intihar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
intihar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

06 Nisan, 2014

Bir anda okumaya karar verdiğim, elime bir alışta bitirdiğim bir kitap oldu Stefan Zweig'in Can Yayınları tarafından basılmış uzun öyküsü "Satranç". İtiraf ediyorum; satranca karşı mesafeli duruşum, hatta satranç oynama düşüncesinin bünyemde bir gerilime sebep olmasının etkisinden de olsa gerek, adını duyduğumda bende hiç okuma isteği uyandırmamıştı bu kitap. Bugün anladım ki, benim için bir eksiklikmiş bu.

1881 yılında Viyana'da doğan Avusturyalı yazar Stefan Zweig'in edebiyata ve hayata bir vedası olmuştur bu kitap. Naziler tarafından kitapları yakılan yazarlar arasında olmuş, Nazi baskısı nedeniyle önce İngiltere'ye, oradan Amerika'ya, oradan da Brezilya'ya kaçmış ve 1942 yılında eşiyle birlikte, arkasında "Benim lisanımın konuşulduğu dünya bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa'nın kendi kendisini yok etmesinden sonra hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu." yazan bir not bırakarak intihar etmiştir. Orijinal adı "Schachnovelle" olan "Satranç" da, intiharından önce tamamladığı son eseridir. Zweig'in hayatını okuyunca, kitapta yer alan karakterlerden olan Dr. B.'de kendini yansıttığını çok net görebiliyoruz. 

Viyanalı ünlü bir aileye mensup olan avukat Dr. B., Nazilerin Avusturya'yı işgali sırasında esir alınır; ancak kendini bir toplama kampında değil, bir otel odasında bulur. Avukat olduğu ve "mülkleri hakkında yasadışı işlemler yapıldıklarını kanıtlamak istedikleri manastırlara ve İmparatorluk ailesine karşı kanıtlar" sunabilecek potansiyelde olduğu için, Dr. B. ve onun gibileri ağır bedensel işkencelerin yapıldığı kamplara değil, tamamen 'hiçlik' dolu otel odalarına götürürler ve günün çeşitli saatlerinde sorguya çekerler. İlk başta kulağa iyi gelse de, aslında bu, katlanılmaz bir düşünsel işkenceye dönüşür. Düşünsenize bir; sadece yatak, leğen, koltuk ve parmaklıklı bir pencereden başka hiçbir şeyin olmadığı, kimsenin sizinle konuşmadığı, saatin, defterin, kalemin, kitabın bulunmadığı, tamamen sessiz bir odada, kendi kendinizle ne kadar uzun süre kalabilirsiniz? Dr. B.'nin de dediği gibi, bu işkence yöntemi çok daha etkilidir çünkü "bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz." Tam dört ay kaldığı bu otel odasında Dr. B.'nin kurtuluşu, sorgu için dimdik ayakta beklediği 2 saat boyunca, bir askerin cebinden bir şekilde aşırdığı kitapla olur. İçinde 150 büyük satranç ustasının turnuvalarının yer aldığı bir satranç kitabıdır bu. İlk başta hayal kırıklığına uğrasa da, hiçlikle dolu dünyasında akıl sağlığını ve düşünme yetisini tekrar kazanmak için bir hazine haline gelir bu kitap Dr. B. için. Tüm aylar ve günler, saatler ve dakikalar kendisine ait olduğu için, bitmek bilmeyen bir sabırla, hiçkimseye yansıtamadığı öfkesini yansıtabileceği tek alanı olur satranç onun için. 2,5 ay boyunca kitaptaki tüm turnuva hamlelerini, kitaba bakmaya hiç gerek kalmadan ezberlemiş bir hale gelince, tekrar hiçliğin kollarına düşmemek ve aklını kaybetmemek için, tek çıkar yol olarak kendi kendine karşı oynamaya karar verir. Kendi deyimiyle "rastlantıdan tümüyle kopmuş bir düşünce oyunu olan" ve iki farklı beyinin bulunması gereken satrançta, beynini iki farklı kişi gibi düşündürüp hem siyah hem beyaz olacaktı. Oldukça zor olan bu süreçte Dr. B, bir yerden sonra kendini; kendi kendine meydan okuyan, haksız yere tutsak olmaktan içinde birikmiş öfkesini, savaştığı "öteki ben"e yansıtan, "öteki ben"i yenmek için gece gündüz uğraşan bir halde bulur. Kendisi şöyle tanımlamaktadır bu dönemi: "Oyun sevinci oyun hevesine dönüşmüştü, oyun hevesi oyun dürtüsüne, çılgınlığa, yalnızca uyanık olduğum saatleri ele geçirmekle kalmayıp yavaş yavaş uykuma da sızan tutkulu bir öfkeye". Bu hırs ve öfke öyle bir hal alır ki, Dr. B. bir gün odasında bir 'beyin humması' yaşayıp hastaneye kaldırılır. Hastanede yattığı dönemde Hitler tüm Avusturya'yı ele geçirdiği için, onu tekrar esir almazlar ve ülkeyi terk etme karşılığında özgür bırakırlar.

Düz bir anlatımla özet geçtiğim bu hikayede sembolizmi çok iyi kullanıyor Zweig. Amerika'dan Brezilya'ya giden yolcu vapurunda karşılaştığı dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, soğukkanlılığı, öfke kontrolü, manipülasyon yeteneği, yıpratma stratejisi, kuralcılığı ve tüm ilkelliğiyle aslında Nazi sistemini temsil ederken, maruz kaldığı işkence sonrası kişiliği ikiye bölünen Dr. B. ise hümanizmi simgelemektedir.

Çok ayrıntılı psikolojik çözümlemelerin bulunduğu, satranç ve politika gibi birbiriyle alakasız gibi görünen iki konunun kusursuzca nasıl harmanlanabildiğini görmek için mutlaka okuyun bu kitabı, hele ki kendi kendine savaşan ve ölümünün kendi kendiyle girdiği mücadeleden olacağını düşünen biriyseniz... 


12 Kasım, 2013

"memnuniyetim artar belki

 devam edersem ama şimdi

 umudum yok ve yorgunum"


"Ekmek Arası" ile başlayan Charles Bukowski yolculuğuma, "Kahramanın Yokluğu" ile devam etmek istedim. Alkım'da elim yine Bukowski kitaplarına gittiğinde, arka kapak yazısından en çok etkilendiğim bu olduğu için tercih ettim kitabı. Oldukça iddialı, direkt ve aslında 'gerçek'ti arka kapakta okuduklarım.
"İzahı güç."
"Kahramanın Yokluğu" Bukowski'nin  ölümünden sonra kitaplaştırılmış deneme ve hikayelerinden oluşuyor. Aşka, tutkuya, şiire, edebiyata ve tabii ki alkole bol miktarda yer var bu kitapta. 
Bu deneme ve hikayelerde, Bukowski şiiri ve yazıyı 'dolaptan tıraş bıçağını aldığımızda onu gırtlağımıza saplamaktansa onunla dikkatlice sakalımızı kesmemizi sağlayan', aklımızı kaçırmamızı engelleyecek tek şey olarak görüyor ve ancak bu duruma geldiysek yazarlığı bize tavsiye ediyor.
Kira, yemek, iş gibi hiçbir derdi olmayan aptal ördekler gibi olmak istiyor bazen, çünkü çok yorgun; "Sözcükleri sen döşe; ben yorgunum." diyebilecek kadar yorgun. Bu noktada belki alakasız olacak ama, yorgun olsam da olmasam içimde hep var olan kedi olma isteği güçlü bir şekilde yeniden beliriyor. Ev kedisi ya da sokak kedisi fark etmiyor; seni seven ve besleyen birileri elbet çıkıyor ve onlar sana sadece senin istediğin kadar yaklaşabiliyorlar. İşte bu yüzden sıklıkla kedi olmak isterim ben. Neyse, konumuz şu anda bu değil. 
Hiçbir şey istememe mertebesine geldiğim zamanlara denk geldiğinde Bukowski benim için bir yandan tehlikeli bir yandan da ilham verici olabiliyor. Garip bir ortak çizgide yürüdüğümü hissediyorum onunla birlikte "yüreğim kendi midesini kusuyor". Okurken ben de onun gibi intiharın "düşünen insanın başvurduğu bir yöntem" olduğuna karar veriyorum. Aşk pek çok olabilse de intihar tek oluyor ve bu yüzden Bukowksi intiharı daha asil buluyor. Haklı bence. Ama cesaret istiyor. Hiç doğmamış olmak daha kolay ve tercih edilebilir sanki.  
Çok karanlık gibi gözükse de aslında bir yandan da eğlenceli yazılar yer alıyor "Kahramanın Yokluğu"nda. Ama yine de bence Bukowski'ye yeni başlayacaklar için  ilk üçte değil de sonlarda okunması daha uygun olacaktır.
Kitaba adını veren "Kahramanın Yokluğu"ndan bir kısımla sonlandırmak istiyorum bu kısa sayılabilecek yazımı:
"Hüzün. Hüzün o kadar büyük ki, başka bir şeye dönüşür - bir bardağa örneğin. Hüzün bir şeydir, delilik başka bir şey. Bu yüzden odana gider, kıçındaki boku siler ve delirmeye karar verirsin."

Beni tanıyanlara not: Korkmayın, iyiyim. En azından idare edebiliyorum. :)

30 Eylül, 2013

"Başka birine güvenmekte hesap yoktu, iş yoktu insanlarda."
         Sert bir kitap "Ekmek Arası"; gerçekler kadar, hayat kadar sert. Onu bu derece çarpıcı yapan da acıtan, iliklerimize kadar hissettiğimiz bu sertliği ve direktliği aslında.

         Charles Bukowski'nin hayatından kesitler sunduğu "Ekmek Arası"nda, 'mutlu görünen, gülen, konuşan' insanlarla kurmak zorunda kaldığımız tuhaf, güvensiz ilişkileri görüyoruz. Maddi durumumuz iyi değilse, yeterince sevgi görmediysek, hele bir de suratımızda geçmek bilmeyen iri sivilcelerimiz varsa, okuldaki oyunlara dahil edilmenin, kızlar tarafından beğenilmenin, anne-babaya-öğretmenlere kendimizi kabul ettirmenin, kısacası hayata tutunmanın ne kadar zor olduğunu okuyoruz. Hayatla girilen büyük ve acımasız kavgada; patlayan dudaklardan, açılan kaşlardan, akan oluk gibi kandan, şiddeti hissediyoruz suratımızda. Birileri bize çirkin olduğumuzu söylemiştir ve o zamandan beri 'gölgeyi güneşe, karanlığı ışığa yeğler' olmuşuzdur işte. Belki de tutunmak istediğimiz, bir parçası olmayı arzu ettiğimiz ama bir türlü kuralına uygun bir şekilde yaşamayı beceremediğimiz bu hayatta; fiziksel üstünlüğü, gücü ve şiddeti, ayakta kalmanın, kendini kabul ettirmenin tek yolu olarak görüyoruz çaresizlikle.
Geleceğime baktığımda gördüklerim hiç iç açıcı değildi.

         Bunca sertlik ve acımasızlık içinde 'şey'lerden duyduğumuz korku gidiyor bizden önce, sonra da öfkemiz. Ama o şeyleri kabullendiğimiz için olmuyor bu. Kabullenemiyoruz, sadece iğreniyoruz; hem başımıza böyle şeyler geldiği için kendimizden hem de başımıza gelmesine sebep veren her ne ise, ondan iğreniyoruz. Ama yine de 'kimseyi aldatmayan ahmaklar'ın bağışlanabilir olduğunu okuyoruz; asıl 'aldatanlar üzüyor' ya insanı.
         Seçimlerimizi 'hep kötü ile daha kötü arasında' yapmak zorunda olduğumuzu görüyor ve biliyoruz ki, seçimimiz ne olursa olsun bir parçamız daha gidiyor bizden en sonunda. Mutlu olmayı asla beceremiyor ve "mutsuz olamayacak kadar bedbaht" hissediyoruz kendimizi. Ancak gücümüz o kadar yok ki, intihar bile çaba gerektirdiğinden yapamıyoruz. "Beş yıl uyumak" ya da kaçıp 'hiçbir şey yapmak zorunda olmadığımız bir yer'e saklanmak istiyoruz. Rahatsız edilmediğimiz, bizden herhangi bir şey yapmamızın istenmediği, bir şeylere alışmak, bir şeyleri kabul etmek, birilerine hesap vermek, kendimizi dezavantajlı hissetmek zorunda olmadığımız, mücadele gerektirmeyen bir yerlere saklanmak...  
          Kim bilir, belki sevilmektir aslında şu hayatta tek ihtiyacımız olan. Bizi olduğumuz gibi kabul edip, bıkmadan ve bırakmadan sevecek biri(leri) tarafından sevilmek...