Jose Saramago etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Jose Saramago etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ağustos, 2013

Şu sıralar Beyoğlu’na her gittiğimde uğrar olduğum, Tünel’deki Kırmızı Kedi Kitabevi’nde gözüme ilişti Jose Saramago’nun sapsarı kitabı Kabil. Körlük’ten sonra tekrar Saramago okumak gibi bir niyetim yoktu ancak arka kapak yazısındaki son cümlesi ile kitap, son zamanlarda çokça düşündüğüm “insan olmak” üzerine kilit bir soru sorup beni al ve oku diye inliyordu: “İnsan türü evrendeki yerini ve varlığını hak etmiş midir?”



Jose Saramago, Kabil
Kırmızı Kedi Yayınevi
Saramago sorunun cevabını net olarak elbette ki vermiyor, zaten böyle bir amacı da yok. Ama okuyucuyu olay örgüsünün içerisinde bunu düşünmeye sevk ediyor ve bunu yaparken de birçok kişiyi epey kızdırmış görünüyor. Eski Ahit’in olayları ve karakterleri ile zaman zaman dalga geçmesi ve kutsal kitaplardaki anlatıyı yerin dibine batırması Saramago’nun başını Katolik Kilisesi ile belaya sokmuş.  



Kitabın ana karakteri, Havva ile Adem’in oğlu Kabil, kardeşi Habil’i öldürür ve Tanrı tarafından lanetlenir. Kabil’in laneti evinden uzakta zamansallık ve mekansallık olmadan yolculuk etmektir. Gittiği yerler arasında Sodom ve Babil gibi yerle bir olan şehirler, tanıdığı insanlar arasında da Lut, İshak, İbrahim ve Nuh gibi peygamberler vardır. Kabil aslında Saramago’nun kitaptaki sesidir. Kutsal kitaplarda anlatılan ve bu kitapta da Kabil’in deneyimlediği olayları yine Kabil’in gözünden eleştirirken, söylemek istediklerini sıralıyor yazar. Örneğin İshak peygamberin babası İbrahim peygamber tarafından kurban edilirken son anda Kabil tarafından kurtarılması ve sonrasında baba oğul arasında geçen konuşmalar Saramago’nun düşüncelerinin bir yansıması olarak ortaya çıkıyor. İshak babasına kendisini neden öldürmek istediğini sorduğunda, İbrahim Tanrı’nın emrettiğini söyleyince, kesilmekten yeni kurtulmuş oğul yine sorar: Baba, Efendi’n neden beni öldürmeni istiyor ki? Sorunun İbrahim tarafından verilen bir yanıtı yoktur.

Yazar tüm kitap boyunca bu tarz sorgulamaları yapıyor. Ama itiraf etmeliyim ki, son günlerde televizyonlarda sıkça gördüğüm manzaralardan sonra beni en çok etkileyen hikaye Sodom’unki oldu. Rivayet edildiği üzere, Sodom şehrinin kaderinde kent erkeklerinin eşcinsel ilişkileri dolayısıyla Tanrı’nın gazabına uğrayıp yok olmak vardır. Kabil buna şahit olurken şunu sorguluyor: Erkekler erkeklerle cinsel ilişkiye girdi diye yakılıp yıkılan bu kentte (bunun sorgulaması ayrıca yapılmalı), aynı zamanda olaylarla alakası olmayan kadınlar ve çocuklar da vardı. Onların yaşamasına neden izin verilmedi? Tanrı onları neden korumadı?

Bunları okurken aklıma 2013 yılında yine aynı topraklarda yatan ölü çocuk bedenleri geldi. Bunları Saramago’nun Tanrı ve din eleştirisini yinelemek adına yazmıyorum, zaten buna katılıp katılmamak gayet kişisel bir durum ve saygı duyulması gereken bir inanç meselesi. Ancak kitabın eksenini dinlerden alıp insanlığa çektiğinizde de soruların aslının değil muhatabının değiştiğini görürsünüz. Mesela, 2013 yılında Suriye ve Mısır’da çocuklar ölüp sıra sıra dizilirken, uluslararası camia nerededir? Taraflar neden ayrım yapmaksızın sivil ve günahsız halkı öldürmektedir? Ve Türkiye’de eline sopa alan kişiler bir ara sokakta Ali İsmail Korkmaz’ı neden öldürmek istemiştir? Bunun gerekçesi nedir? 

Tekrar başladığım noktaya geri dönüp, Saramago’nun eserinden bağımsız olarak sorarım, “İnsan türü evrendeki yerini ve varlığını hak etmiş midir?” Sizce?

https://twitter.com/bgnmynkmsn






28 Nisan, 2013


“Sonunda kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler?”

Hikaye trafikte tek başına araba kullanmakta olan bir adamın aniden kör oluşuyla başlar. Kendisine yardım etme bahanesiyle arabasıyla kendisini eve bırakan ancak niyetinin arabayı çalmak olduğu ortaya çıkan adam da körlük bulaşıcı bir hastalık gibi aniden kör olur. Bir sonraki  de ilk kör olan adamı muayene eden doktor olacaktır. Artık sadece beyaz bir sistir gördükleri. Bu olaylar körlüğün bir veba gibi bulaşıcı hale gelmesiyle ve dalga dalga yayılmasıyla devam eder.
Asıl olaylar ise hükümetin bu bulaşıcı körlüğe bulduğu çözümle başlar. Bütün körler eski bir akıl hapishanesine hapsedilir, dışarı çıkmak yasaktır. Bu yasağa uymayanlar ölümle cezalandırılacaktır. İçeridekiler ihtiyaçlar hükümetin yolladığı malzemeler ile karşılanır, düzen de mikrofondan yapılan anonslar ile sağlanmaya çalışılır.
En başta her şey daha kontrol altında gibi gözükür. İlk içeri giren ekip tarafından doktor lider olarak seçilmiştir ve onun kontrolü ile içerideki düzen sağlanmaktadır. Bu insanlar arasında orada bulunma nedeni farklı olan biri vardır; doktorun eşi. Kendisinin de kör olacağını düşünerek hastaneye girdiklerinde halen görme yeteneği kaybetmemiştir ama eşinin yanında olmak istediği için kör taklidi yapacaktır.
Hastanedeki insanların sayısının artmasıyla problemler ve sınırlı kaynağın paylaşımına dair kavgalar baş göstermeye başlar. Çeteler düzen üstündeki hakimiyetlerini arttırırlar ve anarşi baş gösterir. Cinayetler, tecavüzler kendini güçsüz görenlerin daha da sessizleşmesine neden olur. Ancak bu sessizleşme onların olaylardan korunmasını sağlamayacaktır. Güçlüler ayakta kalmaya devam etmek için baskıları arttırırlar ve hayatını sürdürebilenler de onlar olur. Bu noktada belki de en şanssız insan doktorun eşidir. Bütün vahşete ve şiddete şahittir, diğerlerinin körlük hali onları bu acımasızlığı görmekten korur. Ancak bu görme durumu belki de bir şans olarak değerlendirilebilir. Çünkü doktorun eşi çetenin liderini öldürerek gidişatta bir sarsıntıya yol açacaktır.
Bu kaos sonucunda koğuşlar çıkartılan yangın ile hastanedekiler dışarı çıkmak durumunda kalırlar. Dışarı çıkıldığında ise beklenmedik bir tablo ile karşılaşırlar. Şehir berbat bir haldedir. Cesetler, onları yiyen köpekler, çöplerde yiyecek arayan insanlar. Doktorun eşi bunları gören tek insan olarak kör olmayı diler. Şehirdeki  kaostan uzaklaşmak için yanına aldığı birkaç kör insan ile evine dönen doktorun eşi, eski düzeni kurmanın adımlarını atar. Zaman geçtikçe de insanlar görmeye başlarlar.
Nobel ödüllü yazar Jose Saragamo’nun orijinal adı “Ensaio sobre a cegueira (Essay on Blindness)” olan bu büyülü gerçeklik üslubuyla yazılmış romanında körlük metaforu ile –kulüp üyelerimiz arasında bu konuda bir kararsızlık olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim- iktidar ve bunun karşısında körlük ile kendini sorumluluktan soyutlayan insanın eleştirisini yapıyor. Düzen adı altında görmek ve bakmak arasındaki farkın ve konfor alanının oluşması, hastaneye kapatılan insanlarda çok iyi gözlemleniyor. Doktorun eşinin kör olmaması ve bütün vahşeti görmesi, belki de hikayenin ana ekseni. “Görmek” yetisine sahip bu insan, düzen adı altındaki kaosa son veren ve değişimi yaratan insan olarak Platon’un mağarasından çıkmayı başaran insanı anımsatıyor. En başta görmesine rağmen sessiz kalan bu kadın, kendisi tek kişiyken bir fark yaratamayacağını düşünerek kör taklidi yapıyor aslında. Ancak görmekten kendini alamadığı olaylar, dayanma gücünü azaltıyor ve öldürme eylemini işleyecek noktaya götürüyor kadını. Roman körlük metaforunu gayet iyi işleyerek şu anki insanın felsefi ikilemini –görmek ve bakmak-gayet iyi anlatıyor. Ancak romanın sonu itibariyle eleştirmeden de geçemeyeceğim. Sanırım “birdenbire görmeye başlamak” durumu romanın büyülü gerçeklik üslubu ile açıklanmalı. İçinde bulunduğumuz bir dünyada böyle bir şey yaşamak ne yazık ki imkansız.

19 Mart, 2013

Eksik kadroyla da olsa, kararlaştırdığımız gibi 16 Mart Cumartesi akşamı Taksim'deydik, tarihi Cumhuriyet Meyhanesi'nde tartıştık kitabı.

Alt metin, semboller ve benzetmeler bulmak için çok uğraşsak da, sonunda karar verdik ki, oldukça etkileyici olan bu hikayeyi aslında dümdüz okumalıyız.

Toplumsal düzen, medeniyet, insanlar arasındaki statüler aslında ne kadar pamuk ipliğine bağlı ve insanın doğası aslında ne kadar kötü, bunu gösteriyor "Körlük".


Fotoğrafta çıkmak için çok uğraşsam da en azından başarabilmiş olmak güzel

Aslına bakılırsa, cumartesinin özeti;"körlük bahane, sohbet şahane" idi.