Hazal P. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hazal P. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ağustos, 2014


“Belki mucizelere inanmak hasta ruhların en iyi ilacıdır; ama mucizelere kanmak kimi zaman ölümcül bir hastalıktır.”

Aslında bir arkadaşıma hediye olarak aldığım, kendisine ulaştıramayınca “bari ben okuyayım” deyip uyutmayacak kadar nemli ve sıcak bir İstanbul gecesinde okumaya başladığım ve başladığım gece bitirdiğim bir kitap oldu Mine Söğüt’ün Beş Sevim Apartmanı adlı romanı. Bugüne kadar Mine Söğüt okumamıştım. Daha doğrusu, "okumam gereken yazarlar" başlıklı bir hayli uzun hayali* listemin içinde bulunup bir türlü okumaya fırsat bulamadığım, Cumhuriyet’teki yazılarını takip ettiğim birisiydi Mine Söğüt. İlk romanı olan Beş Sevim Apartmanı deneyimimden sonra ise diğer kitaplarını da muhakkak okumam gerektiğini düşündüğüm bir yazar oldu benim için.

YKY, Beş Sevim Apartmanı, Rüya Tabirli
Cinperi Yalanları 
Beş Sevim Apartmanı, ya da tam ismiyle Beş Sevim Apartmanı, Rüya Tabirli Cinperi Yalanları, Cihangir’in Pürtelaş Mahallesi’nin “tuhaf” bir apartmanının ve bu binanın içinde yaşadığı düşünülen beş akıl hastası ile yine hasta bir psikiyatristin cinlerle ve perilerle yoğrulmuş bir hikâyesi. Romanların özetini yaparken genellikle oldukça cüretkâr davranmama rağmen, bu yazıda içerikle ilgili internette bulabilecekleriniz dışında fazla bir bilgi vermek istemiyorum; zira bu kitabı merak ede ede okuyacaksınız ve muhtemelen sonunda da bir sürpriz ile karşılaşacaksınız. Burada, “muhtemelen” kelimesini özellikle kullanıyorum çünkü eğer psikolojik rahatsızlıklar ile ilgili bilginiz varsa sonlara doğru sizi bekleyen sonu tahmin edebilme ihtimaliniz var. 

Roman, ana karakterimiz Doktor Samimi’nin yaşam öyküsü ve Beş Sevim Apartmanı’nın geçmişteki hüzünlü ve efsunlu denebilecek hikâyesiyle başlıyor. Küçüklüğünden beri en yakın arkadaşları cinler ve periler olan Doktor Samimi, bu yaratıklarla arası bozulunca onları yok etmek gayesiyle deneyler ve çalışmalar yapmak istiyor. Bu doğrultuda, Beş Sevim Apartmanı’nı satın alıyor ve ortak sorunu cinler ve periler olan beş akıl hastasını hastaneden çıkararak bu apartmanın farklı katlarına yerleştiriyor. Ve sonrasında kitap, bu hastaların kendilerinin kurguladığı yaşam öyküleri, gerçek yaşam öyküleri ve Doktor Samimi’nin tuttuğu günlüklerle ilerliyor. Başlangıçta cinleri ve perileri yok etmeye kararlı olan Samimi, roman ilerledikçe onlar tarafından ele geçirildiği ve onlardan kurtulma olasılığının bulunmadığı noktasına doğru gidiyor.

Örneğin serüvenin başındaki günlüklerde, “Olduğuna inanmadığınız bir şeyi yok edemezsiniz. Ama bir şeyin varlığını zedelemek istiyorsanız ona olan inancı yok ederek işe başlayabilirsiniz," diye cinleri yok edeceğinden emin bir biçimde yazıyorken sonrasında,“Yenilgi. Artık tüm bedenim simsiyah” demeye başlıyor. Ve evde bir yangın çıkıyor…

Kitapta en sevdiğim nokta, beş hastanın cin-peri yalanlarıyla süslü hikâyeleri ile gerçekte var olan hikâyelerinin psikolojik olarak birbirine bağlanması oldu. İnsan psikolojisinin kişinin kendi öz hikâyesini - travmalarla çevrili olsun ya da olmasın - nasıl bir biçimde yeniden yazabileceği konusunun en güzel ve aynı zamanda en hastalıklı örneklerini bu kitapta bulabilirsiniz. Hastalardan biri olan Yusuf’u ele alalım. Gerçek hikâyesinde Yusuf ilgisiz ve zengin ebeveynlerinin dikkatini çekmek için kendisine defalarca zarar veriyor, son kertede akıl hastanesine yatırılacağını öğreniyor; böylece tamamen terkedileceğini düşündüğünden sinirlerine hâkim olamayıp babasının demir ökçeli ayakkabısıyla annesinin kafasına defalarca vurarak onu öldürüyor. Ancak o, kendi yaşam öyküsünü çok farklı anlatıyor. Yusuf’a göre Yusuf, yoksul bir ailede dayak yiyerek büyüyen bir çocuktur, babasıyla ilgili hatırladığı tek şey de kendisine tekme attığı demir ökçeli ayakkabılarıdır. Babası bir gün ölünce, annesi kendisini parasızlıktan- ve tabii istemediğinden- yetimhaneye terk ediyor. Ve Yusuf yetimhaneden kaçarak annesini öldürüyor. Ancak, Yusuf bunu kendi rızasıyla yapmadığını, bunu ona cinler ve perilerin yaptırdığını söylüyor. Kısaca, kitaptaki her kişi kendi tarihini yeniden yazıyor ve bunu yaparken de çeşitli imgeler farklı anlamlar ile her iki hikâyede de kendini gösteriyor. Aynı Yusuf’un anlatısındaki demir ökçeli ayakkabı gibi…

Kitabın bana göre zekice kurgulanmış bu hikâyelerinde iki ortak nokta da göze çarpıyor ki bu iki noktanın - yazar gözünüze sokmasa da - kitabın ana fikri olduğunu düşünüyorum. Birincisi, yalnızlık/eksiklik… Doktorumuz Samimi de dâhil her karakterin en önemli ortak özelliği çocukluk zamanlarından kalma anne-baba eksikliği, anne-baba sevgisizliği ve ilgisizliği, anne-babaya ilişkin travmalar. Doktor Samimi’yi halası büyütmüştür, Yusuf’un anne-babası ilgisizdir, Elif oğlan yerine kız bebek olarak dünyaya geldiğinden babası tarafından kabul görmemiştir, Melike babasını hiç tanımamıştır… Bu yoksunluk durumunun çocuk beden ve zihinlerde açtığı yaralar ise bizi ikinci ortak noktaya götürüyor: cinler ve periler. Her karakter cinler ve periler ile arkadaştır ve hikâyeleri boyunca karakterlerimiz ne zaman kötü bir şey yapacak olsa, bunların cinlerin ve perilerin emri olduğunu söylemektedir. Yani aslında hikâyedeki cinler ve periler, bizim yüzleşmekten kaçındığımız “kendimiz” olmaktadır. Belki bu romanda cinler ve periler çoğu zaman cinayet gibi büyük bir kötülüğün sorumluluğunu alıyor, hasta bir ruhu temsil ediyor. Ancak roman bittiğinde şunu düşünüyorsunuz: Hepimizin yüzleşmekten korktuğu, ortada bir suç olmasa dahi hoşumuza gitmeyeni başkasının hatasıymış gibi göstermekten çekinmediği bir “kendisi” ve hatta “kendileri” yok mudur? Ve zaten öz hikâyemizi de buna göre yeniden oluşturmuyor muyuz?

İnsan hiçbir zaman anlattığı insan değildir ve roman da hiçbir zaman sadece aktardığı olaylardan ibaret değildir. İşte bu sebeple, Mine Söğüt’ün kitabını bitirdiğimde yazarın anlattığı olaydan ziyade ne anlatmaya çalıştığı ile daha çok ilgilendim ve imgeleri uzun uzun düşündüm. Fakat şunu da belirtmek gerekiyor ki imgeler üzerine kafa yorarken kitabın bu başarılı kurgusuyla beyaz perdeye de uyarlanabileceği aklımın bir köşesinden geçti. İnternette zaten böyle bir planın da hâlihazırda var olduğunu gördüm, umarım ortaya iyi bir sonuç çıkar...

Mine Söğüt 
Yazıyı bitirmeden evvel iki önemli meseleyi daha vurgulamak gerekiyor. İlki, kitabın kapağına ilişkin... Karikatürist Bahadır Baruter, ki kendisi aynı zamanda Mine Söğüt’ün eşiymiş, gerçekten çok başarılı bir işe imza atmış. İkincisi ise, yukarıda hiç değinmediğim ama kitaba ismini de veren, olay örgüsünün içine karıştırılmış rüya tabirleri. Bence onlar olmasa da kitap değerinden büyük bir şey kaybetmez, ama olmaları da değişik bir tarz yaratmış denilebilir. En beğendiğimle yazıyı sonlandırayım:

“Rüyasında kendini âşık gören kimse aklını
yitirecek demektir. Rüyada aşk, şuur dünyasının kralıdır.
İçine girdiği ruhu isterse atlıkarıncalarla gezdirir,
isterse dipsiz uçurumların kasvetine düşürür. Nasıl isterse…”


Not: Doğaüstü yaratıklar hakkında Dr. Samimi’ye katılıyorum. Siz onlara inandığınız sürece onlar var oluyorlar. O bakımdan, eğer var edeceksiniz romanı gece okumamanızı tavsiye ederim. 

*Bu listeyi "hayali" olarak nitelemem, okumak istediğim yazar ve kitapların - tıpkı romandaki cinler ve periler gibi - zihnimde bir ortaya çıkıp sonra kaybolması, bazen de çoğalıp azalmasından kaynaklanmaktadır.  


12 Temmuz, 2014



1921 yılında, Manastır/Bitola yakınlarında bulunan ve bugün Yunanistan sınırlarının içinde olan Florina'da doğmuştu Necati Cumalı... 2 yaşındayken de Türk-Yunan nüfus mübadelesi ile İzmir'e göç etmişti. Yaşı dolayısıyla her ne kadar o günleri hatırlamasa da, mübadil bir ailenin ferdi olarak göçten önce Balkanlar'daki hayatı tekrar tekrar dinlemiş, babasının hikayelerini not etmişti. Bugün bahsedeceğim kitap, Makedonya 1900, Cumalı'nın not ettiği anlatıların baş rolde olduğu bir öykü kitabı... Kimi zaman birbirine bağlı ilerleyen, kimi zaman kişiler ve zamanlar açısından farklılık gösteren, ancak ana temanın hep 20. yüzyıl başlarındaki Makedonya olduğu bu öyküler, aynı zamanda yazara ikinci kez Sait Faik Öykü ödülünü kazandırmakla da ünlü...



Hikayelerin birçoğunun farklı temaları olsa da yazarın ön ya da arka planda işlediği konular hep aynı ve 20. yüzyılın başındaki Makedonya'yı çok başarılı bir biçimde resmediyor: komitacılar, birlikte yaşa(yama)ma, etnik milliyetçilik, korku, göç ve hüsran... Sürekli bir çatışma hali ve ardından gelen yerinden edilme durumu yüzünüze bir tokat şeklinde inmese de içinizde sinsice ilerliyor. Belki her zaman bir çatışmaya denk gelmiyorsunuz ama insanların sürekli bir ölüm korkusu yaşadığını hissediyorsunuz...

Cumalı bu durumu bir öyküsünde çok güzel betimliyor. Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesini Makedonya için büyük bir şok olarak nitelemiyor. Büyük savaş tüm Avrupa'yı birbirine sokmuştu belki ama bu Makedonya için büyük bir kopuşu simgelemiyordu. "Makedonya zaten bitmeyen bir savaş içindeydi, Balkan Savaşı yeni bitmişti ve biz zaten devletler birbirleriyle savaşmasa da savaşıyorduk," diyerek Balkanlar'ın o dönemdeki durumunu güzelce vurguluyor Cumalı. Kitabı Srebrenitsa katliamının yıl dönümünde okuduğum için 1910'lardan 1990'lara bir bölgenin nasıl da aynı kalabileceğini, savaş ve şiddetin Balkanlar'ın kaderi olup olmadığını epey bir sorgulamak zorunda kaldım. Tabii ki net bir yanıta ulaşamadan...

Yalnız, varolan ve bitmeyen bu bölünmüşlük ve savaş halinin eseri sürekli depresif bir havada ilerlemek zorunda bıraktığını iddia edersem kitaba da yazara da haksızlık etmiş olurum. Bu yönüyle aslında kitap hayatın nasıl bir şey olduğunu bize güzelce anımsatıyor. Bazen, hatta çoğu zaman, hayatımızı ciddi ya da basit birçok olumsuzluk içinde devam ettiririz. Ancak bu olumsuzluklar içinde dahi hayatta yaşanası ve gülünesi birçok şey buluruz. Bu bakımdan, bu öyküler tıpkı hayat gibi: kardeşlik, yardımseverlik, aşk, merak ve belki de ikram edilen bir sigara bize hayatta hiçbir şeyin asla ve asla net bir biçimde siyah ya da beyaz şeklinde ikiye ayrılamayacağını, ikisinin birlikte var olmaya devam edeceğini gösteriyor. 

Makedonya 1900'de sevdiğim bir başka şey de, kitabın gerçekçi olmak gibi bir iddiaya sahip olmamasına rağmen, tarihsel bilgi ile çatışmaması ve bir iki öykü dışında geçmiş günlerin romantize edilmeden anlatılması oldu. Gerçek hayattan esinlenilmiş olmasından mıdır yoksa yazarın bir tarih araştırması yapmış olmasından mıdır bilinmez,  örneğin, 2. Meşrutiyet'in ilanının Florina'da nasıl karşılandığı tarihçilerin bildiğinden farklı değil. Aynı şekilde, devrimin getirdiği umudun var olan toplumsal ayrışmayı yenmeye yetmediği de küçük bir Makedon/Yunan kasabası üzerinden güzelce anlatılıyor... Eğer tarihe ilgiliyseniz, bu kitap size sorular da sordurabilir. Örneğin bana şunu sordurdu: Balkan Savaşları'ndan sonra İmparatorluk'tan kopan yerlerdeki yönetimsel ve bürokratik değişim ne ölçüde gerçekleşti ve bunun kırsala yansıması ne oldu? Bilen arkadaşların yorumlarını bekliyorum zira örneğin iltizamın devamlılığı gibi bir durum hissettim ben...

Yazıyı bitirmeden önce şunu da belirtmek isterim ki, Makedonya 1900'ü okurken, sürekli bir biçimde Elveda Rumeli'yi anımsadım. Bir esinlenme olmuş mudur açıkçası bir bilgiye ulaşamadım ancak eserin içindeki "Dila Hanım" öyküsünü okurken Kadir İnanır ve Türkan Şoray'ın oynadığı Dila Hanım filminin bu kitaptaki öyküden uyarlandığını fark ettim. Daha sonra bitmez tükenmez dramseverliğimizin öyküyü bir de tv dizisi yaptığını gördüm ki bir bölümü bir buçuk saat çekilen dizilerimizin 50 küsür bölümde 20 sayfalık öyküyü nasıl aktardığını da merak etmedim değil... Bir Yaprak Dökümü hadisesiyle karşılaşmış olmamız oldukça muhtemel... 

Merak edenler için Kadir İnanır ve Türkan Şoray'lı Dila Hanım ile bitirmiş olalım...






17 Mayıs, 2014



Dikkat! Bu yazı asabiyet, ironi ve siyaset içerir!



13 Mayıs 2014 günü, felaketlere doyamayan Türkiye, tarihinin en büyük maden cinayetini yaşadı. Bu yazıyı kaleme aldığım 17 Mayıs tarihi itibariyle kayıplarımızın sayısı (devlet adamı tabiriyle tane) halen netleşmiş değil. Aslına bakarsanız, büyük adamlarımızın kaza dediği bu olayın neden olduğu da henüz kimse tarafından bilinmiyor. Bildiğimiz tek şey, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bu madenin güvenli olduğunun altının çizilmesi. O kadar güvenli ki, kaçış odası yok, içerideki kişi sayısı belli değil ve bu kadar güvenli olduğu için de 300 kişiyle durumu kotarmışız! Soma Holding’e bu çok güvenli güvenlik tedbirlerinden ötürü ve haşmetli devletimize de uykusuz kalıp yürüttüğü kurtaramama çalışmaları için teşekkür etmeyi ben kendi adıma bir borç biliyorum! Herkes herkese salak muamelesi yapabildiği için bu ülkede, bu satırları ben de rahat bir biçimde yazabiliyorum, tercih etmesem dahi…

Tarihin bir cilvesi olarak, bu Cumartesi yazım sırası bana gelmiş blogda. Ben de, bu Cumartesi yayınlamak için geçen hafta Hüseyin Cahid Yalçın’ın Edebiyat Anıları’nı okumuşum. Yazarın ilk kitabını bastırabilmek için Ahmet Mithat Efendi’den aldığı eleştiri yazısını ballandıra ballandıra anlatıp, 1900’lerdeki imparatorluk aydınının psikolojik tahlilini yapacağım aklımca. Planlarım suya o kadar kara bir biçimde düştü ki, bu yazıyı yazdığım şu an imparatorluk aydınının psikolojik çıkmazı da, Ahmet Mithat Efendi de çok anlamsız görünüyor.  Ancak 1900’ler, en azından periyodik olarak hem gündemimiz hem de bu yazı için önemini halen korumakta. Zira birazdan yazacaklarım gösteriyor ki, biz zaten 21. yüzyıla halen geçebilmiş değiliz. Aslında, konumuz bazında, 20. yüzyıla geçtiğimiz bile fena halde tartışılır. Sadece yazıyı bilgisayarda yazabiliyor olmam beni yaşadığım çağa ilişkin biraz şüphelendiriyor sevgili okur!


Bunun nedenlerinden biraz bahsederken, size aynı zamanda bu yazıya konu olan kitabın da tanıtımını yapmış olacağım: Osmanlı İmparatorluğu’nda Madenciler ve Devlet, Zonguldak Kömür Havzası, 1822-1920. Osmanlı tarihi çalışanların (“daha doğrusu Fatih Sultan Mehmet Han ne güzel bir adamdı”nın ötesine geçebilmiş olan sayısı gerçekten az tarihçilerimizin) yakından bildikleri Donald Quataert’in yazdığı bu eser, Osmanlı madenciliğinin haritasını ortaya koyarken, emek tarihine de önemli bir katkıda bulunuyor. Aslında, böyle bir gündemde yazmasam çok ayrıntılı bir biçimde incelemek isterdim bu kitabı. Ancak Türkiye’de istediklerimizi gerçekleştirmekten ziyade başımıza gelenlerle yaşamak zorunda kaldığımızdan, şimdi belirli noktalara değinerek, bizim neden 21. yüzyılda yaşadığımızı sandığımızı ancak pek beceremediğimizi madenler üzerinden belirtmekle yetineceğim.

Quataert, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki madenciliğin devlet teşebbüsü ile ortaya çıktığını ve bunun dünyadaki örneklerden (Amerika, İngiltere, Fransa vb.) farklı olduğunu söylüyor. Zonguldak özelinde, devletin bu kadar etkin kontrol ve çabası kömürün öncelikli olarak Osmanlı donanması için düşünülmesinden kaynaklanmıştı. Yani kömür başlangıçta daha çok askeri bir bakış açısından düşünülüyor. “Ancak madenler, 1860’lerin sonları itibariyle karma bir işletim sistemine tabi oldular. Maden devlete, daha doğrusu kullanım haklarını özel işletmecilere kiralayan sultana aitti. Denetimden feragat etmek istemeyen devlet, müstakbel girişimcilere engelleyici ve külfetli koşullar dayattığı için üretim ilk zamanlarda durgundu. Ancak bu çalışmada ele alınan dönem boyunca devlet, denetimi özel sermayeye gittikçe daha çok teslim eder hale geldi. 1882 yılında devletin, işletmecilerin daha iyi koşul taleplerini kısmen kabul etmesiyle üretim artmaya başladı.” (S.16) Buradaki devlet denetiminin işçi için değil, üretim için olduğunun altını çizmekle beraber, imparatorlukta da günümüzdekine benzer bir özel sektör ve üretim artışı anlayışının bulunduğunu söylemek mümkün. Madenlerde işletme hakkının özel sektöre devrindeki en büyük unsur olan “sarayla bağlantıya sahip olmak” kıstası da yine bugünün “devletten iş koparma” zihniyetinin benzeri olarak göze çarpıyor. Yalnız günümüzden farklı olarak, imparatorlukta, devlet ve işletmeci arasındaki ilişkiler bugüne oranla oldukça gergin (muhtemelen devletin kontrol mekanizmasını devam ettirme isteği yüzünden). Yani, imparatorluktaki Maden Nazırı’nı 2014 Manisa’sına ışınlarsanız, kendisinin işletmeciyi canhıraş şekilde korumak, bu uğurda büyük yalanlar söylemek ve madenci yakınlarını falakaya çekmek gibi bir misyonu, büyük ihtimalle, olmayacaktır. Gerçeklikle bağımızı iyiden iyiye kopardığımıza göre, bu cümledeki tarih-dışılığı da mazur görmenizi rica edeceğim.  

Kitaba göre, imparatorlukta madenler sömürünün en çok olduğu sektörlerden biriydi. Köylülerin mecburi çalıştırılmasını bir kenara bırakırsak, ücretli serbest işçilerin dahi kazandıklarının vergiye ve işteyken yedikleri ekmeğin parasına gittiğini söylüyor Quataert. 2014 yılında Türkiye’de açlık sınırının 1100 TL, yoksulluk sınırının ise 1800 TL olduğunu hesaba katıp, madende çalışan işçilerin ise ortalama 1100 TL kazandığını da bildiğimize göre, işçi maaşının yine vergi ve ekmekten biraz farklılaşacak bir gıda masrafına gittiğini söyleyebiliriz. Tabii, imparatorluk görevlilerinin bu yoksulluğu nasıl kullanacaklarını bildiklerinden şüpheliyim. Ah şu tatlı 21. yüzyıl! Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da Quataert’in imparatorlukta 1908 sonrası oluşan sendikalaşma ve grevin, ücret rakamlarını bir miktar yükselttiğini söylemesi. Gerçekten de 1908’den sonra madenlerde bir grev dalgası gerçekleşiyor. Kitapta yok ama muhtemelen, sendikalar sadaret kontrolünde olmadığı içindir.  

Osmanlı madenlerinde çocuk işçiler kullanmak da yaygın ancak sadece bize özgü bir şey değil. Örneğin İngiliz Adaları’nda 1842 yılındaki düzenlemeye kadar on yaş altı çocuklar dahi madenlerde çalıştırılabiliyordu. Osmanlı Devleti’nde 1867 düzenlemesi ile yaş sınırı 13’e, 1911’de 16’ya yükseltiliyor. Ne zaman 18’e çıktığını bilmemekle beraber, hukuk kurallarının çoğu zaman uygulanmadığını Quataert’in kitabından bir kez daha öğrenmiş oldum. Gerçi tahmin etmekte de bir zorluk çekmezdim.

Yazar kitapta Osmanlı madenciliğinin fıtratına da değiniyor. Madenciliğin, 19. yüzyılda tehlikeli bir iş olduğunu belirtiyor. İş güvenliğine gelirsek, o dönemin koşullarında ışık için kullanılan mumlardan (ki bu mumlar açık olduğu için sık sık patlamalara ve yangınlara sebep oluyorlar) üstü kapalı lambalara geçiş üzerine bir mücadele olduğunu görüyoruz. Ancak sonuç olarak madenlerde yeterli güvenlik önlemi ve teçhizat bulunmuyor, hatta küçük madenlerde havalandırma bacası dahi yok. Pek tabii, yaşam odaları o dönem henüz icat edilmemiş. Zaten icat edilseydi bile muhtemelen dünyanın bu kısmına uğramazdı. Hal böyle olunca, madenciliğin fıtratında gerçekten de ölüm olduğu sonucuna ulaşıyoruz. Bu hafta bu fıtratın tezahürlerini örneklerle öğrenmiş bulunduk. Mesela dönemin üzerinde güneş batmayan imparatorluğu İngiltere’de 1862’de 204 kişi ölürken, teknolojisiyle ünlü Amerika’da 1907’de 361 kişi hayatını kaybetmiş. Ancak nasıl ki bugün Almanya’da madenlerde kimse ölmezken, Türkiye’de sayısını bilmediğimiz ama 300’den fazla olduğunu tahmin ettiğimiz kişi ölebiliyorsa, Osmanlı madenlerinde de “işçilerin işle ilgili yaralanma veya ölüm riski Batı Avrupa’daki ya da ABD’deki muadillerinden 5 ila 25 kat daha fazlaydı.” (s.255). Sağlam istikrar!

Kitapta daha birçok ayrıntı var efendim, emek tarihine ilgi duyan herkese tavsiye ederim. Hem böylece, Türkiye’nin konu emekçilere gelince 21. yüzyıla nasıl uyum sağlayamadığını tecrübe de edebilirsiniz. Bu bakımdan, bu eser, aslında televizyonlarda bundan sonra yapılacak başbakan, bakan, hükümet sözcüsü, müşaviri, danışmanı, yalakası açıklamalarında da rahatlıkla kullanılabilir.  Ancak sanıyorum ki, yetkili kişiler adam dövmekle meşgul oldukları için ayrıntılı araştırma ya da okuma yapacak zamana sahip değiller. Zaten o yüzden Wikipedia’dan çektikleri İngiltere, Çin, ABD kaza istatistikleri ile yetiniyorlar. Bundan sonraki adımın, 21. yüzyıl Türk tarih yazıcılığının tüm kötülüklerin babası olarak konumlandırdığı İnönü’nün, savaş yıllarında madenlerde çalışma mükellefiyeti getirdiği döneminin gün yüzüne çıkarılması olacağını tahmin ediyorum. Eğer dilerlerse, bu yazının işlerine yarayacak kısımlarını da “ecdadımız büyük Osmanlı’da da madenler zaten böyleydi” temasıyla bana bir telif hakkı ödemeden kullanabilirler. Nasıl olsa biz, 12 yıldır bu ülkenin hor görenleri olarak gösterilen ama birilerinin canı yandığında ona tekme atmak yerine, elini tutmayı yeğleyen; 750 bin liralık rüşvet saatleri verip almayan ve kendi ülkesindeki insanlar öldüğünde de- anlamsız el işaretleri olmadan- ağlayabilen kişiler olarak, hiçbir açıklamayı yutmayacağız... Ve bunun için de büyüklerimizden dayak yemeye muhtemelen devam edeceğiz.




Sevgiyle kalın, hayatta kalın!