Murakami etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Murakami etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

07 Haziran, 2014

Pain is inevitable. Suffering is optional

Bir yazarın ilk okuduğum romanını sevdiysem devamını okumak benim için bir görev haline geliyor sanki. Sanırım “bir kere denedim, iyiydi ve bir daha hayal kırıklığına uğramam“ psikolojisi. Edebiyat dünyası çok geniş bir derya ama nedense ben bu deryanın kendi adıma sonuna gelmişim gibi bir hissiyat oluştu son dönemde bende. Sanırım nedeni de bu zamana kadar hiç adetim olmasa da birkaç kitabı beğenmeyip yarıda bırakmam. Bu sebeple şu sıralar okyanusa açılmak değil güvenli sularda yüzmek istiyorum. Sevdiğim bir yazarın farklı kitapları da aynı suyu besleyen birer nehir gibi geliyor.


Güvenli sulardan birisi de Murakami benim için. Halen külliyatının yarısını bile okumuş değilim, her okuduğumda da birbirine yakın tatları aldığımdan biraz da yavaştan alıp aralara serpiştiriyorum galiba kitapları.


1Q84 ve İmkansızın Şarkısı yazılarını okuyanlar yalın bir dile hakim  Murakami romanları hakkında az çok bilgi sahibidir. Bu sefer ise diğerlerinden tür ve dil olarak farklı olan bir kitaptan bahsetmek istiyorum.  “Koşmasaydım yazamazdım” yazarın koşu ve yazı arasında kurduğu bağlantıya dair bir günlük gibi aslında. Girizgahım da uzaktan bu konuya da temas ediyor. Tabi bayağı uzaktan. Murakami eserlerini yazarkenki yaşadığı tıkanmayı koşarak aşarken benim okumada tıkanma yaşamam oldukça küçük bir konu gibi gözükse  de bu insanlık için küçük benim için büyük bir adım. Bulduğum çare de çok yaratıcı farklı değil, farkındayım ama napalım daha iyisini bulana kadar çözümüm bu.



Murakami bu kitapla en başta kendisi sonra da okurları için kafalardaki bir klişeyi yıkmayı hedefliyor da diyebiliriz. Edebiyat gibi bir alanda eser ortaya koyan bir yazarın dramatize bir bakış açısıyla sağlıksız hatta hastalıklı bir insan olması gerekliliği. Murakami ise “Beden çökünce, (olasılıkla) ruh da istikametini kaybediverir.” cümlesiyle karşı görüşünü belirtiyor ve yazmanın en önemli noktalarından birisinin de beden üzerindeki hakimiyet olduğunu savunuyor.


Açıkcası bir yazar olarak ne kadar hayransam bir insan olarak da Murakami’yi takdir ettim bu kitabı okuduktan sonra. Böyle bir kişisel disiplin ve tutku herkese nasip olmuyor. Benim gibi ayran gönüllü ve her başladığını yarım bırakan bir insan için bu tutarlılık bulunmaz bir nimet. Belki de yazarın bu kadar başarılı olmasının ve her kitabıyla beğeni kazanmasının sebebi, sebat ettiği bir şey azimle devam ettirebilmesidir. Motivasyon sen nelere kadirsin demeden geçemiyorum bu noktada. Düz koşudan daha ziyade her sene belli bir hedefin konduğu uzun soluklu maratonlardan bahsediyor yazar ve bitirme olgusunu büyük terbiye ile nasıl içselleştirdiğini gösteriyor farklı maraton örnekleri ile. “Koşarken, “off! Başaramayacağım. Artık içim bitti!” diye düşünecek olursanız, “acı” kaçınılması zor bir gerçektir, ama “işinin bitip bitmediğini” düşünmek nihayetinde kişinin kendi tasarrufundadır. Bu sözün maraton dediğimiz mücadelenin özünü yakaladığı kanısındayım.” Paragrafında belirttiği gibi acı kaçınılmazdır ama acı çekmek bir seçim meselesidir. İngilizce tabirle “Pain is inevitable. Suffering is optional.”


Kitabın hep etrafında dolaşıyormuşum gibi bir his var içimde ama kitabın özelliği de bu. Edebi bir yapıt olmadığından sizi içine çekmiyor, Murakami’nin günlüğünü okur gibi hissediyorsun ama insana-spor ya da yazma- yapmak istediği şey neyse onu yapması  için ilham verdiği inkar edilemez. Kişisel gelişim kitaplarının gereksizliğini düşünen benim gibi bir insan için bu kitapları okumak yerine bunu okumanızı önermek de yerinde olacaktır. Verdiği en önemli mesajlardan birisi ise şu cümlelerde gizli; “Zaman ve enerjiyi ne şekilde dağıtabileceğimize dair bir sıralama gerekiyor. Belli bir yaşa kadar böylesi bir sistemi kendi içimizde oturtamadığımızda ömür denilen şey, odağından yoksun, amaçsız bir hale geliveriyor.”


Bir diğer enteresan olan ise kitabın Japonca ve İngilizce isimleri ile bir tekerleme dünyasında hissettirmesi. Japoncası “hashiru koto ni tsuite  kataru toki ni boku no kataru koto” aynı anlama gelen İngilizcesi “what I talk about when I talk about running". 1Q84 de olduğu gibi bu kitabın isminde de bir gönderme söz konusuymuş, Raymond Carver’in “what we talk about when we talk about love” isimli kitaba başka bir referansı da var mı merak ettim doğrusu. En kısa sürede bu kitabı da okuyup yorumumun formatını yükseltmeyi düşünüyorum sevgili okuyucu. Herkese istediği şeyi bulduğu, en azından bulmak için arayış içinde olduğu ve kararlılıkla ona ulaşmak için çalıştığı, dolu dolu bir ömür diliyorum.

20 Ocak, 2014

"Kendime soruyorum, acaba bedenimin içinde karanlık bir yer var mı diye, uzak bir bölge, en önemli anılarımın üst üste yığılıp balçığa dönüştüğü yer."


Türkiye insanının edebiyatla -hali hazırdaki az ve zayıf olan- ilişkisine kendi deneyimim üzerinden bakınca yüzümüzü net bir şekilde batıya dönmüş olduğumuzu görmek mümkün. Batı bizim için örnek alınması ve ulaşılması gerekilen bir fenomen olarak, kültürel tercihlerimize de etki etmiş denebilir. Bu bağlamda ben de "daha iyi bir edebi bakışa sahip olmak istiyorsak Amerikan, İngiliz, Fransız gibi gelişmiş batı kültürlerinin edebiyatlarını okumalıyız" gibi bakış açısına sahip olduğumdan Hazar denizinin doğusundaki kültürlere çok hakim değilimdir. Ancak bu yazının konusu olan yazar Haruki Murakami, bu konudaki fikrimi değiştirmiş durumda. Bu yazımda yazarın beşinci romanı olan "İmkansızın Şarkısı"nı yorumlayarak, 1Q84'ten sonraki ikinci Murakami analizimi yapmış olacağım.
Hikayemiz, 37 yaşındaki ana kahraman Toru Watanabe'nin Hamburg'a yaptığı uçak yolculuğu sırasında Beatles'in "Norwegian Wood" -Türkçe isme de ilham kaynağı olan- şarkısını dinlemesi ile başlar (Hiçbir hizmetten kaçınmadık ve linki ekledik, aşağıda). Anılar onu 20 yıl öncesine, üniversite yıllarına götürür. En yakın arkadaşı Kizuki intihar etmiştir. Kizuki'nin kız arkadaşı Naoko -ki ablası da aynı yaşlarda intihar etmiştir- ise bu trajik olayın travmasını yaşamaktadır. Aynı acıyı paylaşan Watanabe ve Naoko birbirlerine daha da yaklaşırlar ve birlikte olurlar. Bu olaydan sonra Naoko, kendi isteğiyle sanatoryuma yatar.

Bu dönemde Watanabe yurttaki yakın belki de tek arkadaşı Nagasawa ile takılmaya başlar. Watanabe ve Nagasawa; blog ekibi olarak bizim de çok sevdiğimiz Muhteşem Gatsby romanı vasıtasıyla yakınlaşmışlardır. Nagasawa, Watanabe'ye göre oldukça dominant ve acımasız denebilecek boyutta bencil bir insandır. Tek gecelik ilişkiler yaşadıkları kızları, Nagasawa'nın maddi imkanları ile farklı restaurantlara ve barlara götürürler. Gene böyle bir akşamda Watanabe, Naoko'nun tam zıttı bir karakter olan Midori ile yakınlaşır. Midori; hayat dolu, canlı bir kızdır. Midori'nin ilgisine rağmen, Watanabe için Naoko önemi korur, sanatoryumda onu ziyaret eder ve Naoko'nun arkadaşı Reiko ile o da arkadaş olur. Roman boyunca Watanabe'nin diğer insanlarla olan diyalogları ve bu ilişkiler üzerinden geliştirdiği duygularına şahit oluruz. Bundan sonrasında olan önemli ve romana yön veren olayları aktararak okumak isteyenlerin heyecanını kaçırmak istemiyorum ama kısaca "tarih tekerrürden ibarettir" ve "bazı şeylerin kıymeti kaybedilmeden anlaşılmıyor" demek mümkün.

Romanı genel hatlarıyla bu şekilde özetledikten sonra bende bıraktığı izlenimden söz etmek istiyorum biraz da. Okuduğum ikinci Murakami kitabı ve kesinlikle sonuncusu olmayacak. 1q84 kitabında da olduğu gibi yalın, akıcı, basit kelimelerle kurulmuş cümleler akıp gidiyor önünüzde. Vurucu bir hikaye ve naif karakterler, soslu bir anlatıma ihtiyaç duyulmadan anlatılmış ve içe işliyor. 1968 hareketinin de arka planda olduğu ortamda yoğun duyguların ve aşkların merkezinde Watanabe var. Saf aşkı arayanların kafa karışıklığı, okuyucuya çok iyi aktarılmış. Romandaki kimi karakter bunu delirme aşamasına gelerek yaşarken, kimi nihilizmin sınırlarında dolaşıyor. Ölüm de aşk kadar önemli bir konu kitapta ama genel kullanılan anlamının çok ötesinde. "Ölüm yaşamın karşıtı olarak değil, parçası olarak vardır" cümlesinde de dendiği gibi ölümü trajik, hayatı kesintiye uğratan bir öğe olarak değil; akışın bir parçası. Bu yüzden de farklı ölümler ve intiharlar, imkan verdikleri başka olaylara açılan kapılar gibi bir izlenim bırakıyor insanda. Kısaca diyebilirim ki anlattığı her şey, söylenen her diyalog bize çok yakın ve devamlı aklımızda ve dilimizde olan konular ama öyle bir işlenmiş ki sanki ilk defa karşılaşmış gibi hissediyorsunuz. Bu yüzden de okunmasını tavsiye ettiğim ve benim de zevkle okuduğum, hatta ileride tekrar okumayı düşündüğüm kitaplardan. Meraklısı için bir dipnot: Kitabın filme uyarlanmış hali mevcut, ancak bazı yerlerde okuduğum yorumlara göre pek de beğenilmemiş. Karar sizin.

26 Mayıs, 2013

Dünya edebiyat tarihinin en önemli kitaplarından biri George Orwell’in “1984” adlı eseridir. Bir distopyayı anlatan roman modern çağ siyasetine de bir karşı arguman sunar ve eleştirel bir bakış açısı getirir. Birçok alan için metaforlar kazandıran bu kitabın önünde saygıyla eğildikten sonra yazımın ana konusu olan Haruki Murakami'nin 1Q84 romanına geçmek istiyorum.

İsminden anlaşılacağı üzere 1Q84 çarpıtılmış bir gerçeklik üzerinden yazılmış ve büyülü gerçekçilik (magic realizm) tarzı ile harmanlanmış bir kitap. 1000 sayfalık cismi varlığı sizi korkutmasın, su gibi akıp gidiyor. Bir diğer bölümde neler olduğunu öğrenmek için can atıyorsunuz.
Kitabın ana hikayesi  en önemli karakter olan kadınlara şiddet uygulayan erkekleri öldüren seri katil Aomame etrafında dönüyor. Aomame çocuk yurdunda büyümüş, bağlılık gerektiren uzun süreli ilişkiler yerine günlük ilişkiler yaşayan, kalbinde Tengo’yu taşıyan bir kadın. Diğer ana karakterse Aomame’nin çocukluk aşkı Tengo. Kablolu TV aboneliği satmayı hayatının merkezine taşımış bir baba tarafından büyütülmüş, annesi  hakkında çok az bilen, her konuda özellikle de matematik alanında dahilik seviyesinde başarılıyken okulda matematik öğretmeni olmayı seçen, hayatının aşkı Aomame’yi bekleyen bir adam.
Yıl 1984. Hikaye kulağımızda Janacek’in Sinfonietta’sı ile başlıyor. Zaten kitap için bir film gibi titiz bir müzik listesi oluşturulmuş desem abartmış olmam sanırım. Michael Jackson’dan ABBA’ya geniş bir seçki söz konusu. Aomame kulağında bu şarkı ile trafikte kaldığı bir gün  planına uymak için taksiden iniyor ve farklı bir çıkış kapısından çıkmak isterken zaman kırılıyor ve tabiri caizse paralel bir evrene geçiyor. Tengo ise bu sırada hırslı yayıncısı Komatsu’nun planının bir parçası olmak için disleksi hastası bir kız olan Fuka-Eri’nin hikayesini roman haline getirmeyi kabul etmek üzere. İkisinin hikayesinin tekrar kesişmesi de Aomame’nin Tengo’nun yazdığı kitapta anlatılan cemaat liderini öldürmesiyle gerçekleşiyor.

Kitapta çok farklı kişiliklere sahip ve hepsi büyük önem arzeden yan karakterler mevcut. Tengo’nun babası, hakkında çok az şey bildiğimiz genelde göğüs metaforuyla karşımıza çıkan annesi, Aomame’ye cemaat liderini öldürmekte yardımcı olan kadın ve yardımcısı, cemaat lideri ve yardımcıları. Hepsi özgün, hepsi önemli ve hepsi ana hikayeyi destekliyor.
Kitapta iki ana karakterin aşk hikayesiyle iç içe geçmiş bir bilimkurgu hikayesi mevcut. “Küçük adamlar”, “gizli cemaat” heyecanı yüksek tutan öğeler. Kitabın sonuna kadar onların gizemini çözmek için uğraşıyorsunuz ancak üzülerek belirtmeyelim ki ben pek de başarılı olamadım. Bununla ilgili birkaç kaynağa baktım açıkcası. Bunlardan anladığım kadarıyla Japon edebiyatında oluyor böyle yarım kalmış, açıklanmamış vakalar. Bunca zamandır batı edebiyatı bakış açısına alışmış biri olarak anlamamakta haksız değilim sanırım.

Belirtmeden geçemeyeceğim. Kitabın içinde bir öykü olan “Kediler şehri” öyküsü de insanı oldukça rahatsız ediyor. Diğer metaforlar gibi burada yalnızlık, terk edilmiş hissini iliklerinizde hissediyorsunuz. Başlı başına bu öykü bile ayrı bir edebi şaheser. Koza ve kediler şehri metaforları ile kitap bende Kafkaesk bir imaj yarattı diyebilirim. Dönüşüm ya da Dava’da ruhumda hissettiğim sıkıntı bu kitabı okurken de yaşadım. Murakami’nin külliyatına bakınca “Sahilde Kafka” diye bir kitabının olduğunu görmek bu dahiyane(!) buluşum konusunda göğsümün kabarmasına neden oldu. Biz fani küçük okuyucular da böyle şeylerle mutlu oluyoruz işte.
Kitap uzunluğu ve bazen tekrar kaçan hikayesi ile insanın okuma hevesini kırabiliyor. Ben kindle da okuduğum için çok problem olmadı itiraf etmek gerekirse. Ama herkesin de benzettiği tuğlamsı yapısı ile çantada taşıyıp dışarıda okumak ya da uzanarak okumak zor. Yani kitabı okumak, sembolik anlatımı ile beyni zorlarken fiziksel bir çaba da gerektiriyor.

Kitabı uzunluğuna rağmen heyecanla okudum ama bu kadar beğendiğim bir kitabın sonu benim açımdan tatminkar olmadı. Bu son, gerçeküstü öğelere dair cevaplanmamış sorular ve olay örgüsündeki mantık hataları bu kitabı sevmeme ve önermeme engel mi ? Tabi ki değil. Edebiyat böyle bir şey olsaydı zaten kitapların sadece son bölümünü okumayı tavsiye etmemiz gerekirdi, değil mi? Zaten Aomame ve Tengo’nun aşkı, birbirlerini bulana kadar ruhlarında yaşanan o rahatsızlık ve mutsuzluk hissi o kadar iyi anlatılmış ki diğer şeyler önemsiz kaldı gözümde. Kitapta da dendiği gibi “Sıradan olmayan bir iş yaptığında, şeylerin her günkü görünüşü biraz değişebilir. Şeyler sana daha önce olduğundan farklı görünebilir. ben bu tecrübeyi yaşadım. Ama görünüşün seni aldatmasına izin verme. Her zaman sadece tek bir gerçeklik vardır”. Onların aşkı da tek gerçeklikti belki de. Kısacası sevgili okuyucu, bundan sonraki kitabın olarak bunu tavsiye ediyorum. Hatta biraz daha cazip hale getirmek için kitaptaki şarkılardan bazılarının bulunduğu bir linki de paylaşıyorum.