Mine Tafolar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mine Tafolar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Temmuz, 2014


Rüzgara Karşı Yarım Yüzyıl Sosyal Kalkınma


Sevgili okuyucular, daha önce sizlerle Kalkınma Atölyesi'nin Kalkınmaya Katkı Verenler Gençlerle Buluşuyor, Gençler Sosyal Kalkınmaya Katılıyor adlı projesini paylaşmıştım. Bu proje kapsamında hazırlanan Carel Zwollo kitabı hakkında bilgi vermiştim. Bu projenin ikinci kitabı olan sevgili Ayşe Kudat'ın hayat hikayesinin de hazır olduğunu sizlere iletmek isterim. Sevgili Kalkınma gönüllüleri kalkınmaya olan katkınızı Kalkınmaya Katkı Verenler Fonu'na yapacağınız maddi desteklerle devam ettirebilirsiniz. Ben bu haftaki yazımda Ayşe Kudatla yaptığım röportajı sizlerle paylaşıyorum. Sayın Ayşe Kudata bana kendisiyle röportaj yapma imkanı sağladığı için çok teşekkür ediyorum. Kendisinin hayat hikayesinden çok etkilendiğimi ayrıca belirtmek istiyorum. Sizlere iyi okumalar!

Sosyal kalkınma nedir? Birey olarak kalkınmaya nasıl katkı verilir?
Sosyal kalkınma gelir,yaşam koşulları ve fırsat eşitsizliğinin azaltılması ve ortadan kaldırılması anlamına gelir. Sosyal kalkınma, devlet yatırımlarından ve politikalarından yoksulların ve mağdur sosyal grupların yararlanabilmesinin sağlanmasıyla ilgilidir. 

Birey olarak kalkınmaya sunacağımız katkı bilgimiz, mesleğimiz ve becerilerimiz çerçevesinde oluşur. Farklı bilgi, beceri ve donanıma sahip insanlar farklı katkılar yapabilirler. Bilim insanları sosyal kalkınmaya farklı açılardan katkı sağlayabilir. Örneğin Kalkınma Atölyesi’nde çalışan hukukçular, tarımcılar, işadamları farklı katkılar verebilirler. İşadamları ücretleri adil olarak
düzenleyerek sosyal kalkınmaya katkı sağlayabilir. En basit olarak insanlar gönüllü olarak sosyal kalkınmaya katkı sağlayabilir. Gönüllü olarak sivil toplum kuruluşlarında çalışabilirler. Bireyin neye inandığı önemli. Sosyal adalet kavramını benimsemiş olanların davranışları ve savundukları dünya görüşü onların sosyal kalkınmaya katkılarını biçimlendirir. Gençler dünya görüşlerini doğru şekilde düzenleyip, yoksulun yanında olmayı amaçlayabilirler. Gençlerin sosyal adaletsizliğin aza indirilmesi konusunda çalışabileceklerini düşünüyorum. Formasyonları doğruysa zaten doğru şeyi yapacaklardır.
Sosyal adalet kavramını benimsemiş olanların davranışları ve savundukları dünya görüşü onların sosyal kalkınmaya katkılarını biçimlendirir.
Kalkınmanın çarpan etkisi (bölgeselin ülkeye, ülkenin diğer ülkelere ve tüm dünyaya) nedir?
Kalkınmanın çarpan etkisi (that development will trickle down) olduğu görüşünü kabullenmiyorum. Bu görüşün yanlış olduğu kanaatindeyim. Kanıtlar bunu doğrulamıyor. “Sermayedarın kazancı er geç yoksulu da kalkındırır,” görüşü kapitalist düzeni desteklemek için uydurulmuş bir hikâyedir. Bu nedenle de örneğin ABD’de gelir eşitsizlikleri her yıl artmış ve günümüzde şirketleri yönetenlerle işçiler arasındaki gelir farkları binlerce kez artmıştır. Sosyal kalkınma zenginleri ve sermayedarı daha da zenginleştirerek, iş verenin önü sürekli açılarak sağlanamaz. Sağlanmamıştır.

Gençlerin önümüzdeki 10 yılda ilgilenmesi gereken konular, alanlar neler olmalıdır?
Sosyal adalet olmalıdır. Demokratik hakların gerçek anlamda oluşturulması olmalıdır. Terörizmin bir taraftan sosyal eşitsizlikten diğer taraftan da sermayenin, silah üreticilerinin, uyuşturucu kaçakçılarının kazançlarını zirveye ulaştırmak amacı ile arttığına eminim. Ortadoğu ülkelerindeki erkek işsizliği, korkunç büyük bir işsizler ordusunun  patlayacağı belliydi. Kimse bununla ilgilenmedi. Son derece kötü bir durumdayız. Silah kaçakçıları, silah üreticilerinin elinde kalmış durumdayız. Büyük silah üreticisi ülkeler bunu desteklemekte. Ayrıca, İsrail’in rahatlığı için Arap ülkelerinin paramparça olmasında da yarar olduğundan, zirveye varan bilge huzursuzluğunun kontrol altına alınması giderek imkânsız hale gelmektedir. Bu alanda birşeyler yapabileceğimizi düşünmüyorum.
Çalışma yaşamına atılan insanlar kendi becerileri çerçevesinde pek çok olumlu sosyal kalkınma hizmeti verebilir. Örneğin mühendislik odalarının, elektrik odalarının yaptığı çok olumlu işler var. Ticaret ve Sanayi Odaları, tarım ve hayvancılık konusundaki odalar, çevre veya eğitim konusunda çalışan STK’lar ülkemizde sosyal kalkınmaya büyük katkı vermekteler. Gençlerin bu kurumların yaptıklarını, yazdıklarını çok daha yakından izlemeleri önemlidir. Ülkemizde sosyal haklar ve fırsat eşitsizlikleri son derece hızla kaybolmakta. Oysa gençlerin ve sosyal bilimcilerimizin bu konulara yeterli biçimde eğilmediklerini görüyorum. Örneğin büyük bir mülksüzleştirme sürecinden geçiyoruz. Yoksullar şehir içlerinden, değerlenebilecek yerlerden kentsel gelişim, deprem önleme ve benzeri mazaretlerle evlerinden atılıyorlar. Bu alanda daha çok akademik çalışma yapılabilir.

Gençlerin küresel ölçekte sosyal kalkınma çalışmalarına katılımı için neler önerebilirsiniz?
Küresel konulara eğilebilmek için dil yetenekleri önemli. Dağılmadan belli konulara eğilmeleri ve üstünde çalışmak istedikleri sorunları bir an önce belirliyerek, konuları derinlemesine, yüzeysel kalmadan anlamaları da önemli. Gençler ilgilendiği konuyla ilgili çok okumalı, çok düşünmeli. Artık günümüzde internet devrimi var. Gençlerin her türlü bilgiye erişme olanakları var. Bizim zamanımızda bu yoktu. Kitap ve devlet radyosu vardı. İnternet başında edinilen bilgiyle, katılımcı bir ortamda edinilen deneyim ve verilen katkı çok farklı.

Emekli olduktan sonra neler yapmak istiyorsunuz? 
Emekli olduktan sonra kitap yazmak istiyorum. Meninist bir platform düzenlemek istiyorum. Son kitaplarım o çizgide. Erkek hakları savunucusu olarak tanımladığım meninist görüşü geliştirmek istiyorum. Bunu sosyal medya çerçevesinde geliştirebilirim, ama bu kullanımı becerebilmek için eğitim görmem gerekiyor. Twitterı nasıl kullanabilirim bunu öğrenmek istiyorum. Meninist kavramını 2006’dan bu yana geliştirdim ve bu konuda yayınlarım var. Erkeğin en çok öldürdüğü erkek, erkeğin en çok sövdüğü erkek, tarih boyunca cinsel taarruza uğrayan, gereksiz savaşlarda ölen, inanılmaz sorumluluklar yüklenenler de erkek. Çok uzun yıllar feminist platformda çalıştıktan sonra, şu anda meninist bir platform geliştirmek istiyorum. Birçok farklı konuda da araştırmam var, onları da geliştirmeye çalışacağım.





[i] Ayşe Kudat sosyal değerlendirme, sosyal politika ve eylem planları konusunda tanınmış uluslararası bir uzmandır.

24 Mayıs, 2014

Adını Kendimin Belirlediği Kitabım


Sevgili blog takipçilerimiz, aslında bu hafta blogda yazacağım kitabı belirlerken oldukça zorluk çektim. Kafamda daha önceki gibi edebi bir kitabı tanıtma fikri vardı. Ama bir anda pozitif düşünceye yönelik bir kitap hakkında yazmaya karar verdim. O nedenle başka türlü bir eser beklentisi içinde olan okurlarımızdan şimdiden özür dilerim.

Bu hafta Aykut Oğut'un bu eseri hakkında yazmamın çeşitli nedenleri var. Öncelikle 30 saatlik bir tren yolculuğu esnasında beni pozitif düşünme konusunda teşvik edecek ve çok yormayacak bir kitabı okuyabileceğimi düşündüm. İkinci olarak, içinden geçtiğimiz bu sıkıntılı günlerde hem blog severleri hem de kendimi böyle bir eser üzerinde yazarak rahatlatabileceğimi düşündüm. Son olarak, aslında biraz da bencilce olacak ama ben son dönemlerde bu tip kitaplar okumaya başladım çünkü böyle kitapların kendi bakış açımın gelişimi için faydalı olduğunu düşünüyorum.


Aykut Oğut'un ilk okuduğum kitabı Evrenden Torpilim Var adlı eseriydi. Bu kitabı çok sevdiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine okumaya başladım, o yüzden benim için çok önemli bir yeri olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Ama Ogut'un bu hafta sizinle paylaşacağım eseri kapağında ayna bulunan Benim Kitabımın Adı olacak. 



Öncelikle kitabı her eline aldığında kişinin kendisini görmesi çok güzel. Bu anlamda kitap kapağını çok yaratıcı bulduğumu söylemek isterim. Aslında kitapla ilgili çok da uzun uzadıya yazmak istemiyorum. Aranızda bu tip kitapları anlamsız bulanlar, bir tür Pollyannacılık oynamak olarak görenler de vardır elbet. Ben kendi adıma kitabı büyük keyif alarak okudum. Özellikle kişinin kendi doğrularını kendinin belirlemesi gerektiğine yönelik yaptığı vurguyu çok beğendim. Bazı kararları almak hepimiz için zor olabilir. Ben de o gruptakilerden biriyim aslında. Çok yakın bir zamana kadar önemli bir karar arefesinde hep sevdiğim, değer verdiğim insanların (annemin, arkadaşlarımın, öğretmenlerimin) onayını almaya ihtiyaç duyduğumu farkettim. Ama son birkaç yıldır, zihnimde içselleştirdiğim bu doğru kavramını sorgular buldum kendimi. Kime göre doğru, neye göre doğru? Kimin doğrusu? Zor anlarda ancak kendi iç sesimi dinleyerek kendi doğrumu zor da olsa seçmem gerektiğini farkettim. Oğut'un dediği gibi "artık kendi doğrularımı itiraf etmemin, aynaya bakmamın zamanı geldiğini" (108) düşündüm. Oğut da kitabının arka kapağında bu noktaya vurgu yapıyor: "Hiç kimsenin doğrusunu körü körüne takip etmemek. Kendi doğrumu, yani kendi gerçekliğimi ve onu yaratma gücünü kullanmayı öğrenmek!"

Biraz naif bulabilirsiniz ama ben bakış açımızın, yaklaşımımızın başımıza gelecek olaylarda çok büyük etkisi olduğunu ve pozitif düşüncenin kimseye hiçbir şey kaybettirmeyeceğini düşünenlerdenim. Olumlu düşündükçe olumluyu çekeceğimize; bir diğer deyişle dünyayı güzelliğin kurtaracağına inananlardanım. Yani evrenin çekim yasasına inanıyorum!

Son olarak yine benim için çok değerli birisinin çok önemli sözleriyle yazımı bitirmek istiyorum. Hayatımdaki meselelerde daha çok sonuçlara odaklandığım bir dönemde bu kişi bana: "Life is not a destination. Life is a journey" demişti. Bu lafı hiç unutamıyorum. Bu tarz pozitif düşünce ve kişisel gelişim kitaplarını da zihnimde hep bu cümleyi hatırlayarak okuyorum. Bu sebeple Oğut'un bu kitabını keyifle okuyacağınızı düşünüyorum. Hatta bunu Pollyannacılık olarak görenler bile okumalı çünkü arada Pollyannacılığa da ihtiyacımız var bence. Gerçekle bağımızı koparmadıkça bir iki saat Pollyannacılık oynayabiliriz sanırım... 

Bir dahaki yazımda bloğumuzun formatına daha uygun bir kitabı tanıtacağıma söz veriyorum. Ama ülkemde, Soma'da yaşananlardan, acı olaylardan, kaybedilen hayatlardan sonra bu yazıyla birkaç dakika da olsa gülümseyin istedim.

29 Nisan, 2014

Kalkınmaya Katkı Verenler Gençlerle Buluşuyor, Gençler Sosyal Kalkınmaya Katılıyor
Bloğumuzda yazma sırası bana geldiğinde bir hafta önceden heyecanlanmaya başlarım. Okuduğum kitabı en doğru ve iyi biçimde ifade edebilmem gerektiğini düşünürüm ve bu bana heyecanla birlikte ayrı bir sorumluluk verir. Ama itiraf etmeliyim bu hafta yaşadığım heyecanı daha önceki hiçbir yazımda hissetmemiştim. Çünkü bu hafta sizlere yalnızca bir kitabı, eşsiz bir insanın hayat hikayesini anlatmayacağım ama aynı zamanda da çok önemli bir sosyal sorumluluk projesinden bahsedeceğim.
Geçen sene araştırma yapmak için gittiğim Buenos Aires'te tanıştığım sevgili arkadaşlarım Hande ve Özgür'e doktora projemden bahsederken Özgür kendisinin de benzer bir projede çalıştığını söyledi ve mutlaka arkadaşı Ertan Karabıyıkla iletişime geçmemi önerdi. Ertanla ilk konuştuğumda incelediğim 2001 sonrası süreci, Türkiye'de anlamaya çalıştığım sosyal yardım alanında yaşanan değişimleri, özellikle çocuk fakirliğine yönelik uygulanan programları, kendi deneyimlerini çok kapsamlı bir biçimde benimle paylaştı. Ertan'a bunun için çok büyük bir teşekkür borçluyum. Ama ona borçlu olduğum teşekkür yalnızca bununla sınırlı değil. Beni daha fazla mutlu eden Kalkınma Atölyesi bünyesinde üzerinde çalıştıkları bir projeyi benimle paylaşması oldu: Kalkınmaya Katkı Verenler Gençlerle Buluşuyor, Gençler Sosyal Kalkınmaya Katılıyor.




Öncelikle size bu projeden bahsedeceğim. Sonrasında da bu projenin ilk kitabı olan Carel Zwollo'nun hayatından kısaca bahsedeceğim. Bu proje hayatını sosyal kalkınmaya adamış kişileri gençlerle buluşturmayı, gençleri bilgilendirmenin yanında kendi projeleriyle cesaretlendirmeyi hedefleyen bir proje. Bu proje kapsamında 2015 yılı sonuna kadar yaklaşık 15 kişi ve kurum hikayesi hazırlanması hedefleniyor. Bu hikayelerden ilki de Papua'da başlayan hayatını Türkiye de dahil olmak üzere birçok yerde çalışarak sosyal kalkınmaya adamış olan ve şu anda Datça'da yaşayan Carel Zwollo. Yakında gençlerle buluşacak kahramanlar arasında Ayşe Kudat ve Yücel Çağlar da bulunuyor. Çalışma 6 aşamadan oluşuyor. Bu aşamalar sırayla: kitabın hazırlanması ve gençlerle buluşması, kitaba sahip olan gençlerin sosyal medyada buluşması, kitabı yazılanların gençlerle buluşması, gençlerin çalışma ziyaretlerine katılımı, gençlerin eğitim kamplarına katılımı, ve gençlere iş olanaklarının yaratılması. Tüm bu aşamalar sonrasında hedeflenen de profesyonellerin gençlere sürekli mentorluk yaparak kalkınma süreçlerine ömür boyu katılımlarının devamını sağlamak, yani profesyonellerle gençler arasındaki ilişkinin sürekli kılınması.



Aslında duyar gibi oluyorum şimdi içinizden peki ben bu projeye nasıl katkı sağlayabilirim diye geçiriyorsunuz? Bu projenin hayata geçirilmesi için bir Kalkınmaya Katkı Verenler Fonu hazırlandı. Bu fonun gelirlerini de Kalkınma Atölyesinin öz kaynakları, kişilerin bağışları ve sponsorların katkıları oluşturuyor. Sizler de bu programın fonuna doğrudan maddi katkı sağlayabileceğiniz gibi hazırlanan yayın setlerini gençlere doğrudan hediye edebilirsiniz. Projeye sponsor olabilecek kurumlarla da Kalkınma Atölyesini iletişime geçirebilirsiniz. Kalkınma Atölyesinin iletişim bilgilerini sizlerle paylaşıyorum. Ayrıca bir facebook sayfaları olduğunu da sizlere iletmek isterim:

Telefon: +90 541 457 31 90 (Ankara)



Bu projenin ilk eseri olan Carel Zwollo'nun hayat hikayesinden çok etkilendiğimi hemen belirtmeliyim. Papua Yeni Gine'de doğan bir Hollandalı olan Zwollo'nun hayatını antropolojiye ve kalkınmaya duyduğu tutku şekillendirmiş. Eserin resimlerle, fotoğraflarla, mektuplarla, çizimlerle zenginleştirilmesi de beni etkileyen diğer bir yönü. Kitabın bütün bölümlerini beğenerek okumama rağmen özellikle hayatının Türkiye'de geçirdiği döneminden çok etkilendiğimi söylemeliyim: Yüksek lisans tezini yazmak için Bodrum'a gelişi, sonrasında 1990lı yıllarda Ankara'ya gelişi, kırsal kalkınmaya yönelik çalışmaları ve sonrasında da Datça'ya yerleşmesi. Sevgili Zwollo: Herkesin kendi yolunu seçmesi gerekiyor diyor. Dünyada ya da yaşamda bir rol edinmek gerekiyor diyor (239). Kendisinin bu etkileyici yolundan herkesin çıkarımları olacaktır. Özellikle antropoloji okuyan arkadaşlarımın ya da antropolog olan arkadaşlarımın bu hayat hikayesini mutlaka okumalarını öneririm. Ben de bu hayat hikayesini okuduktan sonra keşke bu eseri daha önce okusaymışım ve beni pekçok konuda cesaretlendiren Zwollo'nun çalışmalarından daha önce haberdar olsaymışım diyorum. Özellikle de geçen sene saha çalışmamı yaptığım dönemlerde.
Son olarak da sizi Zwollo'nun bir sözüyle başbaşa bırakıyorum. Hepimizin çocukluk dönemlerinin hayalleri vardır. Zwollo bunu gerçekleştirenlerden. Bu projeye desteklerinizi bekliyorum. Yapabileceğimiz ufacık desteklerin genç kuşakların hayatlarında çok büyük etkiler yaratabileceğini asla unutmayalım: "Hem profesyonel işlerim hem de yalnızca gezmek için o kadar çok yolculuk yaptım ki, 13 yaşımda çizdiğim göçebe toplum resmi ve çocukluğumun hayalleri gerçekleşti." (164)


29 Mart, 2014

"Ne de olsa bugüne kadar hiçbir totaliter rejim gökyüzünü hapsedemedi..."


Hepimizin hayatında olduğu gibi benim de hayatımda rol model aldığım kişiler vardır. Bunların başında bütün eğitim hayatım boyunca derslerine gitmek için can attığım, okumalarını, ödevlerini büyük bir şevkle yapmaya çalıştığım öğretmenlerim gelir. Günün birinde onlar gibi olabilme ihtimalim ve onların benim hayatımda bıraktıkları izleri benim gibi öğrenciler üzerinde bırakabilme ihtimalim hayatımın kilit noktalarında aldığım kararlarda hep etkili olmuştur. Öğretmenlerim dışında zorluklarla mücadele eden, hayata sıkı sıkıya tutunan, yaşama azmini hiçbir zaman kaybetmeyen, başkalarının hayatlarını olumlu yönde değiştirmeye çalışan kişileri de büyük bir takdirle izlemeye çalışırım. Bu kişilerin başarılarını takdir ederken ortaokul yıllarımda çok sevdiğim bir öğretmenimin hiç unutmadığım bir lafı gelir aklıma hep: "Siz alan el değil veren el olun!" Şafak Pavey de kuşkusuz hayat hikayesiyle, başarılarıyla, toplumsal sorumluluk faaliyetleriyle, milletvekili olarak çalışmalarıyla veren el olabilmeyi başaran nadir kişilerden biri. İşte Pavey'in Nereye Gidersem Gökyüzü Benimdir adlı eserini böyle duygular içinde okumaya karar verdim. Bu aynı zamanda Pavey'in İran'daki mülteci çocuklarla çektiği filmin de adı.



Pavey 2011 yılında Kırmızı yayınları tarafından basılan bu kitabını şu şekilde tanımlıyor: "Kendi çaresizlikleriyle yola çıkmış genç bir insani yardım görevlisinin, görev yaptığı ülkenin çaresizlikleri ile baş etme hikayesini unutulmaması için yazıldı" (10). Yazarın İran'da yaşadıklarını, ülkedeki deneyimlerini, rejime, kadın haklarına, sansüre, baskıya yönelik paylaşımlarını büyük bir heyecanla ve bir yandan da ülkemin içinden geçtiği son durumlar ışığında okudum. Bir yandan İran rejiminin otoriter yapısını çarpıcı örneklerle daha net bir biçimde anlama imkanı bulurken öte yandan kaygıyla her gün gittikçe otoriterleşen ülkemi düşündüm. Bizim için en temel hakların her gün gittikçe nasıl elimizden kaydığını gözlemlerken yakın gelecekte daha neleri kaybedebileceğimiz ihtimalini korkuyla düşündüm. Twitter'a, youtube'a erişimin yasaklandığı, protestolara katılan gençlerin polis şiddetiyle hayatlarını kaybederken, ailelerine tek bir özür dahi dilenmediği ülkemin İranlaşma ihtimali beni dehşete düşürdü. Pavey'in mecliste yaptığı önemli konuşmalardan bir tanesi de aslında bu süreci çok güzel bir biçimde yansıtıyor.



Örneğin, bizim için en temel haklar olarak algılanan bisiklete binmek, motosiklet kullanmak ya da stadyumda maç seyretmek gibi faaliyetlerin İran'daki hemcinslerimiz için yasaktı. İlk kez Roma tatilinde motosiklet kullanma fırsatına erişen arkadaşı Mitra'nın rüzgardan kulaklarındaki küpelerinin sallandığını hissetmesi ve bundan duyduğu hayreti Pavey'e aktarmasını okurken bir an korkuyla kendimi Mitra'nın yerine koydum.

"Mitra devrim çocuğuydu. İran onun için mollalarla başlıyordu. Ondan rüzgarda küpelerinin sallanmasına duyduğu hayreti dinlerken gözlerim doldu. Bizim aklımıza rüzgarda küpelerimizin savrulmasına şaşırmak hiçbir zaman gelmezdi ya da saçlarımızı savuran rüzgarın özgürlük olduğunu hayal etmek." (35)

İran İslam Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana stadyuma girememiş kadın taraftarların 2005 yılında stada girmek için verdikleri mücadeleyi ve zaferlerini yüzümde büyük bir tebessimle okudum. "Kolay olmamıştı, İslami Cumhuriyetin kuruluşundan beri yani 26 senedir stadyuma girememiş, yok sayılmış kadın futbol taraftarlarının 2005'teki tarihi zaferi. Devrim muhafızlarından dayak yediler, bazılarının bacakları kırıldı, girmeyi başaramadı. İranlı kadınların İslam Cumhuriyeti tarihindeki ilk gerçek zaferiydi." (52)

Pavey kitabının bir bölümünde arkadaşı Mitra'nın Tüklere kendilerini geçtikleri için derinden içerlediklerinden bahsediyor. "Arkadaşım Mitra, İranlıların Türkleri değil Türkiye'yi sevdiklerini düşünüyordu. Çünkü yaşadıkları bir gıdım özgürlüğü de Rıza Şahla Atatürk arasında yapılmış süresiz anlaşmaya borçlu olduklarını bilir, minnet duyarlardı. Bu anlaşma sayesinde vizesiz olarak Türkiye'ye kaçabiliyor ve bir nefes alıp yeniden ülkelerine dönebiliyorlardı. Türklere ise derinden içerliyorlardı: kendilerini geçtikleri için." (76) Bu algı şu an için ne kadar doğru olur bilemiyorum ama yazımı da olumsuz bir ruh haliyle bitirmek istemiyorum. Ülkemde değişimin mümkün olduğuna dair inancımı ve demokrasiye olan inancımı asla kaybetmiyorum. Kaybetmek istemiyorum.Yazımı Pavey'in Gezi Parkı sürecinde hayatlarını kaybeden gençlerin anneleriyle hazırladığı kısa belgeselle bitiriyorum. "Nereye gidersem gideyim, gökyüzü benim. Eh, bununla da mutlu olmak gerek, ne de olsa bugüne kadar hiçbir totaliter rejim gökyüzünü hapsedemedi..." (188), diyor Pavey. Ülkemizde bundan daha fazlasıyla mutlu olacağımıza dair inancımızı kaybetmememiz dileğiyle!



03 Mart, 2014


"Bize göre en büyük itiraf, kimi zaman gitgide derinleşen bir sessizlik kuyusunun içinden, yeryüzüne ölü bir sazan gibi bakmaktır. Yalnızca bakmak."

Doğum günlerinde aldığınız hediyelerin hepsi çok anlamlıdır kuşkusuz, ama benim için özellikle kitapların yeri ayrıdır hep. İşte 30. doğum günümde bana hediye edilen Hasan Ali Toptaş'ın Ölü Zaman Gezginleri adlı hikaye kitabının yeri de hep ayrı olacak benim için. Öyle ki bu sayede hem Hasan Ali Toptaşla tanışmış oldum hem de uzun bir aradan sonra yeniden öykü okumanın zevkiyle. Toptaş çok üretken ve bol ödüllü bir yazar. 1992 yılında Ölü Zaman Gezginleri adlı eseriyle Çankaya Belediyesi ile Damar edebiyat dergisinin düzenlediği yarışmada birinciliğe layık görülmüş. Bin Hüzünlü Haz adlı eseri 1999 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülünü alırken Uykuların Doğusu adlı romanı da 2006 Orhan Kemal Roman Ödülüne layık görülmüş.

Türk edebiyatı ve hikaye denildiğinde aklıma ilk Sait Faik Abasıyanık ve eserleri gelir. Özellikle ortaokul yıllarımda büyük keyifle okuduğum Semaver Sarnıç'ın yeri bende ayrıdır. Ölü Zaman Gezginleri'ni okuduktan sonra bu eserin Semaver Sarnıç'tan sonra bende en çok etki bırakan öykü kitaplarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan bu eser Ölü Zaman Gezginleri ve Yoklar Fısıltısı adlı iki bölümden ve toplam 16 öyküden oluşuyor. Tüm öyküleri beğenmekle birlikte özellikle Ölü Zaman Gezginleri bölümündeki öyküleri daha çok beğendiğimi söyleyebilirim. Eserdeki en beğendiğim öyküler ise Balkon, Şarap Lekesi, Gökyüzü Gri, esere adını veren Ölü Zaman Gezginleri ve Şükrü Erbaş için yazılan Herkes Gibi Safa Bey adlı öyküler.


Bu eseri nasıl tasvir edersin diye bana soracak olursanız içinde derinlikli bir anlam barındıran, okuyanı sorgulatan, özellikle de eseri okuduktan sonra hayalle gerçekliğin varolanla kurgunun ne olduğuna dair kendinizi sorgulayacağınız bir eser olduğunu söylebilirim. Ayrıca kitaptaki betimlemeleri de çok başarılı bulduğumu iletmek isterim. Hele Korkuyla Yaralı Dört Keklik adlı hikayede öyle bir kar tasviri vardı ki onu paylaşmazsam esere haksızlık yapacağımı düşündüm:

"Kar hala yağıyordu. Kar durup dinlenmeden yağıyordu, boynumuza kulağımıza dolarak, hatta kirpiklerimizi birbirine düğümleyerek yağıyordu; neden yağdığını düşünmemize fırsat tanımadan yağıyordu; adımlarımızı körelterek yağıyordu; ağırlığını taşıdığımız umutların üstüne yığarak yağıyordu; bıkmadan usanmadan yağıyordu." (56-57).

Ekşi Sözlükte Ölü Zaman Gezginleriyle ilgili yazılan değerlendirmelerden birinin eseri gene bloğumuzda incelediğimiz Kör Baykuş'a benzetmeleri de bir başka tesadüf. Aslında ben de Şükrü Erbaş için yazılan Herkes Gibi Safa Bey adlı öyküyü gene bloğumuzda değerlendirdiğimiz Patrick Suskind'in Güvercin adlı eserine benzettim. Eser tekdüzelik, sıradanlık, ve tekrar duygusunu çok başarılı bir biçimde yansıtıyor.

"Kendi yaşamının da, sürekli çalınan bir şarkı olduğunu düşündü birden. Eviyle işi arasında uzanan yol vardı kafasında. Aynı evlerle kuşatılmış, aynı insanların gelip geçtiği, aynı seslerin dolup taştığı tatsız bir yol.... Kim bilir belki de aynı yolu yürümekten ayakları, aynı renkleri görmekten gözleri, aynı sesleri duymaktan kulakları ne kadar tez körelmişti. On üç yıldır? Aynı, aynı, aynı...." (135).

Eğer siz de bir yandan yaşamı, gerçekliği sorgularken bir yandan da inanılmaz güzel betimlemelerle dolu öyküler okumak istiyorsanız Ölü Zaman Gezginleri'ni şiddetle okumanızı tavsiye ederim. Zira ben yazarla geç tanışsam da bundan sonra mümkün olduğunca yazarın diğer eserlerini okumaya çalışacağım. Bundan sonraki ilk yolculuğum da Toptaş'ın Uykuların Doğusu adlı romanı olacak. Herkese iyi okumalar dilerim!





01 Şubat, 2014

Hayat bana biraz merhamet et!


Bloğumuzu takip edenler yazılarımdan bilirler. Çocuklara dair hikayeler beni derinden etkiler. En sevdiğim eserlerden biri de Şeker Portakalıdır. İşte aslında Türk dizilerini izlemeyi sevmememe rağmen bir Ankara-İstanbul yolculuğu esnasında otobüsteki kanalları dolaşırken rastladığım Merhamet adlı dizi tam da bu nedenle beni çok etkiledi. Moskof Receple Kara Hatice'nin kızı Yaslıhanlı Narin'in hikayesinin farklı ve izlemeye değer olduğunu düşündüm. Dizinin ilk bölümünü de böyle bir ruh hali içinde soluksuz ve gözümde akan yaşlarla bu otobüs seyahatinde izledim.



Ardından bir gece televizyonda dizinin tekrar bölümlerine rastlamam çok etkilendiğim bu diziyi yeniden hatırlamama vesile oldu. Dizinin Hande Altaylı'nın Kahperengi adlı ünlü eserinden uyarlama olduğunu da aynı gün annemden öğrendim. Ertesi gün de büyük bir heyecanla Doğan Kitap tarafından basılan bu romanı almaya gittim. Romanın olay örgüsüne geçmeden önce ilginizi çekebileceğinizi düşündüğüm diziyle ilgili bir röportajın linkini sizlerle paylaşıyorum.

Bir otobüs yolculuğunda tanıştığım Yaslıhanlı Narin'in hikayesini bir uçak yolculuğunda baştan sona soluksuz bir biçimde okudum. Romanı okurken çocukluğa, aileye, aşka, hayallere kısacası hayata dair pek çok şeyi yeniden düşündüm: en çok da aileye ve ilk aşka dair. Öyle ki ikisi de kolay unutulmuyor ve hayatımızda derin izler bırakıyor, sadece Narin için değil hepimiz için.... Roman Narin'in ilk aşkı Fıratla en yakın dostu Deniz'in partisinde karşılaşmasıyla başlıyor, hem de Deniz'in kız kardeşi Irmak'ın sevgilisi olarak. Bu ilk karşılaşmada her ne kadar ikisi de birbirini tanımamış gibi davransalar da romanın ilerleyen bölümlerinde durumun böyle olmadığını anlıyoruz. Narin Yaslıhan'da doğmuştur. Zayıf bir anne figürü ve eşiyle parası için evlenmiş ancak hayal ettiği paralara erişemeyince hayatı eşine ve üç çocuğuna (Narin, Mehmet ve Şadiye) zehir eden ve onlara asla sevgi göstermeyen bir baba figürü vardır hayatlarında. Babalarının komşularının eşiyle kaçıp gitmesi sonrasında dörtlünün hayatı oldukça zor geçmiştir. Narin bir yandan okumaya devam ederken bir yandan da bir kuaförde çalışarak ailesine destek olmaya çalışır. Üniversite sınavını kazandığı gün aldığı karar ise hayatındaki kilit kararlardan biri olacak ona hem İstanbul'u, hem başarılı bir kariyeri, hem de yakın dostu Deniz'i getirecektir. Fırat'ın Narin'in ailesinin ölümüyle ilgili haber vermesinin ardından ikisinin Yaslıhan'a gitmeleri ise bu ikilinin hayatında ikinci bir başlangıca neden olacaktır. Romanın iki katmanlı yapısını da çok başarılı buldum. Bu iki katmanlı yapı içerisinde bir yandan Yaslıhan öte yandan İstanbul bir yandan Narin'in çocukluğu, ailesi öte yandan kahramanımızın yetişkinliği, Denizle olan arkadaşlığı, Fıratla olan aşkı çok başarılı bir biçimde tasvir edilmişti. Aslında karşılaştırma yapmayı pek sevmem ama bu yönüyle eseri bir başka çok sevdiğim dizi olan Çemberimde Gül Oya'ya benzettim.


Son olarak kitaba dair çok beğendiğim iki alıntıyı sizinle paylaşmak istiyorum. İlk alıntı aslında bana Şeker Portakalındaki Zezemi hatırlattı. Zeze İsa'ya kızıyordu, şanssız olduğunu düşünüyordu, neden beni sevmiyorsun Küçük İsa diyordu. Kahperengi'de ise bunun bir kontrastını görüyoruz. Narin'in Denizle tanışması ve Denizin hayatıyla ilgili ayrıntıları öğrenmesi sonrasında değişen fikirlerini yansıtan bu alıntıyı bir yandan da bana Şeker Portakalı'nı hatırlattğı için çok sevdim: "Şanslı doğmak diye birşey yoktu. Doğan her insan şanssızdı ve sabırla bunu öğreneceği günü bekliyordu. Artık bütün zenginlerin mutlu olduğunu sandığı çocukluk günleri geride kalmıştı. Tıpkı akmış rimel gibi, zenginlik de mutsuzluğu daha acıklı hale getiriyordu" (180- 181).

Kitap'ta etkilendiğim bir diğer alıntı da aileye dair ve bu alıntının Narin'in içine doğduğu aileyi çok iyi yansıttığını düşünüyorum: "Bir aileden çok tesadüfen yolları kesişmiş insanlara benziyorlardı. Bir yuvayı paylaşan insanlar değil de bir handa karşılaşmış yolcular gibiydiler. Kan bağıyla bağlı olması gerekirken kan uyumsuzluğundan mustarip beş kişi. Tütmeye değil, sönmeye mahkum bir ocak. Çektiği acının, yanan yüreğinin göğsüne oturan taşın sebebi özlem değil, kimsesizlikti. Kimsesizlik" (205). Yazımı dizinin ilk bölümünün fragmanını paylaşarak bitiriyorum. Diziseverlere iyi seyirler ve eseri okumayanlara da şiddetle okumalarını tavsiye ederim. Bu eserde hayata, ilklere ve herşeyden önemlisi kendi yaşamlarına dair çok şey bulacaklardır. İyi okumalar!

05 Ocak, 2014

Tezer Özlü en sevdiğim yazarlar arasında yer alır. İşte bu nedenle Burcu'nun Tezer Özlü'nün Kalanlar adlı eseriyle ilgili yazısını çok büyük bir keyifle okumuştum. Burcu'nun 90lar kitabıyla ilgili değerlendirmesi de yüzümde kocaman bir tebessümle okuduğum paylaşımlardan bir tanesiydi. Yazıdan o kadar etkilenmiştim ki sanki zaman tünelinde yolculuk yapmış ve kendimi bir an 90larda, ilkokul yıllarımda buluvermiştim. İşte Özlü'nün Çocukluğun Soğuk Geceleri adlı eserini rafta gördüğümde özellikle bu iki nedenden dolayı içimde inanılmaz bir okuma isteği belirdi.



Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Çocukluğun Soğuk Geceleri Özlü'nün ilk romanı. Çocukluğun Soğuk Geceleri bence son derece çarpıcı, etkileyici, okuyucunun içine işleyen ama belki de tasvir etmesi bir o kadar zor bir roman. Öyle ki bu ince ama bir o kadar da yoğun romanı okuduktan sonra herkesin romana dair farklı bir algılayışı olabileceğini düşündüm. O nedenle eserde en beğendiğim bölümü paylaşmanın eserdeki derinliği anlatmak konusunda yeterli olacağını düşündüm. Yaşam, ölüm, sevgi, sevgisizlik, yalnızlık kavramlarının yoğun bir biçimde vurgulandığı, dillendirildiği, kahramanın içinden geçmiş olduğu ruhsal bunalımlarının aktarıldığı romanın ilk iki bölümünün Ev ile Okul ve Okul Yolu olması bir tesadüf değil çünkü çocukluk aslında sürekli dönülen, aşılamayan bir dönem. Yaşamı nasıl kavradığımızı da, zihnimizde nasıl şekillendirdiğimizi de çocukluğumuz belirliyor: "Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken: oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş."


Çocukluğun Soğuk Geceleri sıkça tavsiye edilen, okunması önerilen eserlerden bir tanesi. Bunlardan bir tanesini de sizlerle paylaşmak istedim:


Son olarak Özlü'nün bu eserini okurken aynı Burcu'nun 90lar kitabıyla ilgili paylaşımını okuduğumdaki duyguları hissettim. Özlü çocukluğunu, ilkokul yıllarını, ilkokul öğretmenini, ilk arkadaşlarını anlatırken ben de kendi ilkokul yıllarıma gittim. Siyah önlüğüm, beyaz yakam, karşımda kara tahta sıra arkadaşlarım o kadar canlı beliriverdi ki gözümün önünde. Yazar Stalinin ölümünün büyük bir bayram havası gibi kutlanıldığını hatırlıyordu ben Körfez Savaşı sürecini, elektrik kesintilerini, haberleri dinlemekten ne kadar korktuğumu, bir savaş çıkması ihtimalinden ne kadar çekindiğimi. Yazar çıkmaz sokaktaki evine çekinmeden getirdiği ilk arkadaşından bahsediyordu, ben bir gün teneffüste okuldan çıkıp bir arkadaşımla leblebi tozu almaya gittiğim günü anımsıyordum. Evet bu roman eserin arka kapağında da dediği gibi: "yalnızca başlangıcını oluşturmakla kalmayan belki de hiç çıkılamayan çocukluğu yansıtıyor." Kaç yaşında olursanız olun bir şey oluyor ve dönüveriyorsunuz o günlere.


11 Aralık, 2013


".... daha hüzünlü çalın kemanları sonra sizler
                  duman olup yükseliyorsunuz göğe
               sonra bir mezarınız oluyor bulutlarda
                                                   rahat yatılıyor."






Özlem'in 2003 Edebiyat Ödüllü yazar J. M. Coetzee'nin Barbarları Beklerken adlı eseriyle ilgili değerlendirme yazısının ardından benim de bu haftalık değerlendirmem için 2002 Nobel Edebiyat Ödüllü  Imre Kertesz'in Doğmayacak Çocuk İçin Dua'yı seçmem büyük bir tesadüf oldu. Doğmayacak Çocuk İçin Dua yazarın Kadersizlik ve Fiyasko eserlerinin ardından yarı-otobiyografik üçlemesinin son kitabı olma özelliğini taşıyor.

Eser psikolojik bir iç hesaplaşma, kendiyle yüzleşme örneği. Hepimizin hayatımızın belli aşamalarında almış olduğumuz kararlar ve onların sonuçlarına dair yaşadığımız iç hesaplaşmalarımızı bu kitapta Yahudi bir Macar aydını olan B.'nin ağzından okuyoruz. İkinci Dünya Savaşı'na tanıklık etmiş, Auschwitz toplama kampındaki soykırımdan kurtulmayı başarmış B.'nin hesaplaştığı kararı da dünyaya getirmeyi reddettiği çocuğudur. Özellikle eser boyunca yazarın doğmamış çocuğuna seslenerek kurduğu kimi ifadelerin çok etkileyici olduğunu ve yazarın ruh halini, iç hesaplaşmasını çok iyi aktardığını düşünüyorum:

"Senin karşında başım hep eğik olacak çünkü sana verebileceğim hiçbir şey yok, ne bir açıklama, ne bir inanç, ne bir silah." (103)

"Hayır! Başka bir çocuk benim yaşamak zorunda olduğum şeyleri yaşamamalıydı." (106)

"Son bir büyük sunumla hastalıklı, şiddet dolu yaşamımı gözler önüne serdim - daha sonra bu yaşamın havaya kalkmış ellerin içindeki çıkınıyla birlikte yola koyulmak ve kara bir nehrin sürükleyen, karasularının içinde boğulmak için gözler önüne serdim." (138).

Son olarak özellikle psikolojik roman türlerini sevenlerin bu romanı beğeniyle okuyacaklarını düşünüyorum. Ve yazımı bir temenniyle bitirmek istiyorum. Ne yazık ki İkinci Dünya Savaşı'nın ardından yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen B.'nin yaşadıklarını yaşamak zorunda olan pek çok çocuk var. Savaşların karanlık yüzleri çocukların hayatlarını olumsuz yönde etkilemeye devam ediyor. Başka çocukların B.'nin yaşadıklarını yaşamak zorunda olmadığı aydınlık günlere!





25 Ekim, 2013


Latin Amerika edebiyatıyla ilgili bir önceki yazımın ardından bu seferki yazımda da Latin Amerika üzerine yazmaya karar verdim. Her bölgenin edebi eserlerinin kendine özgü özellikleri var ve farklı örnekler okumak bir anlamda Türk edebiyatını da daha iyi anlamamızı sağlayabilir. Austin'deki 3 Latin Amerikalı arkadaşıma en sevdiği kitapları ve nedenlerini sordum ve onlar da cevaplarını benimle paylaştılar. Önceki yazımda olduğu gibi soruların cevaplarını hem Türkçe hem de İspanyolca yayınlamanın daha doğru olacağını düşündüm ki böylece bloğumuz belki Latin Amerikalı edebiyat severlere de ulaşabilir. Arkadaşlarım Giorleny, Rodolfo ve Roberto'ya paylaşımları için çok teşekkür ederim. Arkadaşlarımın cevaplarına geçmeden önce ben de sizlere bir kitap önerisinde bulunmak isterim. Javier Auyero ve María Fernanda Berti tarafından yazılan: La violencia en los márgenes (Violence at the Margins). Kitabı henüz okumamakla birlikte özellikle etnografik çalışmaları sevenlerin bu kitabı da büyük bir zevkle okuyacaklarını düşünüyorum ve Buenos Aires'in fakir mahallelerindeki şiddet hikayelerinin ülkemizde fakirlik üzerine yapılan saha çalışmalarına örnek teşkil edebileceklerini düşünüyorum.




Giorleny: Benim en sevdiğim kitap Alejo Carpentier tarafından yazılan El Reino de Este Mundo adlı kitap. Bu kitabı seviyorum çünkü aynı anda beni hayrete düşürmeyi, dehşete düşürmeyi ve bana ilham vermeyi başarıyor. Bunun dışında Octavio Paz, Mario Benedetti ve Ruben Dario'nun eserlerini okumayı da severim (özellikle ülkemi özlediğim zamanlarda).


Mi libro preferido, el que se me viene a la mente en este momento es  El reino de este mundo por Carpentier. Me gusta porque me transporta, me asombra, me horroriza y me inspira. Claro, también me gusta Paz, Benedetti y Dario (cuando estoy nostálgica de mi patria).



Rodolfo: Bir kitap seçmem gerekirse Oscar Castro'nun (1910-1947) La Comarca del Jazmín'ini seçerdim. Bu kitabı seviyorum çünkü kitabı okuduğumda çocuktum ve eserdeki gündelik yaşama dair sıradan ve birbiriyle bağlantılı hikayeler dikkatimi çekti. Aynı zamanda ve Castro'nun diğer anlatılarından farklı olarak kitap bir düzyazıda nadir rastlanacak oldukça lirik bir dile sahip. Kitabı sevmemin diğer nedenlerinden biri de eserin Şili'nin kırlarında geçiyor olması ve onu tanımlıyor olması ki bunu günümüz koşullarında gerçekleştirmek oldukça zor. Bu özelliğiyle eser aynı zamanda bana küçükken hafta sonları kırda yaşayan büyükannemi ziyarete gidişimizi hatırlatıyor.

Si tuviera que elegir uno diría que es La Comarca del Jazmín de Oscar Castro (1910-1947). Me gusta porque cuando era chico y lo leí me atrajo que fuera una serie de cuentos relatados desde la perspectiva de lo cotidiano sin grandes pretensiones respecto al lenguaje y el tema. Al mismo tiempo, y a diferencia del resto de la narrativa de Castro, el libro tiene un lenguaje muy lírico que es raro encontrar en prosa. Cuando lo he leído después me ha gustado también porque está ambientado en campo chileno, lo describe de una manera que sería difícil de hacer si hubiera sido escrito hoy y que me recuerda cuando era chico e iba con mi familia los fines de semana a ver a mi bisabuela en el campo.


Roberto:  José Donoso tarafından yazılan "El Obsceno Pájaro de la Noche" önerebileceğim kitaplardan bir tanesi. Eserin deneysel anlatımı dolayısıyla kitap çok kolay okunur bir kitap değil ancak aynı zamanda bu özelliği dolayısıyla oldukça tatmin edici bir eser. Eserin en ilginç özelliklerinden bir tanesi Donoso'nun baş kahramanını dönüştürmeyi başarabilmesi ve bize bu dönüşümlerin kahramanın gerçeklikle ilgili algısını değiştirdiğini gösterebilmesi.


Un Libro que recomendaría es "El Obsceno Pájaro de la Noche" de José Donoso. Su narrativa experimental no lo hacen un libro de fácil lectura, sin embargo la misma es lo que lo hace una lectura muy satisfaciente. El aspecto más interesante del libro es como Donoso es capaz de transformar a su protagonista y mostrarnos como con dichas transformaciones cambia su percepción de la realidad. La transformación del protagonista a la monstruosidad y su eventual recuperación de la humanidad nos sirve para explorar como elegimos alienamos en el mundo moderno.







15 Eylül, 2013


Bu hafta bloğumuz için yazacağım haftalık yazımda bir kitap üzerinde bahsetmek yerine blog okurlarımızla bize biraz uzak olan ve çok da bilmediğimiz Latin Amerika edebiyatıyla ilgili yaptığım bir mülakatı paylaşmaya karar verdim. Son dönemlerde özellikle sosyal bilimlerde ülkemiz ve Latin Amerika’daki farklı ülkelerle ilgili çok sayıda karşılaştırmalı çalışma yapılmakta. Bu çalışmalar bize önemli olanın bölgesel yakınlık değil de ortak sorunlar olduğunu net bir biçimde göstermekte. Türkiye’de Haziran ayında başlayan Gezi Parkı protestolarıyla Brezilya’da yaşanan protestoların eş zamanlı olarak ve birbirine benzer taleplerle ilerlemesi bu örneklerden belki de sadece bir tanesi.

Edebiyat alanında da ülkemiz okurlarının tanıdığı Gabriel Garcia Marquez ve Jose Mauro de Vasconcelos gibi önemli Latin Amerikalı yazarlar bulunuyor. Bu yazar listesini artırmak ve okuma listemizi zenginleştirmek de mümkün. Bu mülakatta arkadaşım Laura daha çok güncel yazar ve eser örneklerini bizimle paylaşıyor. Eminim ki aralarından beğenerek okuyacağınız yazarlar olacaktır. Beni Laurayla iletişime geçiren Ivana’ya ve zaman ayırıp ayrıntılı ve titiz bir biçimde sorularımı cevaplayan Laura’ya çok teşekkürler. Latin Amerikalı arkadaşlarımın ve okurların da okuyabilmeleri için mülakatı hem Türkçe hem de İspanyolca paylaşıyorum. Gracias a Ivana por contactarme con Laura y gracias a Laura por sus respuestas tan detalladas! Gracias amigas!

1. Latin Amerika edebiyatındaki en sevdiğin yazar kimdir? Latin Amerika edebiyatındaki en sevdiğin kitap nedir? Neden? Bu kitabın bazı özelliklerinden bahsedebilir misin?

Ben birçok Şilili yazarı okumayı seviyorum. Ancak özellikle iki tanesi en sevdiklerim arasında: Lina Meruane ve okuyucuda rahatsızlık hissi uyandıran eseri Las infantas (1998) ile Pedro Lemebel ve onun eseri Loco afán (1996). Bu iki eser de türlerinin en iyi örneklerini oluşturuyor.

Her iki kitap da trans bireylerin yaşamlarından bahsediyor: Bu bireylerin özel hayatlarında ve gizli olarak ne yaptıkları, başlarına gelenler, kendi özgür iradeleri dışında veya birşey karşılığında kabul ettikleri ve bu süreçte geçirdikleri küçük yıkımlar ve hatta büyük devrimler gibi.

¿Quién es tu autor favorito en la literatura Latinoamericana? ¿Cuál es tu libro favorito en la literatura Latinoamericana? ¿Por qué? ¿Podrías contar algunos aspectos de ese libro?

Me gustan muchos escritores chilenos. Pero voy a nombrar a dos: Lina Meruane y la inquietante escritura de Las infantas (1998) y a Pedro Lemebel, su Loco afán (1996), esas crónicas travestis, de adjetivación inigualable.

Ambos libros se sostienen sobre tráficos y tránsitos sexuales y genéricos: los que se hacen en privado o en secreto, los que atraviesan la historia, los que se aceptan contra la propia voluntad o a cambio de algo, los que implican pequeñas subversiones e incluso grandes revoluciones.




2. Arjantin edebiyatındaki en sevdiğin yazar kimdir? Arjantin edebiyatındaki en sevdiğin eser nedir? Neden? Bu kitabın bazı özelliklerinden bahsedebilir misin?

Sylvia Molloy Arjantin edebiyatındaki en sevdiğim yazarlardan bir tanesi. Yazarın ilk romanı En breve cárcel (1981), Arjantin edebiyatında lezbiyen bir başkahramanı olan ikinci yayınlanmış roman örneğidir. Adsız bir kadın küçük ve karanlık bir odada yazar. Sadece sigara almak için, barda bir randevu için, ve bir hafta sonu kıra gitmek için dışarı çıkar. Hikaye bir aşığın boşluğunun doldurulması için başlar, bu hatıranın boşluğunun doldurulması için. Bu süreç içerisinde bir kadın yazar, hatırlar, kendi hikayesini geri kazanır ve çatlamak üzere olan kabuklar gibi kendi hikayesini oluşturur ki böylece en sonunda metin- vücut, cinsellik – bir anlam ifade etsin. Böylece şu an ve büyük olasılıkla gelecek de anlamlı olsun. Lezbiyenlik de romanda benzer bir şekilde işlenir: bir tehdit ya da bir kimlik kategorisi olarak değil. Lezbiyenlik romanda daha çok bir yabancılaştırma etkisi işlevi görür: metinde ve vücutlar üzerinde etkisini gösteren sürekli bir şiddet etkisi yaratır.


Ama yazarın başka eserleri de vardır: El común olvido, Varia imaginación y Desarticulaciones. Ve bu eserleri de harikadır. Ayrıca yazar mükemmel bir edebiyat eleştirmenidir.

Gabriela Cabezón Cámara, 2012 yılında Le viste la cara a Dios adlı eserini yayınlayan genç bir yazardır. Yazar bu eserinde Arjantin edebiyatındaki farklı gelenekleri birleştirerek güncel bir sorun olan kadın ticareti konusunu ele almaktadır.

Aynı zamanda Flavia Costa’nın futuristik ve mitolojik öğeler içeren eseri Las anfibias (2010) kokular, renkler ve seslerle ilgili canlı betimlemelerinden dolayı beğendiğim eserlerden bir tanesidir.

¿Quién es tu autor favorito en la literatura Argentina? ¿Cuál es tu libro favorito en la literatura Argentina¿Por qué? ¿Podrías contar algunos aspectos de ese libro?

 Sylvia Molloy es una de mis escritoras argentinas preferidas. Su primera novela, En breve cárcel (1981), es la segunda novela publicada en Argentina con una protagonista lesbiana:  Una mujer sin nombre, en un cuarto pequeño y oscuro, escribe. Apenas sale para comprar cigarrillos, una cita en un bar, un fin de semana en el campo. El relato se inicia para cubrir el vacío dejado por una amante, para llenar el vacío de la memoria. Una mujer escribe, recuerda, recupera su historia; construye su relato a modo de costras que deberá arrancar para que finalmente el texto -el cuerpo, el sexo- tenga sentido. Para que el presente y, probablemente, el futuro tenga sentido. Y el lesbianismo opera, en la misma forma de la novela no bajo el signo de la injuria ni de la amenaza, tampoco como categoría identitaria. Actúa, más bien, como un efecto de extrañamiento, como violencia constante que se ejerce sobre el texto y sobre los cuerpos (porque funcionan metonímicamente).

Pero tiene otros: El común olvido, Varia imaginación y Desarticulaciones. Y son todos maravillosos. Además, es una excelente crítica literaria.

Gabriela Cabezón Cámara, una escritora joven, publicó en el 2012 Le viste la cara a Dios, una nouvelle en la que convergen diversas tradiciones de la literatura argentina (la gauchesca, Lamborghini, el neo-barroso) para darle cuerpo a un problema muy actual: el de la trata de mujeres.

También el universo mitológico y futurista de Las anfibias (Flavia Costa, 2010), sus vívidas descripciones (los olores, los colores, los sonidos cobran vida), me requiere periódicamente.






03 Haziran, 2013

Bu haftaki blog yazımda daha önce okumadığım bir eser üzerine yazmaya karar vermiştim. Geçen hafta kitapçılarda dolanıp bir kitap seçmeye çalışırken ve raflara göz gezdirirken ünlü yazar Patrick Süskind'in Güvercin isimli eseri bir anda dikkatimi çekti ve onu alıp okumaya karar verdim. Aslında bu kitabı alırken ülkemin siyasetinde yaşanan olaylarla bu eser arasında paralellik kurabileceğimi hiç düşünmemiştim. Ancak kendisini tekdüze, dingin bir hayat sürmeye öylesine alıştırmış eser kahramanı Jonathan Noel'in hikayesini okurken istemeden ülkemde son dönemde yaşananları düşündüm. O noktada eser benim için daha da anlamlı bir hal aldı.

Şöyle ki Süskind'in eseri aslında tekdüze yaşamların sıradan bir güvercinin etkisiyle yerle bir olabileceğini okurlarına çarpıcı bir biçimde gösteriyor. Eser kahramanımız Jonathan Noel hayatını bankada bekçilik yaparak kazanmaktadır ve Paris'te çatı katındaki odasında dingin, sakin, monoton bir hayat sürdürmektedir. Yakın zamanda yaşadığı bu çatı katının sahibi olmayı hayal etmektedir. Bu korunaklı yaşam odasına bir güvercinin girmesiyle alt üst olur. Öyle ki Noel her gün sabahın 8'inde çalıştığı bankanın önüne gelir, bütün gün boyunca kapının önünde ayakta dikilir, bir aşağı bir yukarı yürür ve Mösyö Roedel'in limuzinini karşılardı. Oysa o güvercin olayından sonra kendi sözcükleriyle kahramanımız: "Zaten tehlikeli bir yola girmişti, zaten bir deli gibi kavrama yeteneğinden yoksun biri gibi davranmaya başlamıştı, neredeyse toplum dışı biri gibi- Mösyö Roedel’in limuzinini atlamak! Parkta öğle yemeğinde üzümlü çörek yemek! Şimdi dikkat etmezse özellikle küçük şeylere dikkat etmeyip süt kartonunu bankta unutmak gibi sözümona en sıradan dikkatsizliklere en enerjik bir biçimde karşı koymazsa çok geçmeden tutunacağı hiçbir dal kalmayacaktı." (49) Aslında belki de aynı gün Noel'in özgürleşmesinin de hikayesiydi. Çünkü kahramanımız bu alışık olmadığı ve karşılaştığı zorluklarla hayatını da bir anlamda yeniden gözden geçiriyordu. Eserin sonunda da kahramanımızın yağmurda su birikintileri içerisinde yürüdüğünü okuyoruz: "Canla başla su birikintilerine daldı, ortalarına ortalarına zikzaklar çizerek birikintiden birikintiye dolaştı, hatta bir keresinde, karşı kaldırımda özellikle güzel, kocaman birikinti gördüğü için kaldırımı değiştirdi, şapırtılar çıkaran dümdüz tabanlarıyla ortasından geçti, öyle bir su fışkırdı ki vitrinlere, park edilmiş arabalara, kendi pantolonunun paçalarına, nefis bir şeydi, o ise bu küçük çocuksu yaramazlığın büyük yeniden kazanılmış bir özgürlükmüşçesine tadını çıkarıyordu. Ve daha coşkusu, keyfi yerindeydi." (76)

İşte Jonathan Noel'in tekdüze hayatının dönüşümünü okurken aynı anda da ülkemin polisini düşündüm, en temel hak taleplerine, en ufacık eylemlere, protestolara, barışçıl yürüyüşlere tahammül göstermeyerek emir kulu olarak sorgusuz sualsiz aldığı emiri uygulamaya geçiren ve kendi vatandaşlarını acımasızca biber gazı bombardımanına tutan ülkem polisini. Daha sonra son bir haftadır ülkemde yaşanan olayları düşündüm. Gezi Parkı direnişinde vücut bulan ülkem insanının meşru, demokratik taleplerini ve bu talepler etrafında yılmadan birleşmelerini, büyümelerini, pes etmemelerini, ne olursa olsun geri adım atmamalarını. Halk güvercinlerini çoktan bulmuştu. Şimdi umudum ülkem polisinin de fazla gecikmeden güvercinlerini bulmaları (belki ülkeyi yönetenlerden önce bunu fark etmeleri). Öyle ya da böyle aynı Jonathan Noel'in odasına güvercinin konduğu günden sonra onun hayatı için nasıl hiçbirşey eskisi gibi kalmadıysa hissediyorum ki sivil Gezi Parkı Direnişi hareketiyle birlikte hiçbirşey ülkem için de eskisi gibi olmayacak!

21 Nisan, 2013

http://www.hurriyetdailynews.com/the-perils-of-being-a-child-born-into-a-poor-family-blaming-little-jesus.aspx?pageID=449&nID=51136&NewsCatID=396


Herkesin hayatında kilit bir yazar, roman ve roman kahramanı vardır. Benim için de bu Jose Mauro de Vasconcelos'un Şeker Portakalı adlı romanı ve küçük kahramanım Zeze'ydi. Ortaokul hazırlık yıllarında okuduğum bu roman beni öylesine etkilemişti ki romanı bitirdikten hemen sonra Zeze'min hikayelerine devam etme isteği bende uyanmıştı ve bir çırpıda küçük kahramanımın diğer hikayeleri olan Güneşi Uyandıralım ve Deli Fişek'i okuyuvermiştim. Aslında Şeker Portakalı'nda beni etkileyen tek şey küçük kahramanım Zeze'ye duyduğum empati değildi. Brezilyalı yazar Vasconcelos'un anlatım dili de beni bir o kadar etkilemişti. Öyle ki bu romanları okuduktan hemen sonra yazarın diğer önemli romanları olan Yaban Muzu, Kayığım Rosinha, Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz gibi romanlarını da okuyuvermiştim. Arkadaşlarım bana Şeker Portakalı'nın yasaklı kitaplar arasında olduğunu söyleyince çok şaşırmış ve bir o kadar da üzülmüştüm. Öyle ya benim küçük Zeze'min kime ne gibi bir zararı olabilirdi? Anlamakta güçlük çekiyordum doğrusu. Ama bu haber içimde birden ortaokul yıllarımın küçük kahramanı Zeze'mi yeniden okuma isteği uyandırmıştı.

Yakın zamanlarda Şeker Portakalı'nı yeniden okuduktan sonra hikayenin akıcılığı, yazarın anlatım dilindeki şiirsellik, benzetmelerdeki başarı ve Zeze'nin çarpıcı hayat hikayesinin yanı sıra romandaki çok önemli bir alt metin de birden dikkatimi çekti. Bu belki de ortaokul yıllarımda okurken çok da dikkatimi çekmeyen birşeydi ama belki de farkında olmadan da benim ilgi alanlarımı etkilemişti. Öyle ki romanın çok önemli bir yapısal soruna belki de değme siyaset bilimi kitabı ya da makalesinden çok daha büyük bir başarıyla dikkat çektiğini farkettim: Fakir bir ailede çocuk olmak, fakirlik ve çocukluk ve bu yapısal sorunun çocuklar üzerinde yarattığı etkiler.... Zeze'nin roman boyunca sarfettiği bazı sözler o kadar etkileyiciydi ki bu sorunsalı bu kadar iyi ifade eden başka sözler olamaz diye düşünmüştüm: Tanrım? Hayat neden bazıları için bu kadar zor? Görüyorsun ya ailece herkes iyi. O zaman neden küçük İsa bize yakınlık göstermiyor... Başımı eğdim ve Totoca'nın dediği gibi yalnız zengin kişileri seven küçük İsa'yı düşündüm... Kötüsün küçük İsa! Ben ki bu kez benim için Tanrı olarak doğacağına inanıyordum, bana bunu yaptın demek! Neden beni de öbür çocukları sevdiğin gibi sevmiyorsun! Uslu durdum. Kavga etmedim, derslerime çalıştım, sövmedim. Neden bana bunu yaptın küçük İsa?... Roman boyunca bu ifadeleri artırmak mümkün. Evet belki de hiçbir şey tesadüf değildi. Belki de Sao Paulo'nun fakir mahallelerindeki yaşanan problemleri bu kadar iyi anlatan bir roman beni hem sosyal politika, fakirlik, ve eşitsizlik gibi konulara hem de Latin Amerika'ya ilgi duymaya itmişti. Sanırım bu eşsiz romanı yeniden okuduktan sonra söyleyebileceğim tek şey herkesin Zeze'min hayat hikayesini okuması gerekliliği... Bu romanda herkesin kendine dair birşeyler bulacağından eminim...

10 Mart, 2013


                       

                                         ORHAN KEMAL: BABA EVİ

                                          BİR ÇIKIŞ YOLU VARDIR.....



            Orhan Kemal'in Küçük Adam'ın Romanı dizisinin birinci kitabı olan Baba Evi adlı eserini değerli Türkçe öğretmenim Gönül Eser'in tavsiyesiyle okuduğumda henüz ortaokula gidiyordum. O dönemde okurken de çok keyif aldığım bu romanı yeniden okumak hem beni kendi ortaokul yıllarıma götürürken hem de yeniden roman kahramanımızın hikayesinin içinde buluverdim kendimi.....

           Baba Evi bir çocuğun ve gencin gözünden baba, aile, yoksulluk, yaşam mücadelesi, memleket, savaş gibi çok önemli kavramları okuyucuya başarıyla ve etkileyici bir dille aktarmayı başarıyor. Baba Evi savaş sonrası babası iktidarla çatıştıktan sonra Beyrut'a kaçmak durumunda kalan bir çocuğun ve onun gözünden ailesinin hikayesini anlatıyor. Adını bilmediğimiz kahramanımızın ailesi Adana'da son derece varlıklı bir aileyken Beyrut'a kaçtıktan sonra ciddi maddi sıkıntılar çekiyor. Önce ailenin babası ufak bir lokanta açıyor ve kahramanımız ve kardeşi orada çalışarak ailenin geçimini sağlıyorlar. Ancak daha sonra lokanta iflas ediyor, evin babası hastalanıyor ve kalabalık ailenin geçim yükü abi kardeşin üzerine kalıyor. Bir yandan babasının baskısı, bir yandan geçim sıkıntısı, bir yandan dilini dahi doğru düzgün konuşamadığı bir yerde memleket özlemiyle kapana sıkıştığını düşünen kahramanımız çıkışı yeniden Adana'ya dönmekte buluyor. Bu ana kadar daha kasvetli bir anlatıyla ilerleyen romanın dili kahramanımızın Adana'ya dönüşünden sonra onun bir çıkış yolu bulmasının ve yaşama sevincini yeniden yakalamasının etkisiyle pozitif bir anlatıya dönüşüyor ve bu anlatıyla son buluyor.

          Romanı yeniden okuduktan sonra Orhan Kemal'in anlatı yeteneğinin başarısından bir kez daha etkilendim. Bu kadar kısa bir roman içerisinde onca karmaşık duygu, ruh analizi, onca önemli konu ancak böyle başarıyla aktarılabilirdi hem de bir çocuğun ve gencin gözünden. Örneğin, romanda en çok etkilendiğim bölümlerden bir tanesi yazarın bir yandan savaşın korkunçluğunu, dehşetini başarıyla aktarırken bir yandan da kahramanın gözünden ailesinin apar topar trenlere binerek yaşadıkları yerden kaçışlarını aktardığı bölüm oldu. Kahramanın sorduğu şu cümle ise muhtemelen romana dair asla unutmayacağım cümlelerden bir tanesi olarak hafızamda yerini alacak: ''Tren, düşman niçin geliyordu, biz niçin kaçıyorduk? Evet ama kuşlar? Onları düşmandan kaçıracak babaanneleri yoktu ki!..'' (13) Öte yandan da roman, kahramanın memleket özlemini, memlekete dair hissettiği karmaşık duyguları da gayet yalın ve açık bir biçimde okuyucuya başarıyla aktarıyor: ''Sanki memleket tepemde fırıl fırıl dönmeye başlamıştı. İçimden içimin derinliklerinden birşeylerin yıkıldığını duyuyordum. Ben buraya niçin geldim?'' Aynı zamanda, yazarın kendi çocukluk ve gençlik yıllarını anlattığı bu yalın ama etkileyici romanı hala okumadıysanız ve içinizde bir yerlerde o kuşlara dair endişe duyan çocuğun sesi hala yükseliyorsa bu romanı vakit kaybetmeden şiddetle okumanızı tavsiye ederim.