Sait Faik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sait Faik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

06 Temmuz, 2014

"Ölesiye yalnız, ölesiye mesudum. İçim kalabalık çekiyor. İnsanlar çekiyor. (...) Seyahatler çekiyor içim." - Yandan Çarklı isimli öyküden


Son Kuşlar ilk kez 1952 yılında Varlık Yayınları tarafından basılmış. İş Bankası Yayınlarından okuduğum versiyonunda, içindeki 19 öyküye ek olarak, sonunda bir de Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "Sait'ten Hatıralar"ı yer alıyor. Bedri Rahmi diyor ki: "Canım Sait! Hayatımda en çok iftihar edeceğim şeylerden biri de bu olacak: Okuduğum yazıların en güzellerinden birisinin kapı komşusu olmak."

Bu öyküleri 'yazmasaymış deli olacakmış' Sait Faik. İyi ki de yazmış. Ada ve deniz havasının eksik olmadığı bu kitapta kullandığı dolambaçsız diliyle, yalın cümleleriyle bize anlattığı o kadar çok şey var ki...

Son Kuşlar benim de okuduğum hikayelerin en güzellerinden biri oldu. Sait Faik'in, daha 1952 yılında, sanki bugünü gördüğünü ve başımıza gelecekleri çok önceden yazdığını görüyoruz. Ağacı, yeşili, kuşları ve güzel olan her şeyi yok etme eğilimimizin bir süre sonra bizi getireceği noktayı, geleceği görmüşcesine tespit etmiş Sait Faik bu öyküde.

"Kuşları boğdular. Çimenleri söktüler. Yollar çamur içinde kaldı." diyor ve yüzümüze tokat gibi vuran, ne kadar haklı olduğunu bugün çok net gördüğümüz cümleleri sıralıyor: "Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde  güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi."

Biz çocukların 31 Mayıs 2013'te başlayan ve haziran boyu süren tüm mücadelesi de bu yüzden değil miydi? Gezi'de direnişi başlatan tek bir ağaç değil miydi? Daha çok para ve oy kazanmak için her yeri betonlaştıran zihniyete karşı durmadık mı? Biz çocuklar aslında, senin yazdığın tehlikenin farkındaydık ve farkındayız sevgili Sait ama maalesef gücü elinde tutan zihniyet karşısında bizim gücümüz sınırlı. Koruyabildiklerimizi korumak için elimizden geleni yapıyoruz; ancak onları elimizde ne kadar süre tutabileceğimizi bilemiyoruz. Evimin penceresinden hala kuş sesi duyabildiğim için şanslıyım belki ama o kuşların da bir zaman sonra "son kuşlar" olacağını ve onları koruyamayacağımı düşündükçe hüznüm öfkeye dönüşüyor. Bizim için gerçekten kötü olacak.

Bu kitapta Sait Faik, içinde yaşadığı toplumla arasına mesafe koymuş gibi hissettim. Onların hırslarına, adaletsizliklerine, doğaya ve birbirine karşı acımasızlıklarına, belki Sait'in seçimleri nedeniyle belki de onu kendilerinden farklı gördükleri için kendisini dışlamalarına karşı, Sait de zihinsel, ruhsal ve fiziksel olarak uzaklaşmış insanlardan. Belki çok iddialı bir yorum olacak; ama satır aralarında bu uzaklaşmayı ve eleştirel bakışı gördüm öyküleri okurken. Örneğin,  Haritada Bir Nokta isimli öyküde diyor ki: "Biliyordum ki, insanlar beni pek sevmeyeceklerdi. Bir adam ki onlar gibi değildir. (...) Hiçbir zaman yeniden damla damla, dakikaları duya duya, sıkıla patlaya; rüzgarı, balığı, denizi, ağı seve seve, ölümü beklediğimi bilemeyeceklerdi." Burada, Sait'in, onu kendilerinden farklı gören insanlara karşı zihinsel bir uzaklık ve belki üstünlük içerisinde olduğunu görebiliriz. Benzer şekilde Dondurmacının Çırağı öyküsünde "Oh! Kimselere selam vermiyorum. Senede dört kelime konuşmadığım adama nezaketen gülmeye bile mecbur değilim. Görmemezliğe geliyorum. Başımı çeviriyorum." derken de bu uzaklığın eyleme dökülmüş haline tanıklık ediyoruz. Son bir örnek olarak da Yaşayacak isimli öyküyü verebilirim. Bu öyküde "Düşünmeye başlayalı beri bir gün sarhoş olmadan gülemedik ki." diyen Sait, çok balık tutulan günün sonunda balıkçıların oynayarak, zıplayarak, değişik birtakım hareketler yaparak sevinmesini garipser ve der ki: "Böyle irkiliriz işte dışarıdan görünce sevincin gösterisini. Meselesi ekmeğinde olanların bu halinden, meselesi insan, gökyüzü, yeryüzü, ölüm, sefalet, hastalık, incir çekirdeğinden başlayıp dünya yuvarlağındaki en manasız meseleye kadar çıkanlar nasıl irkilmez ki?" Buradan da anlıyoruz ki; Sait Faik'in meselesi ekmek parası değildir, dünyanın somut kazançları onun meselesi değildir; daha naiftir Sait, sevginin peşindedir o, yeşilin, ağacın, toprağın, kuşun peşindedir, bunlar üzerinde düşünmektir onun meselesi.



Bitirirken yine Sait'in kelimelerini kullanmak istiyorum. Barba Antimos'tan gelsin bize: "Seneler öylesine vefasızdır ki, yalnız dışarıda lodos, poyraz, karayel değişe değişe eser. Halbuki insan günleri hiç değişmemecesine sürüklenmektedir." Günlerimizin kıymetini bilsek fena olmayacak.
         
Ve son olarak, bu yazıyı "Son Kuşlar" eşiliğinde yazdım ve siz de mümkünse Sait Faik'in hikayelerini ve bu yazıyı onun eşliğinde okuyun.


05 Haziran, 2014


"Vapurun içinde tek kadındı. Tek biletsizdi. Fakat Kadıköy iskelesine vapurdan ne kadar bilet varsa o kadar adam çıktı. Ne fazla ne eksik." - Kim Kime isimli öyküden.

Her şey bir Burgazada ziyaretiyle başladı. Beğenmeyen Okumasın ekibinden Merve ile Ada’nın sakin sokaklarını yürürken Sait Faik Abasıyanık’ın, Darüşşafaka Cemiyeti tarafından müzeye çevrilmiş evini de ziyaret etmek istedik.

Sait Faik’in yazdığı, uyuduğu, muhteşem manzaraya dalıp gittiği, kısacası yaşadığı odaları dolaşırken, duvarlara yerleştirilmiş fotoğraflarına bir süre baktıktan sonra verdiğim ilk tepki şu oldu: Bu adam hayatımın aşkı olabilirmiş. Evet, itiraf ediyorum ki, Sait Faik'e sadece evinde dolaşıp fotoğraflarına bakarak aşık oldum o gün. Tabii bu aşkın doğal sonucu olarak, aslında hayatımın aşkını bulmadan kaybettiğim de söylenebilir. İmkansız aşklarım ve ben...
O günden sonra, biraz abartarak da olsa kafamda idealize ettiğim Sait Faik’i daha yakından tanımaya karar verdim. Şimdiye kadar onun sadece Kayıp Aranıyor isimli romanını okuyup burada da yazmıştım. Ziyaretin ertesi haftası gidip Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan basılan Sarnıç ve Son Kuşlar isimli öykü kitaplarını aldım. Bugün, içinde on altı adet hikayenisinin bulunduğu "Sarnıç"tan bahsetmeye çalışacağım.


Sait Faik'in tek başınalığını, gel gitlerini, özlemlerini ama yine de umudunu gördüm ben bu öykülerde. Kullanımını ilk kez, bu kitapta yer alan Bir Karpuz Sergisi hikayesinde gördüğüm 'yoksuzluk' var bu hikayelerde. Oldukça yalın ve sıcak anlatımında satır aralarında da olsa aşk da var yazdıklarında; ancak genel ve temel olarak öyküleri okurken ve okuduktan sonra bana kalan his sakinlik oldu. Evet, sakinlik... Öykünün konusu ne olursa olsun, Sait Faik kelimeleri o kadar yumuşak ve yalın seçmiş ki, okurken içime işleyen sakinlik ve huzur hiç gitmedi. Söz gelimi, babasının otuz yaşındaki ikinci eşi için ısrarla "annen" diye bahsetmesine çok kızan kırklı yaşlarındaki Rüstem'i, onunla arası kötü olan ablasını ve tüm bu kişilerin, doğum sancısı çeken bir kadının başında birbirlerine sopa ile vurarak kavga etmesini anlatışını okurken bile rahatsızlık duymadım. Bu bağlamda Sait Faik'in "büyülü" bir kalemi olduğunu söylemek sanırım abartı olmaz. Genelde Burgazada ve İstanbul'da geçen bu hikayeleri, konu bağımsız olarak okurken içime yer eden sakinlik hissinin başka bir açıklaması olamaz.

Loğusa isimli bu öykü dışında, kitapta yer alan birkaç öyküye de değinmek istiyorum. Kitaba ismini veren Sarnıç adlı öyküde eski yaşamını özleyen, eski bir dostuyla geçmişten bahsederken gözleri yaşaran, ortalama bir adamın geçmişle ilgili sorgulamaları, o günlere ait anıları ve kendisinde aradığını bulamayan eşinin, babasının evine geri taşınması var örneğin. Altını en çok çizdiğim öyküsü bu oldu diyebilirim. "Geçmiş hep daha güzel olmaya devam edecek." düşüncesini benimseyen şahsımın da ara sıra "Acaba geçmişi gözümde çok mu büyütüyorum?" şeklinde sorguladığım konuyu sorgulamış bu hikayede. "Niçin? Sanki o günler şimdiki kadar güzel miydi? Acaba o günler de bugünküler kadar durgun değil miydi?" diye sormuş ama sorunun cevabını vermemiş maalesef ve özlemeye devam de etmiş öykü boyunca. Genelde bu gibi cevapsız sorular sorduğundan da bahsetmiş zaten "Sarnıç"ta. Bu sorulara bir örnek olarak "Bu dünya insan için kafiydi. Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahluktu. O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı?" sorusu verilebilir sanırım. "Bu soruya cevabı olan var mıdır?" diye sorarak, ben de cevapsız sorulara bir tane daha ekliyorum.
Kafasında karpuz sergisi açmak hayali olan ama "yazın bütün güzelliğini görebilmek için" çalışmamak yönündeki arzusu "iradesini almış, birlik olmuş, dost olmuş" bir adamın hikayesini okudum Bir Karpuz Sergisi'nde. Kim Kime'de ise, ölen eşinin cenazesini Ada'nın en tepelerindeki evinden aşağı indirmek için kapı kapı dolaşarak yardım isteyen ama aradığı yardımı bulamayınca eşinin cenazesini uçurumdan aşağı atmak zorunda kalıp biletsiz olarak Kadıköy vapuruna binen bir kadını okudum. Yukarı da alıntı yaptığım gibi, vapurdaki tek biletsiz kadın oydu ve vapurdan bilet sayısı kadar adam inmişti. Burada melankoli düzeyinize göre, kadının vapur yolculuğu sırasında intihar ettiğini ya da vapurdaki adamların hepsi biletli olduğu için, vapurdan bilet sayısı kadar adamın inmiş olmasının normal olduğunu düşünebilirsiniz.

Sait Faik'i derinden tanıma yolculuğuma geç de olsa başladım. Burada Sarnıç'taki tüm öyküleri yazamasam da, en azından kendisinin tarzı ve anlattıklarıyla ilgili bir fikir verebilmiş olmayı umuyorum. Yazımı, Burgazada'da yaşadığı evde çektiğim fotoğraflarla sonlandırırken, keşfedilmesini ve kalabalıklaşmasını çok da istemediğim Ada'ya gidip Sait Faik'in müze evini gezmenizi tavsiye ediyorum.



Evin girişi. Bahçesinde önce bir Sait Faik heykeli karşılıyor bizi. Bahçenin yan tarafında ise ziyaretçilerin not ve mektuplarından oluşan minik bir sergi yer alıyor. Bu mektupları okurken çim sulama fıskiyelerinden ıslanmamaya dikkat edin :)

Sait Faik'in yatak odası

Evin en üst katından görünen muhteşem manzara. Hikayelerini bu manzaraya bakarak yazdığını hayal etmek bile güzel.

04 Mayıs, 2014

"Günler, şu garip günler! Uykumuzun içinde saatleri başlayan günler!"

Daha önce anlamadan okuduğum kitaplardan biriymiş Sait Faik Abasıyanık'ın "Kayıp Aranıyor" romanı. İlk kez 1953 yılında yayınlanan bu roman, başka bir bölümü olmamasına rağmen "I" no.lu bölüm numarasıyla başlar ve Sait Faik'in oldukça yalın, yalın olduğu kadar derinlikli anlatımı sayesinde başlandığı gibi bir nefeste okunup biter.

Okuduğum her kitapta kendimden bir şeyler arayıp bulup, kitaptaki bir ya da birkaç kahramanı kendimle özdeleştirerek, onu hislerime, söyleyemediklerime tercüman etmek isterim. Bu kitapta kahraman bence tek: Nevin. Ankara'da kendisi gibi gazeteci olan eşiyle yaşayan, emekli konsolos Vildan Bey'in saadeti arayan ve sorgulayan, 'hayatı yaşayarak münakaşa edip bir neticeye varmaya çalışan' kızı Nevin. Kitabın bazı yerlerinde Nevin, insanların kendisini hep "konsolosun kızı" "gazetecinin karısı" ya da "Balıkçı Cemal'in aftosu" olarak tanımladığını söyler ve bunu kabul etmiş gibi dursa da aslında bu durumdan rahatsız olur. Nevin'den bahsederken benim de daha ilk cümlemde bu tanımlamaları kullanmam ya kitabın etkisinden ya da ataerkil sistemin iliklerime kadar işlemiş olmasındandır. Ben tabii ki ilk seçeneği tercih ediyorum.

Nevin, geleneksel olan annesinden ziyade (bu romanın genel havası boyunca da Türk romancılığının ana konularından geleneksel-modern, Batı-Doğu ayrımını ve bu ikisi arasında kalmış ya da bu ikisini harmanlamış yaşamları çok net görüyoruz.) kızının nasıl isterse öyle yaşamasını isteyen babasının etkisi altında yetişmiştir. Konsolos Vildan Bey, "insanın kendi hayatını yaşamasını, her şeye rağmen yaşamasını öğrenmiş, kızına da bunu öğretmişti(r)." İnsanın hayatı boyunca 'ahlak' denen duvarın sınırlarını çok da zorlamadan, gözünü kapadığında hatırlayacağı mutluluk ve zevk anıları biriktirmesi gerektiğini savunur Vildan Bey. Burada biraz önce bahsettiğim Doğu gelenekselciliği ile Batı modernizminin arasında kalan bir baba görüyoruz aslında: Hayatını istediğin gibi zevkle yaşa; ama ahlak sınırlarını da çok zorlama. Vildan Bey'in şu cümlesi aslında bu konuda bize ayna tutar: Yaşamın her şeklini meşru, kitaba uyar bir hale soktuktan sonra hiçbir şeyin zararı yoktu(r). Vildan Bey böyle söylüyor; ancak meşru ya da kitabına uyan sınırlar içinde bir kimsenin kendi hayatını tam olarak istediği gibi yaşayabilmesine ne kadar imkan vardır ki? 'Modern' sayılabilecek zihinler, bir yandan dinin "günah"ını yok sayarken, diğer yandan toplumun "ahlak"ını meşru görerek mı özgürlük alanını belirliyor?

Vildan Bey'in bu hem özgürlükçü hem de bilinçsizce de olsa sınırlayıcı mesajlarıyla yetişmiş Nevin, hayatı boyunca hep bir şeylerin peşinde koşmuştur. Saadet de bunlardan biri ve en temeli olmuştur. Daha doğrusu, okuduğu tüm romanlarda, öykülerde, şiirlerde saadeti bulması ve onunla yaşaması gerektiği mesajını almıştır. Kocası Özdemir'le evlenmesinin nedeni de budur aslında. Saadet arayışı içerisinde ulaştığı sonuçta, hem toplumun kendisinden beklediği, kabul ettiği ve babasının ilettiği gibi meşru ve tehlikesiz bir yaşamı olacak hem de istediği yaşam buymuşcasına o yaşamdan zevk alacaktı. Mutlu olacaktı işte, ötesi yoktu. Ona her koldan dayatılan ve bulmasının zorunlu olduğunu hissettiği yaşam tam da bu değil miydi? Toplum gözünde statüsü olan bir adam ve onunla yaşayacağı bir yaşam... Ama bunun çok da öyle olmadığını Özdemir'in kendisini aldattığını gördükten sonraki buhran döneminde ve ondan kaçıp ailesinin yanına, İstanbul'a geldikten sonra sığındığı Balıkçı Cemal'le yaşadıklarından sonra anlayacaktı. Aslında saadet, olmak zorunda değildi. Mutluluk içerisinde yaşayan insanların da gelip dayanacağı yer boşluk değil miydi? Benim de hep savunduğum (ya da kendimi rahatlatmak için arkasına saklandığım diyelim) düşünceye göre, insanlar ne kadar mutlu ya da mutluymuş gibi yaşasalar da en sonunda herkes ölmeyecek miydi? Hayat, önü ve arkası boşluk olan bir şeyse, onu mutlu ya da mutsuz olarak yaşamanın ne anlamı vardı ki? Bu sebeple belki de saadet denen şeyi, hayatın kalitesini ölçmekte bir kıstas olmaktan çıkarmak ve onun yerine arzu, aşk gibi şeyler koymak gerekiyordu.

Otel odası buhranı...
Özdemir'in kendisini, kendi evinde bir meslektaşıyla aldattığını görüp evi terk ettikten sonra Nevin'in otel odasında yaşadığı buhranı o kadar güzel anlatmış ki Sait Faik, okurken sizin de kalbiniz sıkışıyor, nefes alamıyorsunuz, siz de bir titreyip bir güçlenip, kendinizi ipsiz bir uçurtma gibi hissediyorsunuz. Hele ki Nevin'in, yaşadıklarını unutup İstanbul'daki yeni hayatına alışma sürecini anlatırken pazartesi günlerine yüklendiği öyle bir bölümü vardır ki kitabın, dönüp dönüp tekrar okumamak elde değildir bu bölümü.

Bu süreçte Özdemir'e çok kızarken aynı zamanda, Özdemir'i affetmek, onunla tekrar birlikte olmak eğilimde olan Nevin'e de kızıyorsunuz. Öte yandan da seven bir kadının affedicilik ve unutkanlık boyutlarını az çok biliyorsanız, Nevin'e empatiyle yaklaşıp dönüp bir de kendinize kızıyorsunuz. Affeder gibi yapsa da affetmiyor Nevin. Özdemir'i iyi tanıyor çünkü. Özdemir'in kendisini tıraş sonrası rahatlamak amacıyla sürdüğü kolonya gibi gördüğünü, bu aldatma meselesinden sonra hayatı boyunca kendisine köle olabilecek kapasitede olmasına rağmen, onu rahat ettirmek amacıyla doğmadığını söylüyor ve hayatından çıkarmaya karar veriyor. Sadece onu değil aslında, herkesi hayatından çıkarıyor Nevin. Daha doğrusu herkesin hayatından kendisi çıkıyor. Nevin'i öldürüyor Nevin ve nüfus cüzdanında yazan diğer isimle, Ayşe olarak yeni bir hayata doğuyor. Arkasında sadece babası emekli konsolos Vildan Bey'in çeşitli aralıklarla kendisi için yayınladığı "Kayıp Aranıyor" ilanı bırakarak...

Bu kısacık romanda; geleneksellik, modernite, mutluluk, güven, huzur, aşk, özgürlük, gazeteciler, gazetecilik ve bu mesleğin "patronun düşünmesi  ve devletin siyaseti" eksenli olmak zorunda olması, kadın olmanın zorluğu, kendisinden vazgeçilen adamın ilk başvurduğu şeyin şiddet olması, yeniden doğmak için her şeyi geride bırakmak zorunluluğu gibi birçok şey bulabilirsiniz. Yarınki pazartesiye de göz kırparak, okurken oldukça keyif aldığım aşağıdaki satırlarla bitiriyorum yazımı:

"Kimine dar, kimine bolsun; pazartesi! Pazartesi! Sanki pazar bir şeymiş de onun bir de yarını, ertesi günü var. Ertesi günü yapacak işlerin içinde hep aynı olanı bir yana bırakırsak bize saat olarak ne kalır?

Geç git pazartesi sen de! Sende de iş yok! Sen de salıya doğru kalem tutarak, apteshaneye giderek, daktilo yazarak, otobüse binerek, sümkürerek, burnunu çekerek, vapura atlayarak, merhaba diyerek, bilet alarak, pazarlık ederek, bir şarkı bile mırıldanmadan, ıslık çalmayı bile hatırlamadan, aşktan göz açamadan, bir güzel yüz bile görmeden; yalan söyleyerek insanoğlundan insanoğluna kötü haberler ileterek, çarşambaya doğru yürüyen bulada bir salı ile kol kola geçip gideceksin. Yine çarşamba, yine perşembe, işte cuma! Cumartesi… Hele bu ertesiler yok mu ertesiler? Bu ertesiler, kendilerini bir şey sanan insanlara benzerler. Sanki devam ediyorlar. Sanki bir bayramı, bir oh deyişi, bir sevişmeyi, bir sulhu, bir özgürlüğü, bir oyunu, bir aşkı, bir kardeşliği, bir dudak dudağa, bir anlaşmayı devam ettiriyorlar; yalancılar!
(...)
Amerika’ya daha şimdi giriyorsun. Japonya ötelerinde, Büyük Okyanus’un bir yerinde az sonra sen bir salısın budala!
Ulan pazartesi! Sen bir tarafta pazar, bir tarafta salısın; serseri herif! Ne diye İstanbul’da bize “pazartesiyim” diye kafa tutarsın. Elimde olsa tutarım seni şu saniyede; bakarım sonra dünya yüzüne: bir çocuğun yalnız kafası çıkmıştır, bir adam durmadan son nefesinde."