şiddet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şiddet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

02 Ağustos, 2014

    


İki Dil, Bir Bavul’un bir sahnesinde yoksulluk içindeki köyün okulunun öğrencilerinden Zülküf (ya da Zilkif) ismi okununca yıl sonu karnesini almak üzere öğretmeninin yanına gider, fakat öncesinde kendisine uzanan eli öpmesi gerekecektir. Öpmeye çalışır fakat tutarak öpmeyi akıl edemez. Üstüne bir de öptüğü eli başına koyma safhası vardır ama önce, “Tutup da öpsene oğlum,” der öğretmeni. Ve birkaç defa tekrarlaması gerekir bunu çünkü Zilkif “tut” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmez, daha çok, koca gözlerini öğretmeninden ayırmadan ânı kurtarma, doğru şekilde karşılık vermeyi tutturmanın derdindedir. El öpme faslının ardından, Zilkif öğretmeninin, yaz tatili planlarıyla ilgili sorduğu sorulara da benzer şekilde deneme-yanılma yoluyla cevaplar verecektir. Film, köy deresinin serin sularında kendi dillerinde oynaşan çocukların görüntüsüyle sonlandığında içimde yükselen anlamsızlık (ve çaresizlik) duygusunu bugün bile anımsıyorum. 

Benzer bir dalga, bu kez yüksek dozda öfke ve kalp sıkışması içeren versiyonuyla, iki gazeteci Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın hazırladığı ve altbaşlığı 1990’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak olan Bildiğin Gibi Değil kitabını okurken, içimde kabardıkça kabardı. Aslında kitabın anlaşılması hiç de zor olmayan bir dili, bir oturuşta okuyup bitireceğiniz türde bir temposu olmasına rağmen, bu dalganın yüksekliği beni kitapla arama mesafe koymaya, molalar vermeye zorladı yer yer. Neden? Çünkü bu, anlaması ve anlatması zor bir kitap. Anlaması zor, çünkü insan insana nasıl bunu yapa(bili)r dedirtecek türde acı ve şiddet içeriyor. Anlatması zor, çünkü “Üvey Kardeşin Dilinden” başlıklı sunuş bölümünde Yıldırım Türker’in de belirttiği gibi, acının ve şiddetin tercümesinde kelimeler kifayetsiz kalıyor. Dilin, birbirimizin acılarını anlama konusunda bizi mahkûm ettiği yetersizlik duygusunu, yine kelimeler yoluyla, fark etmemize fırsat sunduğu için çok değerli bir kitapla karşı karşıyayız. Bir de, bilmediğimiz türden acılara bir ziyarette bulunma, anlama iddiasıyla olmasa da bir kapı aralayabilme ve iade-i ziyaretlerin yolunu böylece açabilme gücünü, taşıdığı elemden aldığı için belki de.
Akın ve Danışman, 1975-1980 yılları arasında doğmuş ve çocukluk yıllarını 1990’ların güneydoğusunda geçirmiş 19 Kürt genciyle yüz yüze yaptıkları görüşmeleri bireysel tanıklıklara dayalı anlatılara dönüştürerek biraraya getiriyor. Görüşülen kişilerin isimleri anonim tutulduğundan her anlatıcı yasaklanmış bir Kürtçe köy adıyla tanıtıyor kendini. Kitabın görselliğindeki en çarpıcı yönlerden birisi ise her tanıklığın siyah-beyaz bir “yaralı ev” fotoğrafı ile açılması. Kitapta da geçen “yaralı ev” benzetmesini fazla edebî bulanlar olursa, “taranmaktan delik deşik edilmiş ev” diye de ifade edebiliriz durumu. Bu anlamda, Akın ve Danışman, Türker’in de belirttiği gibi, belge niteliğinde bir sözlü tarih çalışması sunuyor bize. Kitabın F-Tiplerinde yasaklı kitaplar arasına girmiş, Selahattin Demirtaş tarafından 2011’de Başbakan Erdoğan’a okuması için gönderilmiş bir kitap olduğunu da ekleyelim.
Anlatıcının sosyal statüsü, ailesinin yoksulluğu ya da hali vaktinin yerindeliği, yetiştiği ailenin aşirete mensup olup olmaması yahut babasının devlet memuru olarak çalışıp çalışmaması gibi faktörlerden bağımsız olarak, her cevapta yinelenen bazı kelimeler ve cevabı büyük benzerlik taşıyan sorular var. Mesela, o dönemin yüksek tirajlı gazetelerinde belirli aralıklarla uzatılması dışında gündeme gelmeyen Olağanüstü Hal’in bütün halleri var: akşamları sokağa çıkma yasağı, boşaltılan köyler, gözaltında işkenceler, kayıplar ve faili meçhuller, kaybedilenler, kaybedilmekten kıl payı kurtarılanlar.
Devleti kim temsil ediyordu sorusu ise cevapların benzeştiği sorulardan biri. O dönemin koalisyon hükûmetlerinin dilinden düşürmediği “şefkat” sözcüğünün OHAL’ce karşılığının “şiddet”, “şefkat görmenin” ise asker, polis, özel timler, kontrgerilla ile “içli dışlı olmak” (!) olduğunu anlıyoruz tanıkların gözünde. Ayrıca, Hizbullah’ın ortaya çıkıp faili meçhul olarak kayda geçen cinayetlerin faillerinden olduğunu, bünyesine katmak için okul çağındaki çocuklara da yanaştığını öğreniyoruz.    
Dolayısıyla, her bir tanıklık, aşağıdaki iki örnekte de görüleceği gibi, türlü acı barındırıyor. Bu örneklerden de, şiddetin her bünyede farklı izler bıraktığını, bazen iyileşmesi zor ve derin yaralar açarak, bazense kılık değiştirerek şiddete tanık olanın hayatında var olmaya devam ettiğini anlıyoruz.

“Faili meçhuller, ev baskınları yüreğimi daha da sertleştirdi. ölüm denildiğinde umurumda olmazdı. O insanları bir daha görememem bana bir sürü şey öğretti. En azından öğretti. Amcamın ve arkadaşlarımın ölmesi, ölümü kabullenmek oldu. Ben onları çok aradım, okul bahçesinde, mayın tarlasında... Aslında mezarlıkta yattıklarını biliyordum. Ben neden orada yatmıyorum, diye düşünüyordum.” (sf. 66)

“Batı’da belki insanlar çocuklarına farklı bir oyuncak alıyor, ama bizim çocukların aldığı şey silah. Bayramlarda hâlâ burada çocuklara silah alınıyor. Patlayıcı madde alıp patlatmak en büyük zevkleri. Çünkü daha çok hükmettiğini gördük silahı olanın.” (sf. 141)



Hemen her tanığın Türkçe ile kurdukları ilişki de, o ilişkiyi belirleyen faktörler de benzerlik taşıyor. En temelde, neresinden bakarsanız bakın tamir edilmesi neredeyse imkânsız, sorunlu bir ilişki karşınıza çıkıyor anlatılanlardan. Okulda Türkçe ile tanışana kadar kendi aralarında Kürtçe konuştuğunu, ilkokulu bitirene kadar Türkçeyi ancak öğrenebildiğini, hatta ilk üç yıllık süreçte dersleri anlamadan takip ettiğini söylüyor tanıklardan çoğu. Sınıfta elinde cop etkisi yaratan bir çekiçle gezen, Kürtçe konuşuyor diye ayakkabısının topuğuyla vuran, kendilerine aptal muamelesi yapan öğretmenlerin zihinlerinde yer eden hatıraları olduğunu anlıyoruz okurken. Kürtçe konuşuyor olmakla “terörist” olmayı eş gören ve dolayısıyla onları şiddete maruz bırakan algının o dönemlerde hâkim olduğunu söyleyenler arasında “Aşağılayan öğretmen yüzünden Türkçeyi hiçbir zaman doğru düzgün öğrenemedim,” diyen de var, “kendime kızıyordum Türkçem zayıf olduğu için,” diyen de. İki bölümden iki çarpıcı alıntı:

“Öğretmen bizimle konuştuğunda ne söylediğini anlamıyorduk. Şöyle bir örnek vereyim, çok iyi hatırlıyorum. Affedersiniz, ilkokul ikinci veya üçüncü sınıftaki arkadaşlarım, öğretmenim tuvalete gidebilir miyim, diyemiyorlardı. Sınıfın içinde altına kaçırıyorlardı. Ama ben isterdim iyi Türkçe konuşmayı.” (sf. 114)

“Bir gün müfettiş gelmişti, matematikle ilgili sorular soruyordu. Ben dördüncü sınıfta olduğum halde hemen hemen bütün sorulara el kaldırıyordum, bütün soruları çözebiliyordum, sosyal bilgilerden soru sormaya başladı. Kim kalkmak ister, deyince sınıftan hiç kimse parmak kaldırmadı. Sonra, sen çalışkan bir öğrencisin, diye beni kaldırdı. Sorusu: Türkiye’nin başkenti neresidir? Ben soruyu anlamıyordum. Kendi kendime düşündüm ve “baş” dedikleri şey sanırım iyi biri olacak diye düşünerek [baş, Kürtçede “iyi” anlamına geliyor], “Atatürk! Cevabını verdim.” (sf. 91)

Dolayısıyla, sembolik şiddet her anlatıda yüzünü gösteriyorBourdieu'nün tanımladığı üzere, sembolik şiddet, sistemin yarattığı eşitsizliklerin “doğanın kanunu” gibi gösterilip mağdurun kendisi tarafından içselleştirilmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyorsa, bir kadının “iffet”ine zeval geleceğine inandırılageldiği için toplum içinde kahkaha atmakta bir beis görmesi ya da maden ocağında çalışmaya mahkûm bir gencin, yoksun geçen çocukluğunun tek sorumlusu olarak kendini ve ailesini görüp paralanmasındaki gibi, bir Kürt gencinin iyi Türkçe konuşamadığı için kendine kızmasını da sembolik şiddet olarak okuyabiliriz. Özellikle doksanların dışı şefkat süslü, içi şiddet yüklü ortamı düşünüldüğünde. Peki bu durumda, bu kitabın sağladığı türden bir tercümenin, doğal gibi görünendeki yapaylığı, dört bir taraftan bizi kuşatan bilgideki öznelliği, savunulan değerlerdeki göreceliliği görünür kılarak şiddetin kaçınılmaz ve dolayısıyla meşru kılınmasını engelleyebileceğinden bahsedebilir miyiz? Bildiğin Gibi Değil, bu çerçevede baştan sona şiddetin tercümesi olarak okunabilecek bir kitap. Kürtçeden Türkçeye, Doğu ile Batı arasında, geçmişten bugüne, diller ve kültürler arası bir tercümesi. 
Her görüşmenin son bölümünde öne çıkan iki anahtar sözcük bu nedenle bu kadar üstünde durup düşünmeye değer: “affetme” ve “barış(ma).” Devletten mutlaka bir özür bekleyenler, affetmek isteyip de edemeyenler, “ben affetsem, vicdanım affetmez” diyenler ama her hâlükârda barış isteyenler, barışmayı önemseyenler var çünkü bu tanıklar arasında. İki ateş arasında kalanlar, çocuk yaşta on yaş büyümek zorunda kalanlar, panzerle ezilmiş kafatasının görüntüsü aklından hiç çıkmayanlar, dağa çıkanlar, çıkmaktan caydırılanlar, çocuk yaşta zorla evlendirilen erkekler, hem kocadan hem devlet babadan şiddet gören, cehennemi iki misli yaşayan kadınlar, havai fişek sesinden korkan yetişkinler, susanlar, susturulanlar en nihayetinde, “affetmek mümkün müdür bilinmez ama barış hepimiz için elzem,” diyebiliyorlar.
Bitirirken, kitabın başlığı üzerine bir nebze kafa yormak yerinde olabilir. Bilmiyorsun, bilmezsin ya da ben biliyorum, değil. Anla(ya)mazsın, hiç değil. Bildiğin gibi değil. İki soruyu peşi sıra sorduran bir başlık. Bildiğini zanneden kim, yani kitap kime hitap etmeyi arzuluyor? Bilinmeyen ya da bilindiği zannedilen ne ola ki? Peki ya, neden? İlk sorunun cevabı yukarıdaki alıntıda da bahsi geçen Batı’dakiler olmalı. Ama bu Batı, Türkiye’de Batı’yı yerme klişelerine girişilince adı geçmezse olmazlardan olan İzmir’in de içinde bulunduğu Ege Bölgesi ile sınırlı değil, OHAL bölgesinin batısına düşen her ili kapsıyor benim görüşüme göre. İkinci soruya gelince, safça bir soru elbette. Hatta, 2013 Yazı’nın Türkiye’de 90’ların tarihi gibi yazılmasına başından itibaren fırsat tanınmadığından salakça bir soru gibi bile gelebilir. Ama bir bilgi zihinlerde yerleşmeye görsün, sevgili okur, yanlışsa düzeltilmesi, hükmediyorsa al aşağı edilmesi bir travmanın izlerini beyinden silmek kadar zor olmalı. Tam da bu yüzden, “bildiğin gibi değil” cümlesinin gündelik dildeki kullanımıyla da birlikte düşünüldüğünde 1990’lara dair tanık olmadan yüklendiğimiz bilgileri sorgulama ve ezberleri bozmaya davet amacına çok uyan bir seçim olduğunu düşünüyorum. Özellikle de, kitabın “birilerine hak vermek ya da birilerini övmek kaygısıyla” yazılmadığı noktası hatırlandığında. O bakımdan, ikinci soruya cevaben, bilindiği gibi olmayan her acı sahibinin sesinde gizlidir, demek yeterli olacaktır diye düşünüyorum. 1990’ları medyadan izlemiş her kimse, ona, orada yaşananları sahibinin sesinden dinlemeye bir çağrıdır bu kitap.  
İsrail’in Gazze’yi bombalamayı sürdürdüğü şu günlerde, bu yazının içeriğine de uyacağını düşündüğüm bir videoyu paylaşarak bitirmek istiyorum, çünkü barış gerçekten de hepimize lazım, özellikle şimdi her zamankinden daha çok.

 






15 Aralık, 2013


Bugün hayattaysak eğer, soyağacımızdan birileri “Ya o ya ben!” dediği için değil miydi?
Kitap okumayı tutku haline getirmiş insanlar için farklı bağları olduğunu düşündükleri bazı yazarlar vardır. Benim de çok sevdiğim ve popüler hale gelmeden önce naçizane farkına varmakla övündüğüm üç yazar var: Ahmet Ümit, Hakan Günday ve Amin Maalouf. Ahmet Ümit’in iki kitabını blogta yazarak (Patasana ve Beyoğlu’nun En Güzel Abisi) vefamı sergilemiş olduğumu düşünüyorum. Şimdi sıra Ahmet Ümit ile aynı zamanlarda son kitabını çıkartmış Hakan Günday’a geldi. Aslında Ahmet Ümit'te olduğu gibi Hakan Günday’ın da ilk okuduğum kitabı "Kinyas ve Kayra"nın her zaman en sevdiğim kitabı olacağını düşünüyordum ancak “Daha” bu fikrimi değiştirmeme sebep oldu.
Kitap  Rimbaud’un “Dayanılmaz tek şey, hiçbir şeyin dayanılmaz olmamasıdır” cümlesiyle başlıyor. Bu cümlenin aslında bütün hikaye boyunca yol gösterici olduğunu kitabı bitirdiğimde anladım. Kitabın ana konusu Gazâ’nın tabiri caize dehşetengiz öyküsü. Bir yerde olayların çözülüp normal bir seyre girmesini beklerken, bu kitapta hikaye gerilimi tırmanarak artıyor ve dehşet sınırlarını zorluyor.
Kitabın ana akışında dört önemli dönem var, bunlar İtalyan resmindeki teknik terimlerle tanımlanmış ve Gazâ’nın hikayesine dair ipuçları veriyor. İlk kısım olan “sfumato”nun anlamı, renk ve tonların karışması. Aydınlıktan karanlığa geçiş tıpkı Gazâ’nın hayatı gibi. Afganistan’dan Avrupa’ya kaçak göçmen yollarının üzerinde babası ile bağlantı noktalarından bir tanesi Gazâ. İsmi de göçmenlerin bildiği tek kelime olan “Daha”dan geliyor, aynı zamanda “Daha” Gazâ’nın babasının ismi olan Ahad’ın da tersten okunuşu. 9 yaşındaki bir çocuğun “İnsanın kullandığı ilk alet, başka bir insandır” cümlesini nasıl içselleştirdiğini okuyoruz bu satırlarda. Güç olgusunun nasıl kullanıldığını, bir insanın diğer insan üzerinde nasıl tahakküm kurduğunu daha iyi anlıyoruz. Kitapta dendiği gibi “Tabii eğer ortada bir ölüm korkusu varsa, elbet ölümsüzlük isteği de oluyordu. İşte, otorite olmak da bu isteği karşılıyordu.” Bu kısımda bana en ilginç gelen kısım, Gazâ’nın kaçaklar üzerinde yaptığı yönetim deneyi oldu. Demokrasi algısının nasıl yönetildiğinin ve diktatörlükle bağlantısının günümüzle taşıdığı paralellikler enteresan. “Korkakların intikamı” olarak nitelendirilen nefretin nasıl kolektifleştiğini ve nasıl faşizme dönüşebileceğini berrak bir şekilde anlıyoruz. Yazarın da dediği gibi “Peki, kim kimden sırf var olduğu için nefret ederdi? Tabii ki ırkçılar ve mezhepçiler ve de kendi dinlerinden olmayan her insanı yok etmeye ant içmiş olanlar!”
Bana göre şu ana kadarki Günday  romanlarının en siyasisi olan bu romanda çok yerinde bulduğum bir Türkiye tanımı var, onu da paylaşmadan geçmek istemiyorum:  “Türkiye, doğusundaki aynaya bakınca şişman olduğunu, batısındaki aynaya bakınca da kemiklerinin sayıldığını düşünen, üstüne giydiği hiçbir şeyi kendine yakıştıramayan, bulimik ve depresif bir genç kızdı. Yirmi yıl boyunca boğulacakmış gibi yiyip sonra pişman oluyor, bir yirmi yıl da boğazını kanatana kadar kusup sonra yeniden yemeye başlıyordu.”
İkinci bölümün terimi ise Cangiante, yani aynı rengin farklı bir tonuna geçilemediği ya da tercih edilmediği durumdaki ani renk değişimi. Kaçak göçmenleri diğer bir aktarma noktasına taşıdıkları yolculuk sırasında yaşadıkları –babasına tam o sırada annesini sorduğu için aslında bir intihar olan- kaza ile ani bir kırılma yaşanıyor Gazâ’nın hayatında. Kazadan sonra sıkıştığı çukurda etrafı ölülerle sarılı halde iken yaşadıkları o kadar iyi anlatılmış ki okurken bile boğuluyormuş gibi hissettim. Romanın genel gidişatını manik depresif olarak nitelendirmek gerekirse kaza sonrasına Gazâ’nın manik dönemi diyebiliriz. Okuldaki performansı, başarıları hep bir çıkış yakalama arzusunun ve tutkusunun sonuçları. Ama tabi ki yaşananlar bir şekilde hayatta er ya da geç yansımasını buluyor ve Gazâ deliliği sınırlarını zorlamaya başlıyor.
Üçüncü bölüm olan “Chiaroscuro”ya - aydınlık ve karanlığın vurgulanarak birbirinden ayrılması, ışık ve gölge arasındaki zıtlık- geçtiğimizde, Gazâ akıl hastanesinde tedavi sürecinde ve sonrasında akıl hastanesinden çıktığında insanlara dokunamaz durumda. Bu süreçte  teklik ve kalabalık kavramını sorgulamaya başlıyor. Ona göre “Teklik kavramı bir buluş, bir mucizeydi. Sonunda, herkesin herkesle savaşma ihtimalini, herkesin tek kişiye karşı savaşması gerektiğini savunarak sonsuza kadar ortadan kaldırabilirdik.” Ama  “Kalabalık öylesine büyülü bir şeydi ki, içine girildiğinde ne ad ne de kütle kalıyordu.” İnsanlara dokunma korkusunu linç ile yeneceğini düşünüyor. “Evet, linç, bir tür savaştı. Çoğunluğun azınlığa karşı açtığı bir savaş. Tek olana karşı verilen bir savaş. Her şeyin olduğu gibi, elbette bunun da bir Latincesi vardı: Bellum omnium contra unum” yani herkesin herkese karşı savaşı.“ Burada çok yerinde bir kullanımla “Linç turizm”ine başlayan Gazâ,  dünya haritası üzerindeki potansiyel linç noktalarına seyahat ederek ediyor.
En son kısım olan “Unione” da  “sfumato”da olduğu gibi renk ve tonlar birbirine karışıyor ama renkler daima canlı ve renkli hale geliyor. Burada bir kendini tamamlama hikayesine şahitlik ediyoruz. Hikaye çocuk olamadan göçmen taciri olan Gazâ’nın Afganistan’a yaptığı yolculuk ile son buluyor. Bireyin her yaptığının sorumluluğunu almasının en güzel örneği Gazâ. Kişisel sorumluluğu konfor alanını yıkma pahasına kabullenmek, delirmesinin ana nedeni. Acaba “Bütün mesele, kime itaat edeceğini seçmekteydi. Tek bir seçim yapıp,gelecekteki bütün seçimlerden muaf olmak!... Vicdan azabından delirmemenin ve bir toplum olarak temiz kalmanın tek şartı, zincirleme itaattı.” sözlerine uysaydı ne olurdu diye düşünmeden geçemiyor insan. Bu sırada kendi sorumluluklarını da sorguluyor. Sonunu söyleyerek büyüyü daha fazla kaçırmak istemiyorum, diğer bölümler hakkında şu anda bile fazlasıyla detay verdim.
Kitap boyunca süregelen metaforlar, beyne kazınan aforizmalar; Hakan Günday takipçilerinin alışkın olduğu öğeler. Hikaye ise o kadar yoğun ki nasıl anlatsam nasıl aktarsam bilemedim. Yazdıklarımı dönüp okuduğumda bende bıraktığı duygunun ancak küçük bir kısmını aktarabildiğimi fark ettiğimi itiraf etmem lazım. Mümkün olduğunca önemli gördüklerimi burada yazmaya çalıştım ama hepsini buraya taşımak ne mümkün. Sarsılmaya hazırsanız ilk okuyacağınız kitap olsun derim. Bir de küçük bir itiraf: Kitap bende uzun zaman önce okuduğum ve çok sevdiğim Hermann Hesse kitabı Siddhartha’nın hissiyatını bıraktı. O da beni sarsmıştı. İki kitapta da Buda bağlantısı olması da bu duygumu güçlendiriyor açıkçası.

30 Eylül, 2013

"Başka birine güvenmekte hesap yoktu, iş yoktu insanlarda."
         Sert bir kitap "Ekmek Arası"; gerçekler kadar, hayat kadar sert. Onu bu derece çarpıcı yapan da acıtan, iliklerimize kadar hissettiğimiz bu sertliği ve direktliği aslında.

         Charles Bukowski'nin hayatından kesitler sunduğu "Ekmek Arası"nda, 'mutlu görünen, gülen, konuşan' insanlarla kurmak zorunda kaldığımız tuhaf, güvensiz ilişkileri görüyoruz. Maddi durumumuz iyi değilse, yeterince sevgi görmediysek, hele bir de suratımızda geçmek bilmeyen iri sivilcelerimiz varsa, okuldaki oyunlara dahil edilmenin, kızlar tarafından beğenilmenin, anne-babaya-öğretmenlere kendimizi kabul ettirmenin, kısacası hayata tutunmanın ne kadar zor olduğunu okuyoruz. Hayatla girilen büyük ve acımasız kavgada; patlayan dudaklardan, açılan kaşlardan, akan oluk gibi kandan, şiddeti hissediyoruz suratımızda. Birileri bize çirkin olduğumuzu söylemiştir ve o zamandan beri 'gölgeyi güneşe, karanlığı ışığa yeğler' olmuşuzdur işte. Belki de tutunmak istediğimiz, bir parçası olmayı arzu ettiğimiz ama bir türlü kuralına uygun bir şekilde yaşamayı beceremediğimiz bu hayatta; fiziksel üstünlüğü, gücü ve şiddeti, ayakta kalmanın, kendini kabul ettirmenin tek yolu olarak görüyoruz çaresizlikle.
Geleceğime baktığımda gördüklerim hiç iç açıcı değildi.

         Bunca sertlik ve acımasızlık içinde 'şey'lerden duyduğumuz korku gidiyor bizden önce, sonra da öfkemiz. Ama o şeyleri kabullendiğimiz için olmuyor bu. Kabullenemiyoruz, sadece iğreniyoruz; hem başımıza böyle şeyler geldiği için kendimizden hem de başımıza gelmesine sebep veren her ne ise, ondan iğreniyoruz. Ama yine de 'kimseyi aldatmayan ahmaklar'ın bağışlanabilir olduğunu okuyoruz; asıl 'aldatanlar üzüyor' ya insanı.
         Seçimlerimizi 'hep kötü ile daha kötü arasında' yapmak zorunda olduğumuzu görüyor ve biliyoruz ki, seçimimiz ne olursa olsun bir parçamız daha gidiyor bizden en sonunda. Mutlu olmayı asla beceremiyor ve "mutsuz olamayacak kadar bedbaht" hissediyoruz kendimizi. Ancak gücümüz o kadar yok ki, intihar bile çaba gerektirdiğinden yapamıyoruz. "Beş yıl uyumak" ya da kaçıp 'hiçbir şey yapmak zorunda olmadığımız bir yer'e saklanmak istiyoruz. Rahatsız edilmediğimiz, bizden herhangi bir şey yapmamızın istenmediği, bir şeylere alışmak, bir şeyleri kabul etmek, birilerine hesap vermek, kendimizi dezavantajlı hissetmek zorunda olmadığımız, mücadele gerektirmeyen bir yerlere saklanmak...  
          Kim bilir, belki sevilmektir aslında şu hayatta tek ihtiyacımız olan. Bizi olduğumuz gibi kabul edip, bıkmadan ve bırakmadan sevecek biri(leri) tarafından sevilmek...

31 Ağustos, 2013



        Bir Kitap Okudum; İçim Temizlendi : BAZUKA



Murat Uyurkulak'la tanışmam yakın zamanda gerçekleşti. Önce Tol'u okudum. Şu ana kadar okuduğum kitaplar içinde - iç rahatlığıyla söyleyebilirim ki- en etkileyici giriş cümlesine sahip kitaptı. Ancak onun hakkında yorum yazma cesaretine henüz sahip olmadığımdan ikinci okuduğum kitabı - aynı zamanda kendisinin yayımlanan üçüncü kitabı- Bazuka hakkında naçizane hislerimi yazmak istedim.

Ben pek öykü okuyucusu değilimdir açıkçası, roman bana hep daha cazip gelmiştir nedense. Ancak bu kitap beni benden aldı. Hatta itiraf ediyorum kitap okurken ilk kez gözlerimden yaş geldi (Kırmızı'da).

Bazuka - Aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikayeler- 2011 yılında Metis Yayınlarından çıkmış. İçinde -bendeki etki sırasına göre - Kırmızı, Kuş Yuvası, Tutkular Kitaplığı, Derviş, Gülsüm, Aşk Yalnızlık ve Bazuka, Şarap, Kurtuluş On İki adlı 9 harika öyküyü barındıryor.



Bu uzun girişin ardından eserle ilgili notlara gelecek olursak - kitaptaki sıra ile-



Tutkular Kitaplığı; (Reha Mağden'in Yazgılar Tableti (Avasta, 1999) adlı müthiş kitabına naziredir. 2004'te Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı" arka sayfa notuna sahiptir.) Kıymeti bilinmeyen yazarların kitaplarının tanıtımının yapılması için; reklamcı, gazeteci hatta milletvekili kaçırmayı göze alan bir edebiyat tutkunu yoksul bir kütüphane memurunu bulmaya çalışan bir dedektifin öyküsüdür.  Ancak kütüphane memuruna göre "Asıl vahim ve acı olan, değeri bilinmemiş okuyucuların durumudur.", " Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür.." Eserin baki, okuyucunun fani olduğu şu dünyada zaten az olan kitap okurunun durumu bu kuru kalabalık raflar arasında seçici geçirgen olmayı gerektirir. Ancak kapitalist piyasa koşullarında metalaşmasının önüne geçilemeyen kitaplardan kıymetlilerini bulmak da bir o kadar zordur. "Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır..."



Kurtuluş On İki; (fişek gazeteci Ulaş Gürpınar ile ortaklaşa yazıldı, 2007'de Time Out dergisnin hazırladığı İstanbul Hikayeleri kitabında yayımlandı arka notu ile sunulmuştur.) Kitaptaki bana en az etkii eden öyküdür. Belki tam olarak anlayamadığımdan belki de ne anlamam gerektiğini henüz bilmediğimden kaynaklaklıdır bu durum karar veremedim. Bu nedenle üstüne yazmayı doğru bulmuyorum, affola.


Kuş Yuvası; (şahane hikayeci Aslı Ilgın Kopuz'la ortaklaşa yazıldı, 2008'de Alman yayınevi Berliner Taschenbuch'un Unser Istanbul adlı hikaye seçkisinde yayımlandı.) Kitaptaki en etkileyici öykülerden biridir. Cinsiyet meselesini temele alan bir aşk hikayesini anlatır. Aşk zaten zordur, iki kadının aşkı ise imkansızdır. Yaşadığımız dünyada ya da memlekette o kadınlardan biri erkek gibi mi olmalıdır dışarıya karşı? Öykünün sorusu muhtemelen bu değil ama bendeki yarattığı çağrışımlardan biri oldu; kabul görmek için, cinsel yönelimini saklamak ve diğer cinsin rolüne bürünmek. Asıl sorusu ise öyküde geçmekte; " Her türlü acının hem başlangıcı hem bitişi aşktan değil midir zaten? Aşk değil midir, nihai ismimizi koyup bizi kendimize hamile bırakan, kendi kendimizi doğurmamızı sağlayan ve ortaya çıkan bebeği önce mucize sonra hilkati garip, veya tam tersi kılan?" Kendi adıma benim şu an bu sorulara cevabım yok çünkü; düşünüp kurcalamaya korkuyorum ya da daha doğru ifade edecek olursam yüksek sesle sizinle paylaşırken kırılma yaşamak istemiyorum. Ancak Murat Uyurkulağın 06/05/2011 tarihli Radikal'de yayımlanan Burcu Aktaş ile röportajına kulak verecek olursak kendisi "Bugün aşk dediğiniz parlak ambalajlı bir ürün, alınıp satılıyor, her yerde, ama hiçbir yerde. Bunca rekabetin, hesap kitabın, kâr hırsının, ağır mesainin, mezardan farksız evin, azap gibi okulun-kışlanın, cehennemden beter fabrikanın ortasında aşka mecali kalan varsa tebrik ederim."   demekte.



Pembe; (2009'da Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı.) Kadın erkek olma meselesinin başlangıç noktasıdır bana göre pembe. Cinsiyetimle ilgili sorgulamalar ve sorunlar yaşamaya başladığım andan itibaren -ki ilk okul sıralarına denk gelir- hayatımdan kasıtlı olarak uzaklaştırdığım hatta düşman olduğum bir renktir. Sadece benim değil pek çok insanın hatta bebeğin başına gelen bir sorundur pembe. "Kız" olmakla eşdeğerdir, feminen(!) kırmızının sulandırılmış halidir, sevimsizdir. Öykümüzün 'erkek' kahramanının başına da ne geldiyse hep 'pembe' yüzünden gelmiştir; gözünü, en sevdiği arkadaşını, sevdiği kadını, zenginliği hep 'pembe' yüzünden kaybetmiş hatta yine aynı meymenetsiz renk yüzünden hapse bile düşmüştür.


Aşk, Yalnızlık ve Bazuka; (Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler (İletişim, 2009) adlı şahane kitabına naziredir. 2009'da Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı.) Çocuklukla ergenlik arası erkeklerin kendileri kanıtlama çabaları aslında bu öykü. Doğru olur mu bilemem ama tam bir erkeklik hikayesi. Okurken gülümsetti beni, sevdim. "Aşk , bir, iki veya daha fazla kişi fark etmez, her halükarda yalnızlık demekmiş, bunu şimdi gayet iyi anlıyorum."

Şarap; (Alman SWR radyosu için yazıldı, 2010 Noel arifesinde radyodan okundu.) Bu öykü "Türkiye'nin iç bölgelerinde, Kangal köpeği, etli pidesi, madımak çorbası ve Madımak katliamı ile meşhur Sivas kentine bağlı Belveren kasabasının...." şeklinde  başlayarak arkeolojik bir kazı ekibinin hikayesini anlatmakta. Aslında bir Türk, bir Fransız, bir Alman,  ve bir Amerikalı'nın yaptıkları kazıda elde ettikeri başarıyı kutlamak için alkol aramaya çıkmalarının trajik hikayesi.



Derviş; (nadide yazar Ersan Üldes'le ortaklaşa yazıldı, 2008'de Fransız yayıneci Magellan & Cie'nin Nouvelles de Turquie adlı hikaye seçkisinde yayımlandı arka notu ile sunulmuştur.) "Uyan üstad. Sebep olacağın hikayenin tam zamanıdır, biz emin olduk bundan, affeyle..." gibi bana çok vurucu gelen bir cümleyle başlar bu öykü. Bir dervişin uykusundan uyanıp, şeyhinin arzusu üzerine Karaköy'den Galata'ya kısa seyahatini anlatır. Bu devrin adamı olmayan derviş için her şey bambaşkadır, kafası karşır, midesi bulanır ama yoluna devam eder. "Sırlı camları olan, pek yüksek bir hanın önünde" durur, kendini seyreder. "hanın içinden çıkan heybetli bir cüsse" onu yaka paça içeri sokar. İçeride onunla eğlenen insanlar vardır. Dışarı çıkınca şöyle düşünür; "benimle eğlenen, alem ve cümbüşü çok seven bu sivri kafalı güruh, dev bir aynanın içinde yaşamaya mecbur edilmiş zavallılardan müteşekkildi. Bu havasız yerde gün sayıpömür tüketiyordu hepsi. Böylesi dev bir aynanın içine hapsedilmek için, kim bilir vaktinde ne günah işlemişlerdi?"


Kırmızı;  (Goethe Institute'ün "Hatırlatmaya Cesaret Etmek" projesi için yazıldı. 2010'da Alman edebiyat dergisi Die Horen'de yayımlandı.) Geldik benim favori hikayeme. "İnsan çocukken bir büyük saadet ülkesinde yaşıyor, sağa sola şuursuzca koşturup neşeyle kişniyor. sonra büyüyor, büyükçesalaklaşıyor, salaklaştıkça unutuyor o mesut diyarı, bir nevi ölüyor." diye başlıyor öykümüz. Yaşlanmayı sevdiriyor bana. Ben huysuz ihtiyarları hep komik ve eğlenceli bulmuşumdur, belki de ondan bu öyküye zaten ekstra bir sempatiyle başlıyorum. Hamza dedenin (büyük büyükdede) öyküsü bu. "Birinci Dünya Savaşı ve akabinde İstiklal Harbi sırasında, tam dokuz sene, evini bir kez olsun görmemecesine askerlik yapmış...", "..rivayete göre hafif delirmiş, terhis olup döndükten sonra bir yıl boyunca evin en karanlık odasına kapanmış, tek bir insanla konuşmamış" bir adamın kırmızı görememeye başlamasının hikayesi. " Adeta boğa gibi, kırmızı renge dayanamıyordu Hamza, ne zaman kırmızı görse öfkeleniyor, kendini kaybediyordu." çünkü, "ölüm ve zulüm kırmızının kardeşiydi. Hamza beyazı da sevmiyordu, çünkü mermi kafaya girince beyin beyaz beyaz saçılıyordu. Sarıyı da sevmiyordu, çünkü irin bağlayan yaralardan sarı sıvılar akıyordu." "Hamza hangi renk parlıyorsa onu sevmiyordu." Militarizm karşıtı bir insanım, silah sevmem, savaş sevmem, savaş kahramanlarının sadece tövbelilerine sempatim vardır. Belki de bu nedenle Hamza beni ağlattı.  Kim bilir. ( Gerçi ben burada hikayenin iyice tadını kaçırmamak için bir fikrini aldım ama aslında vurucu kısmı o kısımda. )

Gülsüm; (Haşhaşi dergisi, Temmuz 2010'da yayımlanmıştır) Oğlunu ilk kez geneleve götüren bir babanın öyküsüdür. İçinizi sıkar, rahatsız eder zaten; amaç da budur aslında: rahatsız etmek. “Nurperi’nin yeri Şişli’de, Ulu Önder’in istiklal meşalesini yaktığı müze evin arka sokağındaydı. Milli sermayenin memleket bekası için ne mühim bir mesel olduğunu iyi bilen Nedim Bey, atalarının has yörük olduğunu öğrendiğinden beri Nurperi’nin yerinden hiç şaşmamış, zevk gayesiyle saçtığı banknotların Ermeni ve Rum mamaların kasasına girmesine asla müsaade etmemişti. İslam alemine medeniyet canavarıyla mücadele şuuru zerk ederken Hint ellerinde şehit olan Teşkilat-ı Mahsusa mensubu bir babanın oğluna da böylesi yakışırdı. Ve çok kıymetli bir aile yadigârı misali bir sonraki nesle nakledilen o mahsus hal her nasılsa hâlâ hükmünü sürdürdüğü için, eylül ihtilalcilerinin ahaliyi belli vakitlerde sokağa çıkarmama saplantısı Nedim Bey’e elbette ki sökmezdi.” 

Efendim, benim bu kitap hakkında yazacaklarım ve yazdıklarım bu kadar. Lakin kitabı okuduğunuzda göreceksiniz ki, sizde bıraktığını hisler ve sorular açısından çok daha fazlasıdır Bazuka. Eğer kısa öykü okumayı sevenlerdenseniz benim kanaatimce bu kitabı da seversiniz. Edebi lezzet açısından tatmin eden, akıcılık ve kelime seçimleri, tasvirler, göndermeler ve mizah dozu açısından da sizi üzmeyecek bir kitap.