602. Gece Kendini Fark Eden Hikâye” kitabınızda bahsettiğiniz, kendi kendini var ederek o sonsuza giden hikaye, konu bu romanınızda “Mekke marka tütün kutusu” ile var. Bu kendiliğinden mi geldi yoksa yazma üzerine düşünürken bu bir şekilde metnin içine sızıyor mu? 

Murat Gülsoy: Bazen öyle bazen de değil. Geçen sene Sabancı Müzesi’nde bir Oryantalizm sergisi açıldı. Gezmeye gittiğimde romanımda bahsettiğim kutuyu –tütün kutusunu- orada gördüm. Görünce de, onu hikayeye dahil etmek istedim. Çünkü evet benim çok sevdiğim o sonsuzluğa düşme hissi veren bir resimdi bu ve üstelik o dönemi anlatan sergide karşıma çıkmıştı. Bana doğru yoldasın, bu romanı yaz diyordu sanki.

Merve: Ben Fuat’a bazı noktalarda çok inandım. Mesela Mösyö Arakel ile konuşmasında Mösyö Arakel ona, “Dünyanın bir ucundan kalkıp babanı bulmaya gelmişsin”diyor. Fuat gerçekten babasını bulmaya mı geliyor?

Murat Gülsoy: Hiç haberi yok o anda. O kadar ki okur da hazırlıksız yakalanıyor Beşir Fuat’a. Tabii bu tür söyleşileri önceden okumuş okurlar için durum farklı olacaktır.

Merve: Tamam o zaman ben Fuat’a inanmakla doğruyu yapmışım. Çünkü pek çok eleştiride “babasını arayan bir adam” gibi görülmüş Fuat.

Murat Gülsoy:Öyle değil tabii. Fuat Paris’ten uzaklaşmak istiyor. Gazeteci, uzaklara, Doğu’ya gitmek istiyor. İstanbul’a gitmek gibi bir fırsatı oluyor. İstanbul da o sırada kaynıyor üstelik. Türkçe bildiği için de bu gazetecilik işini kapıyor.Annesini düşünüyor. Annesini yeni kaybetmiş. O yüzden İstanbul’a yaklaştıkça çocukluğuna da yaklaşıyor. Çocukluk demek anne demek, baba yok zaten. Babayla ilgili hiç bir fikri yok, onunla hiç tanımamış. Birden bire bir babası olduğunu öğrenmesi tam anlamıyla şok edici bir hikaye oluyor Fuat için.

Merve: Babasının Beşir Fuat olması gerçeğinin dışında da çok güç bir durumla karşılaşıyor.

Özlem: Yeniden bir tarihi roman yazmayı düşünür müsünüz? Bundan sonraki projeniz ile ilgili aklınızda bir fikir var mı?

Murat Gülsoy: Yok. Demin de dediğim gibi tarihi roman benim hemen yazabileceğim bir şey değil. Hakikaten ilgimi çeken bir konu olması lazım. Öte yandan tarihi romanın insanı çok çeken bir tarafı olduğunu da kabul etmek gerekir. Çünkü araştırdıkça,oradaki dünyayı keşfettikçe, birilerine bulduklarını anlatma ihtiyacı da duyuyorsun. Tarihi bir dönemi canlandırmanın verdiği ayrı bir zevk de var. Bu romanımı annem okudu. Yaşı çok büyük değil ama herhalde kendi çocukluğundan sahneleri hatırlatan yerler oldu, romanı okuduktan sonra “sanki oralara gitmiş gibi oldum” dedi. Bu benim çok hoşuma gitti. Diğer romanlarımla ilgili böyle bir şey söylememişti.

Merve: Satır aralarındaki anekdotları çok sevdim. Charles ile beraber keşfe çıktıkları zaman ki öyküler çok hoşuma gitti. Mesela Yenikapı’nın hikâyesi ya da Beşiktaş’taki kilise… Şimdi oralara gitsek anlattıklarınızı bulamayız değil mi?

Murat Gülsoy: Yok, onlar da bulamıyor zaten. Belki de efsanedir. O zamanlar her kilisenin efsaneleri vardı. Eski camilerde kutsal emanetler varsa, orada da işte İsa’nın yıkandığı bir taş beşik var. Beşiktaş o yani aslında. Benim ilgimi çeken adını sürekli kullandığımız isimlerin ya da kavramların tarihi. Bugün bunu unutuyoruz. Hatırlamıyoruz ya da hatırlamak istemiyoruz. Siliyoruz sürekli.

Merve:Kitap bana biraz hüzünlü bitmiş gibi geldi. Sonu umut vermiyor. Bu sürecin sizde bıraktığı etkiyle mi alakalı bu, yoksa Fuat çok yorulup, her şeyi bıraktığı için mi böyle oldu? Kitap hem hürriyet fikri açısından karamsar bitmiş hem de en sonunda Fuat nekahat döneminde kalmış, olmak istediği kişi olamamış.

Murat Gülsoy: Ben de iyi görmedim sonunu. Sevdiği kız öldü. Alex öldü. Zaten annesinin ölümünden sonra gelmişti İstanbul’a. Orada babasının kim olduğunu öğrendi. Delilik korkusu başladı ardından. O sırada ülke de baştan aşağı delirmiş durumda. Önce özgürlük deyip sonra insanları astılar. O sıradan bir insan olmayı seçti sanki. Bu kadar olaydan sonra hikâyeyi mutlu sonla bağlayamazdım. O zaman inandırıcı olmazdı, kendim de inanmazdım. En mutlu an balonun geçtiği an –bu gerçek bir hikâye bu arada. Bir an olsun insanlar heyecanlanıyorlar tekrar. Sonra oturuyorlar, nargile içiyorlar. İlk başlarda büyük şeyler yapacağım diye düşünüyor. Hayır, büyük şeyler yapmasan da hayat güzeldir aslında. O an, balonun geçtiği, güzel bir andı benim için. Muhtemelen arkadaşının yolunu seçti, onu anlıyoruz. O da orada bir şekilde yaşamını sürdürecek, evlenecek belki, işte oraya tekrar kendi mahallesine döndü.

Özlem: Yazarlık serüveninizi çok merak ettim. Önce mühendislik okuyup, sonra psikoloji yüksek lisansı yapıp, ardından da Biyomedikal Mühendislik alanında doktoranızı tamamlamışsınız. Yazmaya ne zaman karar verdiniz?

Murat Gülsoy: Ben daha hazırlık sınıfındaydım, 1984 yılıydı. Mühendislik okumaya başlamamıştım. Oğuz Atay okuduktan sonra yazar olma kararını verdim. Oğuz Atay okuduğumda şu fikre kapıldım: “benim de içine girebileceğim bir edebiyat varmış.” Bu çok önemli. İyi bir okur olmak yetmiyor çoğu zaman bir şeyleri yazmaya başlamak için. İçine girebileceğiniz bir dünya olduğunu, sizin de sözlerinizin edebi açıdan anlamlı olabileceğini düşündüğünüz bir alan olduğunu bilmeniz lazım. Yazabilmek aslında bir etki yaratmaktır. Etki yaratabilmek için de etkilenebilmek lazım. O etkiyi ben Oğuz Atay’dan aldım. O da bir mühendis. Kullandığı dil çok zekiceydi, kalıplara sığmıyordu. Benim için en önemlisi o. Oğuz Atay kalıpların dışında bir yazar. Her tür laf çıkabilir karşınıza Oğuz Atay okurken. Uyduruk bir espri de çıkabilir, Kafka’yla ilgili çok acayip bir analiz de…Dini bir durumdan da bahsedebilir, tam tersi sosyal bir eleştiri de yapabilir. Ama Oğuz Atay dille de çok oynuyor, çok dalga geçiyor. Yani bugün Zaytung varsa Oğuz Atay okumuş nesiller olduğu için var. Zaytung’da yapılan Oğuz Atay’ın yaptığından farklı değil, mevcut söylemi alaşağı ediyorlar. Edebiyatta bu açıdan en önemlisi yazarın yaşadığı psikolojik süreçlerdir. Kimisi beş tane dil bilir, matematiği de, felsefeyi de bilir ama oturup yazmaya gelince yazamaz. Çünkü eseri ortaya çıkarma süreci insanın kendi mahremiyle yüzleşmesi, içene dönüp bakabilmesi demektir. Bizim yaratıcı yazarlık atölyelerinde üstünde durduğumuz konular bunlar. İnsanın yazma eylemine karşı bir direnci var. Bazısı içinde belki de iyi bir şey de olmayabilir yazmak. Dengede duruyorsan belki de çok da kurcalamamak gerekir.

Merve: Derslerde bahsettiğiniz itiraf kültürü geldi geldi aklıma. Tanpınar’ın itiraf mekanizmasının bizde olmadığından ve romanın da bu yüzden çok gelişmediğinden bahsetmesi…


Murat Gülsoy: Evet, o içe bakışın olması lazım. Yoksa sürekli dışa bakıp, kendinizi zaten hep doğru ve haklı, başkalarını yanlış bulursunuz. Roman demek mücadele demek. Her sayfasında o mücadeleyi okur hisseder. Eğer yoksa onu da hisseder. Gerçek sanat ile diğerleri arasında böyle bir fark var. Fark yok demek, post-modern bir tavır ve ben ona katılmıyorum. Her şey birbiriyle eşit olamaz. Ama hiçbir şey birbiriyle kıyaslanmaz da değil. Ne koyarsan gider de değil. Tam tersi, milyonlarca kategori var, inceltebildiğin kadar inceltirsin. Zaten incelttikçe sanat değer kazanır. Bilim de öyle. 


               

0 yorum :

Yorum Gönder