29 Aralık, 2013

Murat Uyurkulak'tan "Öteki"ne Dair 


 Bazı romanlar vardır; iltimas ister. Bazı romanların buna hiç ihtiyacı yoktur, varlıkları anlatmaya yeter dertlerini. Bir kısım başka roman ise ne yaparsanız yapın hiç bir işe yaramaz, etkisizdir sadece okuyup geçersiniz. Ben bugün övgüye hiç gerek olmayan iki romanı ele alacağım.  

 Benim için bir romanın, öykünün, denemenin bir derdi olmalı; hayatla ilgili kaygıları olmalı, diyecek bir şeyleri olmalı. Murat Uyurkulak bir yazar olarak şu ana kadarki tüm eserlerinde beklentilerimi fazlasıyla gerçekleştirmiş bir insan. Hayatla, iktidarla, insan olamanın yeterlilikleri ve sınırlarıyla, öteki olmakla ilgili söyleyecek sözleri var. Bir İntikam Romanı alt başlığıyla Tol (2002) ve Bir Kıyamet Romanı alt başlığı ile Har (2006) bu dertleri gayet yerinde tespitlerle yüzünüze vuruyor. Her iki roman da Metis Yayınları tarafından yayımlanmış.

 Yazar Murat Uyurkulak'tan kısaca bahsetmek gerekirse kendisi 1972 doğumlu ve çevirmen. Kendisi ile ilgili daha fazla bilgi vermiyor, gerek de görmüyor sanırım. Şu ana kadar yayımlanmış üç kitabı bulunmakta. Bu yazıda ele alacağım Tol, Har ve 2011 yılında yayımlanan Bazuka. Ben de, nedense, bu kadarına razıyım. 

 Her iki romanı tek tek ele almadan önce her iki romanda da ortak olan bir noktadan bahsetmek istiyorum; "öteki". Bir tanımsız 'normal'in dışında ne varsa hepsini 'öteki' torbasına sıkıştırıp hayatımızdan atma peşindeyiz; kadınlar, eşcinseller, transseksüeller, travestiler, deliler, delirttiklerimiz, evsizler, işsizler, cahiller, Kürtler, Rumlar, Ermeniler, engelliler.. kısacası 'biz'den sayılmayan herkes. Murat Uyurkulak da romanlarında bu dışarı atılmış 'öteki'nin yanında yer almakta. Yukarıdan bakan bir kibirle el vermek değil bu, yatay, samimi bir halleşme. Zaten her iki romanı bu kadar hakiki, bu kadar vazgeçilmez kılan da bu unsur bana göre. 

Şimdi gelelim kitaplara;

TOL - Bir İntikam Romanı
"Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi."


 Şu ana kadar okuduğum yerli romanlar arasında ihtilafsız en iyi ilk cümleye sahip kitap. Kürtçe intikam, öç, orospu anlamlarına gelen tol romanın ruhuna uygun seçilmiş kelime. 1950'lerden günümüze doğru gayri resmi tarihimize gerçekçi bir bakışla bakıp bize de görmekten kaçındıklarımızın acı tablosunu sunuyor. 

 Kısa bir özetini vermek zor bu romanın çünkü çok katmanlı ve iç içe pek çok hikaye bulunmakta. Hiç bir hikaye özetle geçilebilecek kadar basit ya da önemsiz değil o nedenle sadece genel bir çerçeve çizmekle yetineceğim. 
"Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan yarıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım." diyen Yusuf bir musahhihtir. Babasını tanımayan, annesi o ilkokula başladığında intihar eden yetiştirme yurdunda büyümüş hayata karşı düşünceli ve bir o kadar da öfkeli insandır. Roman onun peşini bir türlü bırakmayan yeşil dosyası yüzünden işinden kovulması ile başlar. Birden onu ve Şair'i bir trende yolculuk ederken buluruz. Ve asıl romana girişimiz burada başlar. Şair, Yusuf'u babasıyla tanıştırır adeta. Yolculuk boyunca ona okuması için çeşitli kişilerce yazılmış hikayeler verir, bunlardan bazıları Şair'in hayatına aittir, bazıları ise Yusuf'un babası Oğuz'a. Ama sadece onlar yoktur anlatılanlarda. Bu memlekette kendince bir şeyler yapmaya çalışan insanların başına gelenler vardır. Devrim isteyen, hak isteyen, adalet isteyen ve bunun için çalışan insanların acıları, sıkıntıları, görmezden gelinmeleri, uğradıkları işkenceler ve delirmeleri vardır. Hiç biri doğuştan saf ve iyi değildir elbette ki, zaten romanı hakiki yapan da budur. Onların da pürüzleri vardır ama onları delirten kendi pürüzleri değildir. Hak mücadelesi verirken yaşadıkları zorluklar ve işkencedir. Kitap "Bir ihtimal olduğunda, devrim ne kadar da güzel" diyerek biter.

 Tol'u ilk okuduğumda Gezi sürecini yaşamaktaydık ve romanın ilk cümlesi beni "acaba hala bir ihtimal var mı?" diye düşünmeye sürüklemişti. Bu düşüncelerle romanı hızla okudum. Zaten sizi saran ve kendiliğinden akan bir dil var bu romanda. Edebiyatın yüksek ve arınmış dili yok, sokağın dili var; küfür, argo tabirler çekinmeden kullanılmış. Normalde yanımda bu tarz konuşulsa rahatsız olurdum ama bu hikayeler başka türlü anlatılamazdı ve anlatılmamalıydı da. Yalnız belirtmeden geçmek istemem, o küfürlerin gücü bile romanın şiir tadına gölge düşürmemiş. Cümleler o kadar ustalıkla kurulmuş, kurgu o kadar güzel yapılmış ki bunun bir ilk roman olduğuna inanmak çok zor oluyor. Dört senede türlü zorluklar ve 'git-gel'lerle yazılmış. İyi ki de yazılmış dedirtiyor.

" Hayat bana onurumu geri ver. Hayat bana erkekliğimi, kadınlığımı ve hayvanlığımı geri ver. Hayat bana Esmer'imi de, Ada'mı da, tepemi de geri ver. Hayat bana kurşunlarımı geri ver.."

HAR - Bir Kıyamet Romanı

"...öyle böyle değil, çok netameli, pek hassas bir yerdir. Herkesin bin türlü takıntısı, çeşit çeşit sapıklığı, ruhundan söküp atamadığı kötü hatıraları vardır. Tarihini hatırlasa infilak edecek bir ülkedir." 

Har, Murat Uyurkulak'ın 2006 yılında yayımlanan ikinci romanı. Yan taraftaki arka kapağından anlaşılacağı üzere Netamiye adlı bir ülkede geçiyor. Natamiye'de Netamlar, Xırbolar, Topikler, Cacikler, Çingolar birlikte yaşamaktadır. Netamlar ve Xırbolar arasında bir savaş vardır ve bu savaş yüzünden yuvası dağılan, bedeni dağılan, ölen, 'yamulan' insanlar vardır. Aslında çok tanıdık bir hikayedir bu. Bize uzak ya da yabancı değildir. Günümüzün "fantastik" versiyonu. 19 Şubat 2006 yılında Gündem için Orhan Güneşdoğmuş'un Uyurkulak ile gerçekleştirdiği röportajda Uyurkulak bu "fantastik"lik için şöyle demiştir;


"Netamiye dediğiniz ülke, çağrışımlarıyla vs... aslında Türkiye. Türkiye'yi ve son yirmi yıldır yaşanan 'iç savaşı' anlatmak için neden fantastik bir kurguya ihtiyaç duydun?

Bence benim kurgum fantastik değil. Har ziyadesiyle 'gerçek' bir metin. Fantastik olan, Netamiye'nin kendisi. On iki yaşındaki çocukların on üç kurşunla öldürülüp 'terörist' damgası yediği, vicdanları gereği savaşmayı reddeden bir avuç insanın zindanlarda çürütüldüğü, tek kuruş rüşvet almadan görevini yapan memurlar meydanlarda coplanırken, katillerin ve hırsızların kahraman sayıldığı bir ülke, fantazyanın ta kendisi değil de nedir? Ben Har'da olsa olsa, bu acayip fantazyayı bir tür 'hakikat' düzlemine çekmeye çalışmış olabilirim.
       Ama, simgelerin, şifrelerin, dolayımların yoğun kullanımından söz ediyorsan, henüz acısı taze olan yaraları anlatmak doğrudanlığı kaldırmıyor pek fazla. Doğrudanlık, insanı bir yerde mecalsiz bırakıyor. Dahası 'edebiyat parçalamak'tan çekiniyor insan. Böyle bir durum var..." der. Bence haklıdır da.


Roman iki katmandan oluşur bir katmanda Netamiye'de yaşayan bir Netam olan Numune'nin, Onüç'ün, Otuzbeş'in ve yamukların hikayesi; bir diğer katmanda ise; kıyamet öncesi bir "seçilmiş" bulmayı umudeden meleklerin hikayesi.  Roman 'bab'lar halinde 16'dan geri sayılarak yazılmış. Her bölümün başında Uyurkulak tarafından "uydurulmuş" bir ağıt var. Bu ağıtlar ve ağıtların ait olduğu yöre o bölümle ilişki içerinde. Askerlikteki gibi 'terkip' ile başlayıp 'terhis' ile son buluyor. 

Roman iki kişiye ithaf edilmiş; bunlardan biri on iki yaşında on üç kurşunla 'terörist' diyerek öldürülen Uğur Kaymaz diğeri ise; 24 Aralık 1997 yılında Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi 2. sınıfta öğrenciyken okul tuvaletinde asılı olarak bulunan Ali Serkan Eroğlu. İntihar süsü verilmeye çalışılmıştır failleri halen bulunmamıştır. Aslında bu iki isme bakarak da romanın derdini az çok tahmin etmek mümkündür.

Uyurkulak her iki romanında da üstten bir anlatıma girmez. İnsan hikayeleriyle anlatır, görülmek istemenmeyen bu nedenle de görülmeyen insanları konuşturur. Har'da 'Hakikat' kitabını yazmak için Somyamuk'un karşısına oturan tüm yamuklar nasıl 'yamul'duklarını anlatırlar. Bunlar bir açıdan kayıt dışı sözlü tarih gibidir bildiğimiz hiç bir tarih kitabı 'o sırada orada yaşayan insan' ne çekti, ne yaşadı ile ilgilenmez. Ama Uyurkulak onları anlatmıştır. Benim şahsi kanaatimce kapitalizm ve ondan türeyen türlü belalar nedeniyle 'insan' unutulmuştur. Her dönemde filler tepişmiş olan güçsüz ve iktidarsız olan sade insana olmuştur. Bu açıdan bakıldığında şu an günümüz Türkiye'sinde de farklı bir şey yaşanmamaktadır. 

Har ile ilgili yorumumu yine Har'dan bir parça ile tamamlamak istiyorum:

"Palaskalı her Netam'ın yanında poşulu bir Xırbo var
Onüç çenesini sıvazlayıp soruyor:
    'Niye çift çift iniyor bunlar?'
    Tefail yanıtlıyor:
    'Onlar kardeştirler, ayrılmazlar...'
    Bu kez Sonyamuk salağı, kalemini dişleyerek soruyor:
    'Ya ayrılırlarsa?'
    Tefail bir puro yakıp kederle gülüyor.
    'Olsun' diyor, 'yine de kardeştirler.

Romanlardan daha da uzaklaşmadan toparlamak gerekirse; dil ve anlatım bakımından Tol ve Har kesinlikle sizi edebi olarak tatmin edecektir. Kurgu ve hikayenin ele alınışı açısından da zor olmasına rağmen zihninizi çalıştıracak ve sizi kesinlikle etkilecektir. Ele alınan konular açısındansa yer gelecek yumruk yemişten beter edecek, yer gelecek sinirden güldürecek, an gelecek için için ağlatacak yani sonuçta size dokunacaktır. Farklı bir açıdan 'tarih' okuması için tavsiye ederim.

Bitirmeden önce Murat Uyurkulak'ın Ot Dergi'nin Ekim 2013 sayısında Rewhat tarafından çizilen "Çizgilerle Murat Uyurkulak Romanlarından Parçalar" köşesinde yayımlanan ve Aralık ayındaki sayıda da takvim olarak hediye edilen çizgilerle baş başa bırakıyorum. 


28 Aralık, 2013


                                   Bir Peri Masalı?

George Orwell dendiğinde akıllara gelen ilk kitabın 1984 olduğuna eminim. Ama bu hafta ne yazmalıyım diye düşündüğümde ve aklıma George Orwell geldiğinde, Hayvan Çiftliği’nin içinde bulunduğumuz süreçte bize daha fazla şey söyleyebileceğine kanaat getirdim.

Hayvan Çiftliği, Can Yayınları
Hayvan Çiftliği’ni ilk kez Rus Tarihi ve Siyaseti dersi için okumuştum. Romandaki hayvan karakterleri Rus/Sovyet tarihine göre tahlil etmiş, domuz Napoleon (Stalin) ve Snowball (Trotsky) arasındaki farklara bakmış, at Boxer’ın (işçi sınıfı) koşullarının devrimden sonra da ne kadar az değiştiğine hayret etmiştim. (Bu kısım tarihçiler tarafından tartışılabilir, kesin bir yargıdan kaçınıyorum). Bu hafta kitaba yeniden bakarken ise, meseleyi Sovyetler Birliği’nden çıkarıp, içinde yaşadığım topluma uyarladım. Karakterler birebir oturmadı belki ama düşüncelerim daha çok “güç” denen şeyin ne kadar kötüye kullanılabileceğine odaklandı. Peri masalındaki soru işaretim de işte bunadır…

Evet, bu uzunca girizgâhtan sonra adet olduğu üzere kitaptan bahsedeyim. Hayvan Çiftliği, Orwell’in fabl türünde yazdığı kısa bir roman.  Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, çiftliğin sahibi Mr. Jones’a karşı ayaklanıp- ki Mr. Jones hikâyede Rus Çarı’nı temsil eder-bir devrim gerçekleştirirler. Bundan sonra çiftliği hayvanlar kendileri yönetecektir. Sonraki düzen için 7 maddelik bir “anayasa” hazırlanır ve o güne kadar ezilen hayvanlar bundan sonra bu 7 maddenin ışığında kardeşçe ve sömürülmeden yaşayacaklarına inanırlar. 7 Emir şöyledir: İki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin, dört ayak üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin, hiçbir hayvan giysi giymeyecek, yatakta yatmayacak, içki içmeyecek, başka bir hayvanı öldürmeyecektir. Ve son olarak, bütün hayvanlar eşittir.

Her şey ilk başlarda güzelce ilerlerken, zekaları ile çiftliğin beyin takımını oluşturan domuzlardan Napoleon rakibi olarak gördüğü Snowball’u ortadan kaldırır. Hikâyenin bundan sonraki kısmında şahit olduğumuz şey, yukarıda bahsettiğimiz 7 emirin Napoleon tarafından tek tek çiğnenmesidir. Yarattığı saldırgan köpeklerle (polisi temsil eder) çiftliğin diğer hayvanlarını korkutarak onların kendisine karşı çıkmasını önlerken, hikâyede sansürcü ve propagandacı medyayı temsil eden Squealer isimli domuz ile de çiğnediği her maddeyi kılıfına uydurur. Hikâyenin sonunda Napoleon giysi giyen, yatakta uyuyan, başka hayvanları öldüren, insanlarla ticaret ilişkisi kuran, işçi sınıfı çalışırken kendisi çiftlikten çıkmayan, diğer hayvanlar açken, kendisi 150 kilo olmuş semirmiş bir domuz olmuştur. Sistem o kadar kötüye kullanılmıştır ki, “bütün hayvanlar eşittir” maddesi, “bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir”e dönüşmüştür. İşin en acıklı kısmı da, hikâyenin sonuna kadar yılmadan çalışan ve “Napoleon ne derse haklıdır”ı bir yaşam şiarı haline getiren at Boxer’in, hastalanınca emekli edilmek yerine, bir at kasabına gönderilmesidir!

Aslında okurken ne düşündüğümü belirttiğime göre çok fazla yorum yapmama da gerek kalmadı sanırım ama yine de diyeceğim. Ezilenin sesi olmaya çalıştığını iddia ederken semirmek, o ezilenle artık hiçbir bağının kalmaması ve gücü tamamen kötüye kullanmak Orwell’in Hayvan Çiftliği’ne ait bir şey değil. Nitekim, hepimiz birer Hayvan Çiftliği mensubuyuz. Asıl mesele, sonunda at kasabına gidecek Boxer olmayı mı tercih ettiğimiz yoksa leş kokan düzene hayır demeyi yeğleyecek başka bir karakter mi olacağımızdır…

Aşağıda 1954 yapımı bir Hayvan Çiftliği çizgi filmini de bulabilirsiniz. Kendim seyretmediğim için hakkında yorum yapmam doğru olmaz… Ama ille de okumam seyrederim diyenlerdenseniz, belki bunu deneyebilirsiniz…

Düşünmeniz bol olsun.






22 Aralık, 2013

"Anneee, ben sokaktayım!"        

          "Doksanlar" dendiğinde içim sıcacık olur, heyecanlanırım, özlem duyarım o günlerime. Saatlerce konuşabilirim doksanlar hakkında. Çocukluğumu doyasıya yaşadığım, oyunlar oynadığım, hayaller kurduğum, dış dünyadan bihaber, kendi dünyamda yaşadığım zamanlardı. Dünyayı kendi kafamın içinde yaşamak, 'çekirdek' çevremi kendi kafama göre belirlemek, sanırım o zamanlarımdan yadigar bana. Eve girme zamanının geldiğini gösteren akşam ezanı dışında herhangi bir sınırım yoktu ki hiç, eve girdikten sonra da devam ederdi zaten oyun. Yaralarımla da daha kolay baş edebiliyordum; çünkü sadece diz yaralarım vardı o zamanlar. Sokakların, oyunların ve arada kabuğunu kaldırıp tekrar kanattığım yaralarımın hepsi benimdi. Belki de, büyüdükçe bana dayatılan, beni sınırlandırmaya çalışan sosyal/fiziksel çevreye ve zor iyileşen yaralarıma olan isyanım bu yüzdendir. "Büyüdüm, elbette büyüdüm ama o 'durdum ben' diyen tarafım doksanlarda kaldı galiba." 

Doksanlar benim için bu kadar anlamlı ve önemliyken, Kadir Aydemir'in derlediği Yitik Ülke Yayınları tarafından basılan "90'lar Kitabı: Çocuk mu Genç mi?" isimli kitabı alıp okumamam imkansızdı. Kitabın içinde 111 yazarın yazısı bulunuyor. Her biri, doksanların kendisi için hissettirdiklerini, hatırlattıklarını yazmış. Kimisinin ilk gençlik yıllarıymış, kimi benim gibi daha çocukmuş, kimiyse yeni çıkan sivilceleriyle ergenlik dönemindeymiş. Sokakta taso oynayan birisine babasının öldüğünü söylemişler, bir diğeri ise okumayı öğrendiğini televizyonda Turgut Özal'ın öldüğünü söyleyen son dakika yazısını okurken fark etmiş. Biri Alf'i anlatmış uzun uzun bir diğeri ise evde arkadaşlarıyla yaptığı dans yarışmasında yaptığı Yoncimik dansını. Biri Kurt Cobain demiş, diğeri sanal bebek...

         Doksanlarda henüz çocuk olanlar Susam Sokağı, mavi okul önlüğü, leblebi tozu, Tombi, meybuz, Barış Abi, Şirinler, salça ekmek, yakar top, saklambaç, yerden yüksek, misket, taso, Turbo sakız, Sindy/Barbie bebek, Super Mario, BMX bisiklet, Tetris, sinek ilacı arabasının peşinden koşmak, Hugo, kupon biriktirerek alınan ansiklopediler, kırılmaz mavi Acropol takımlar, maketler, kağıttan kıyafet giydirilen bebekler, bize dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlayan Tsubasa, Macarena dansı, Yonca Evcimik, Harun Kolçak, Burak Kut ve Kenan Doğulu'dan bahsederken; yaşları biraz daha büyük olanlar Uğur Mumcu suikastı, Metin Göktepe'nin öldürülmesi, Madımak katliamı, Zonguldak'taki grizu patlaması, Bosna saldırısı, Körfez Savaşı, YÖK Protestosu ve Tansu Çiller'den bahsetmiş. İlk grup doksanları saflık, temizlik, çocukluk olarak yorumlarken, ikinci grup ise doksanları daha karanlık taraflarıyla hatırlamış.

          Hatırlananlar ve hissedilenler farklı olsa da, aslında anıların birçoğu ortak ve doksanlara ait hemen her şeyden bahsedilmiş bu kitapta. Fonda doksanlar Türkçe pop, kalbimde ve aklımda anılarımla okudum kitabı. Oldukça da keyif aldım. Bu yazıyı da yüzümde hafif bir gülümseme ve bolca özlemle yazıyorum. Çocukluğumu sokakta ve doyasıya yaşadığımdan olsa gerek, özellikle doksanların ilk yarısını mutlu ve umutlu yıllar olarak hatırlarım. Hayat sokaktaydı ve benim birçok oyun arkadaşım vardı. 

Hazine kutumdan bir parça.
(Zerrin Özer'in albüm kartonetindeki bu mektubu
sadece bana yazdığını düşünmüştüm.)
       Evin arkasındaki parkta Çokoprens kaplarını birbirine sürtünce çıkan simleri yüzüme sürdüm, kiremitleri kırıp tükürüğümle karıştırarak kına yaktım ellerime, boş arsada top oynadım, hıdrellezde yakılan ateşin üstünden atladım, oyun arasında bakkala gönderilince ne alacağımı unutup Kemal bakkala elimdeki parayı gösterip "bununla ne olur?" diye sordum. Lastik atlamada çok iyiydim, bazen yaramazlık yapıp bir arsada akşam ezanından sonra boş cam şişeleri duvara vura vura kırdığım da oldu. Annemin beni korkuyla sokak sokak arayıp arsada şişe kırarken bulduktan sonraki 2 gün sokağa çıkma yasağı verdiğini hiç unutmam. Anneme yaşattığım şoklardan sadece biriydi bu. Bu olaydan bir süre sonra da mahallede açık süt satan amcanın kamyonuna binip megafonla "Sütçü geldi, sütçüü!" diye bağırıp neredeyse annemin kalbine indirecektim. Ergenliğe doğru adımlarımı attığım doksanların ikinci yarısında ilk aşık olduğum şarkıcı ne Burak Kut ne de Tarkan'dı, Yaşar Gaga'yı sevmiştim ben; o kadar ki, belki bir ihtimal okur diye, ona oldukça duygusal bir mektup bile yazmıştım. Birçok kişiyle mektuplaşırdım zaten o zamanlar. Yazmanın hisleri aktarmadaki önemini de o yıllarda öğrenmiştim. Babamın Sirkeci'den alıp getirdiği kasetleri dinlemek, o şarkılara eşlik etmek, ses kaydetmek, hüzünlü şarkılarda depresyondan depresyona koşup (bu anlamda Zerrin Özer'in "Sevildiğini Bil" albümünün yeri hala ayrıdır. Bence bulup mutlaka dinlemelisiniz.), hareketlilerde çılgınca dans etmek de rutinlerim arasındaydı. Kitapta bahsedilen tüm çizgi filmlere ek olarak "Şeker Kız Candy" desem size? İmkansız aşklara verilebilecek en güzel örnektir oradaki Terry'e olan aşkım.
          Daha uzatmamalıyım sanırım, yoksa sayfalar sürecek bu yazı. Tetriste hala uzun çubuğu bekleyen ve "Sevdim, güldüm ve ağladım..." diyen herkese tavsiye ettiğim bir kitap "90'lar Kitabı". Madem Yaşar Gaga dedim, onun bir şarkısıyla bitireyim yazımı: "Gel, benim o gizli bahçemde bilinmeyen sazlar çalınır, mis amber kokuları salınır..."




21 Aralık, 2013


Hiç okumadıysanız bile bazı kitaplar ile hep bir yerlerde bir şekilde karşılaşırsınız ama hiç tanışma fırsatı bulamazsınız. Çavdar Tarlasında Çocuklar da benim için öyle. Sonunda okuma fırsatı buldum. Biraz geç kalmış gibi hissettim ama bu Cumartesi yazımız benim gibi geç tanışanlar için olsun!


Çavdar Tarlasında Çocuklar, Çoşkun Yerli’nin çevirisini yaptığı Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan J.D. Salinger’ın ilk ve tek romanı. Belki bir kısmınız yazar ile kitabın ilk çevirisi olan Gönülçelen’de tanışmışsınızdır. İnternette hangi çevirisi daha iyi tadında karşılaştırmaları çokça mevcut ve Gönülçelen’i okumadığım için buna çok değinemeyeceğim. Ama bence hali hazırda çevirisi pek de kolay olmayan bir kitap. Bir şekilde çeviri olduğu gerçeği kitaptaki Amerikan kültürüne has tabirler ve argo kelimeler nedeniyle kendini belli ediyor. Ancak bu rahatsız edecek boyutta değil. Zaten kitabın kendine has dili ve anlatımı gözü kapalı ayırt edebileceğiniz bir imzaya dönüşmüş.

"Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz, ama ben pek anlatmak istemiyorum. Her şeyden önce, ben bu zımbırtılardan sıkılıyorum. Sonra, onlarla ilgili en ufak bir söz etsem, bizimkilere inmeler iner."

Daha ilk cümlesinde ben senin ne istediğini tahmin ediyorum ‘bilmişliği’ ile okuyucuyla arasında bir mesafe koyan ve sonrasında ise tüm samimiyetiyle sizi kendi dünyasına alarak bunu kıran bir karakter Holden Caulfield. Farkındalığı yüksek, çevresinin ve insanların davranışlarını sürekli sorgulayan, anlamlar yükleyen ve sonra o anlamları eleştiren, büyüme sancıları içinde bir çocuk.

Kitap, kaldığı yatılı okuldan kovulan Holden Caulfield’ın 1949 yılının tam bu zamanlarında yani Noel’e üç gün kala yaşadıklarını anlatır. Öncesinde de başka yatılı okullardan atıldığı için bu sefer ailesinin yanına dönmek ve onlarla yüzleşmek konusunda sıkıntı çeker. Bu süreç içinde büyüdüğü şehir olan New York’ ta kendi başına bir otelde kalır. Eski arkadaşlarıyla buluşur, zaman öldürür ve yeni insanlar ile tanışır. 

Bütün bunlar olurken yazar bizi Holden ile bir odada baş başa bırakır ve bir de bakmışsınız kapıyı üzerinize kilitlemiş. Ve Holden size anlatmaya başlar… Yaşıtlarının önemli bulduğu ve olmaya çalıştığı her şeyi içine sindiremez. Samimi bulmaz, birçoğu 'poz kesiyor'dur. Onlardan farklı olduğunun ve düşündüğünün farkındadır. Bir yandan kendini bu açıdan özel hisseder ama bir yandan da bundan dolayı yalnızdır ve içten içe huzursuzluk hisseder. En samimi halini küçüklüğüne dair anlattığı anılarda buluruz. Kardeşlerinden bahsedişini ve küçükken gittiği yerler ile ilgili tasvirlerini okurken Holden’ın bir tür yetkişkin Araf’ında kaldığını anlarsınız. Aslında kitap size Holden üzerinden toplumda insanlara gösterdiğimiz yüzümüz ile aslında olduğumuz arasındaki çekişmeyi hissettirir. Yazar bunu yaparken ise toplumdaki yüzümüzü şekillendiren ailevi, ahlaki ve toplumsal değerler gibi noktalara dokundurur. Ama bunu sadece Holden’ın ağzından yaptığı tespitler ile sınırlı tutar. O yüzden belki sadece bir nevi aforizma boyutunda kalır. Bilirsiniz ki Holden bu Araf’tan çıkacaktır ve içindeki -gerçek ben- i kuytu bir köşeye bırakacak ve kalabalığa karışacaktır. Arada huzursuz hissedecektir ama asla New York’ta kendi başına geçirdiği günlerde olduğu gibi kendine karşı dürüst olamayacaktır.

                 
                                       Salinger II. Dünya Savaşı sırasında roman üzerine çalışırken...

Yazardan biraz daha bahsetmek gerekirse Salinger kendisinden çok kitabının öne çıkmasına çalışmış ve kendisini de bir o kadar gizemli tutmaya özen göstermiş. Umut Sarıkaya’nın da bununla ilgili nokta atışı bir mizahi eleştirisi olmuş:



Geçen haftalarda yazarın basılmamış 3 öyküsü internete sızmıştı. Yazarın vasiyetine göre ölümünden 50 yıl sonra bu öykülerin basımına izin verilmiş ki bu 2060 yılını buluyor. O zamana medeniyet adına dünyada ne kalır bilinmez ama galiba bir okuyucusu daha fazla beklemeye dayanamayıp internete sızdırmış.Öykülerin bazılarının Çavdar Tarlasında Çocuklar’a hazırlık olarak yazıldığı düşünülüyor. Salinger'ın yıllardır özen gösterdiği mahremiyetinin böylece yerle bir olması çağımızın acımasızlığı olsa gerek.  


15 Aralık, 2013


Bugün hayattaysak eğer, soyağacımızdan birileri “Ya o ya ben!” dediği için değil miydi?
Kitap okumayı tutku haline getirmiş insanlar için farklı bağları olduğunu düşündükleri bazı yazarlar vardır. Benim de çok sevdiğim ve popüler hale gelmeden önce naçizane farkına varmakla övündüğüm üç yazar var: Ahmet Ümit, Hakan Günday ve Amin Maalouf. Ahmet Ümit’in iki kitabını blogta yazarak (Patasana ve Beyoğlu’nun En Güzel Abisi) vefamı sergilemiş olduğumu düşünüyorum. Şimdi sıra Ahmet Ümit ile aynı zamanlarda son kitabını çıkartmış Hakan Günday’a geldi. Aslında Ahmet Ümit'te olduğu gibi Hakan Günday’ın da ilk okuduğum kitabı "Kinyas ve Kayra"nın her zaman en sevdiğim kitabı olacağını düşünüyordum ancak “Daha” bu fikrimi değiştirmeme sebep oldu.
Kitap  Rimbaud’un “Dayanılmaz tek şey, hiçbir şeyin dayanılmaz olmamasıdır” cümlesiyle başlıyor. Bu cümlenin aslında bütün hikaye boyunca yol gösterici olduğunu kitabı bitirdiğimde anladım. Kitabın ana konusu Gazâ’nın tabiri caize dehşetengiz öyküsü. Bir yerde olayların çözülüp normal bir seyre girmesini beklerken, bu kitapta hikaye gerilimi tırmanarak artıyor ve dehşet sınırlarını zorluyor.
Kitabın ana akışında dört önemli dönem var, bunlar İtalyan resmindeki teknik terimlerle tanımlanmış ve Gazâ’nın hikayesine dair ipuçları veriyor. İlk kısım olan “sfumato”nun anlamı, renk ve tonların karışması. Aydınlıktan karanlığa geçiş tıpkı Gazâ’nın hayatı gibi. Afganistan’dan Avrupa’ya kaçak göçmen yollarının üzerinde babası ile bağlantı noktalarından bir tanesi Gazâ. İsmi de göçmenlerin bildiği tek kelime olan “Daha”dan geliyor, aynı zamanda “Daha” Gazâ’nın babasının ismi olan Ahad’ın da tersten okunuşu. 9 yaşındaki bir çocuğun “İnsanın kullandığı ilk alet, başka bir insandır” cümlesini nasıl içselleştirdiğini okuyoruz bu satırlarda. Güç olgusunun nasıl kullanıldığını, bir insanın diğer insan üzerinde nasıl tahakküm kurduğunu daha iyi anlıyoruz. Kitapta dendiği gibi “Tabii eğer ortada bir ölüm korkusu varsa, elbet ölümsüzlük isteği de oluyordu. İşte, otorite olmak da bu isteği karşılıyordu.” Bu kısımda bana en ilginç gelen kısım, Gazâ’nın kaçaklar üzerinde yaptığı yönetim deneyi oldu. Demokrasi algısının nasıl yönetildiğinin ve diktatörlükle bağlantısının günümüzle taşıdığı paralellikler enteresan. “Korkakların intikamı” olarak nitelendirilen nefretin nasıl kolektifleştiğini ve nasıl faşizme dönüşebileceğini berrak bir şekilde anlıyoruz. Yazarın da dediği gibi “Peki, kim kimden sırf var olduğu için nefret ederdi? Tabii ki ırkçılar ve mezhepçiler ve de kendi dinlerinden olmayan her insanı yok etmeye ant içmiş olanlar!”
Bana göre şu ana kadarki Günday  romanlarının en siyasisi olan bu romanda çok yerinde bulduğum bir Türkiye tanımı var, onu da paylaşmadan geçmek istemiyorum:  “Türkiye, doğusundaki aynaya bakınca şişman olduğunu, batısındaki aynaya bakınca da kemiklerinin sayıldığını düşünen, üstüne giydiği hiçbir şeyi kendine yakıştıramayan, bulimik ve depresif bir genç kızdı. Yirmi yıl boyunca boğulacakmış gibi yiyip sonra pişman oluyor, bir yirmi yıl da boğazını kanatana kadar kusup sonra yeniden yemeye başlıyordu.”
İkinci bölümün terimi ise Cangiante, yani aynı rengin farklı bir tonuna geçilemediği ya da tercih edilmediği durumdaki ani renk değişimi. Kaçak göçmenleri diğer bir aktarma noktasına taşıdıkları yolculuk sırasında yaşadıkları –babasına tam o sırada annesini sorduğu için aslında bir intihar olan- kaza ile ani bir kırılma yaşanıyor Gazâ’nın hayatında. Kazadan sonra sıkıştığı çukurda etrafı ölülerle sarılı halde iken yaşadıkları o kadar iyi anlatılmış ki okurken bile boğuluyormuş gibi hissettim. Romanın genel gidişatını manik depresif olarak nitelendirmek gerekirse kaza sonrasına Gazâ’nın manik dönemi diyebiliriz. Okuldaki performansı, başarıları hep bir çıkış yakalama arzusunun ve tutkusunun sonuçları. Ama tabi ki yaşananlar bir şekilde hayatta er ya da geç yansımasını buluyor ve Gazâ deliliği sınırlarını zorlamaya başlıyor.
Üçüncü bölüm olan “Chiaroscuro”ya - aydınlık ve karanlığın vurgulanarak birbirinden ayrılması, ışık ve gölge arasındaki zıtlık- geçtiğimizde, Gazâ akıl hastanesinde tedavi sürecinde ve sonrasında akıl hastanesinden çıktığında insanlara dokunamaz durumda. Bu süreçte  teklik ve kalabalık kavramını sorgulamaya başlıyor. Ona göre “Teklik kavramı bir buluş, bir mucizeydi. Sonunda, herkesin herkesle savaşma ihtimalini, herkesin tek kişiye karşı savaşması gerektiğini savunarak sonsuza kadar ortadan kaldırabilirdik.” Ama  “Kalabalık öylesine büyülü bir şeydi ki, içine girildiğinde ne ad ne de kütle kalıyordu.” İnsanlara dokunma korkusunu linç ile yeneceğini düşünüyor. “Evet, linç, bir tür savaştı. Çoğunluğun azınlığa karşı açtığı bir savaş. Tek olana karşı verilen bir savaş. Her şeyin olduğu gibi, elbette bunun da bir Latincesi vardı: Bellum omnium contra unum” yani herkesin herkese karşı savaşı.“ Burada çok yerinde bir kullanımla “Linç turizm”ine başlayan Gazâ,  dünya haritası üzerindeki potansiyel linç noktalarına seyahat ederek ediyor.
En son kısım olan “Unione” da  “sfumato”da olduğu gibi renk ve tonlar birbirine karışıyor ama renkler daima canlı ve renkli hale geliyor. Burada bir kendini tamamlama hikayesine şahitlik ediyoruz. Hikaye çocuk olamadan göçmen taciri olan Gazâ’nın Afganistan’a yaptığı yolculuk ile son buluyor. Bireyin her yaptığının sorumluluğunu almasının en güzel örneği Gazâ. Kişisel sorumluluğu konfor alanını yıkma pahasına kabullenmek, delirmesinin ana nedeni. Acaba “Bütün mesele, kime itaat edeceğini seçmekteydi. Tek bir seçim yapıp,gelecekteki bütün seçimlerden muaf olmak!... Vicdan azabından delirmemenin ve bir toplum olarak temiz kalmanın tek şartı, zincirleme itaattı.” sözlerine uysaydı ne olurdu diye düşünmeden geçemiyor insan. Bu sırada kendi sorumluluklarını da sorguluyor. Sonunu söyleyerek büyüyü daha fazla kaçırmak istemiyorum, diğer bölümler hakkında şu anda bile fazlasıyla detay verdim.
Kitap boyunca süregelen metaforlar, beyne kazınan aforizmalar; Hakan Günday takipçilerinin alışkın olduğu öğeler. Hikaye ise o kadar yoğun ki nasıl anlatsam nasıl aktarsam bilemedim. Yazdıklarımı dönüp okuduğumda bende bıraktığı duygunun ancak küçük bir kısmını aktarabildiğimi fark ettiğimi itiraf etmem lazım. Mümkün olduğunca önemli gördüklerimi burada yazmaya çalıştım ama hepsini buraya taşımak ne mümkün. Sarsılmaya hazırsanız ilk okuyacağınız kitap olsun derim. Bir de küçük bir itiraf: Kitap bende uzun zaman önce okuduğum ve çok sevdiğim Hermann Hesse kitabı Siddhartha’nın hissiyatını bıraktı. O da beni sarsmıştı. İki kitapta da Buda bağlantısı olması da bu duygumu güçlendiriyor açıkçası.

14 Aralık, 2013

“I believe that, from start to finish, it is what it says it is: praise of love, sung by a philosopher who thinks, like Plato, whom I quote: “Anyone who doesn’t take love as a starting point will never understand the nature of philosophy.” (s.3)
“Başından onuna kadar ne ise o, inandığım şey şu: Plato gibi düşünen bir filozofun söylediği Aşka Övgü ve ondan bir  alıntı yapıyorum: ‘Aşkı başlangıç noktası olarak almayan hiçkimse felsefenin gerçek doğasını anlayamayacaktır.”

Bunu söyleyerek içimi rahatlatan Badiou’ya teşekkürlerimi sunarım. Sonunda birisi yeniden felsefi açıdan aşkın aslında pek de hafife alınmayacak yönlerini kimi zaman klasik sözlerle de olsa, çoğu zaman yepyeni fikirler ve diğer düşünürlerden paylaşımlarla, en güzel şekilde analiz etmiş.

Eleştirilerle başlıyor kitaba: Birinci eleştiri konusu ise çöpçatan siteleri. Çünkü bu sitelerde verilen net, insanları bire bir eşleştiren bilgilerle, aşkın tesadüfiliğinin kesişmediğini düşünüyor. “Get perfect love without suffering.” (s. 6) yani "mükemmel aşkı acı çekmeden yakalamak" ifadesini kullanıyor. Eğer aşk tesadüfi ve riskli bir şeyse, öyle kalmalı, ki tesadüfi olmaması onun doğasına aykırı. Tabii bu noktada, çöpçatan siteleri de riskten bağımsız değil, ama böyle bir eşleştirmenin aşkın doğasına aykırı olduğunu öne sürüyor. 

“We must bear in mind that, like many processes for finding the truth, the process of love isn’t always peaceful. It can bring violent argument, genuine anguish and separations we may or may not overcome. We should recognize that it is one of the most painful experiences in the subjective life of an individual! That’s why some people promote their “comprehensive insurance” propoganda.” (s. 61)
“Aklımızdan çıkarmamalıyız ki, doğruyu bulmak, yani aşk süreci o kadar da barışçıl değildir. Bazen üstesinden gelemediğimiz şiddetli tartışmalar, derin bir keder ve ayrılık yaşanabilir. Bu insanın bireysel yaşantısında deneyimleyebileceği en acı verici tecrübelerden biridir! Bu nedenle işte bazı insanlar “çok kapsamlı sigorta” propogandası yapıyorlar.” 

Badiou aşkın kıskançlıkla ölçülemeyeceğini anlatıyor. Kıskançlık sadece bir şey, önemli bir şey belki ama aşk için bir ölçüt değil. Aşk ne tutku ne de kıskançlık, bu duygular belirleyici olamaz, tüm bu ufak kaygıların daha ötesinde bir şey. “Aşk bir inşadır, hem de bir kişinin perspektifinden değil, iki kişinin perspektifinden yola çıkan bir hayatın kurulmasıdır” (s. 29) 

Kim demiş aşk ile politika benzeşmez diye? Politika insanları birleştirici bir güce sahiptir. Cinsellik ise farklıdır, “seks insanları ayırır, birleştirmez” (s.18) Lacan’dan örnekler veriyor bu noktada... 
Peki ya kimlik? Politikada farklıların kimliklerinin kaynaşması vardır, belki bir düşman da vardır politikada, bir karşıt. Aşkta yoktur bir düşman ama farklılık ve kimliklerin anlaşması ve yeniden oluşturulması ve şekillendirilmesi söz konusudur. Aşk her zaman kendini yeniden keşfetmek zorundadır. Bu noktada Rimbaud’dan esinlenmiş: “Bildiğimiz üzere aşk yeniden keşfedilmelidir.”(As we know, love must be re-invented), varolmak için buna muhtaçtır. 

Bazen gidenler kalanlara şöyle der: “Bu senin sorunun” Modern olan da modern olmayana böyle der: Kendi dertlerinle kendin uğraş, ben sana destek olamam. Politikada bombalayan bombalanana şöyle der: Sen kendi yaşantından sorumlusun, seni kurtarmak için çektirdiğim bu acıyla mücadele etmek sana kalmış. Irak işgalini örnek vermiş Badiou. Diğerinin (edilgen kılınanın) bakış açısını yakalamış bir filozof çünkü. 



Peki bu kitabın en güzel tarafı ne? Siyaset ve aşk, aslında birbirinden çok farklı dinamiklerle işlemiyor. Aslında bir olma çabası, bir ulusta, bir grupta, bir partide, iki insanda! Hep var! Hep var oldu! Ama o bir olanlar hiçbir zaman birbirinin varlığında erimeyi kabul edemez. Siyasetin temel sorularından biri de burdan doğuyor: Farklılıkları ezmeden, yok etmeden, incitmeden ve kırmadan dökmeden nasıl bir birliktelik duygusu yaşanabilir? Sevmeden, istemeden, birileri organize ederse bunu, kader diye baştacı edilirse bu birliktelik, eğer hükümet veya aile veya bir başkası seçerse kimle evlenileceğini, kimle yaşanacağını, nasıl bir özgürlük kavgası olabilir? Bu noktada aklıma tabii ki Kuzey Kore'de devletin seçtiği eş ile evlenme politikası geldi.

Bu kitabın Türkçesini Can Yayınları’ndan elde edebilirsiniz, çevirmen Orçun Türkay. Bu elbette tam bir felsefe kitabı değil, bir mülakat şeklinde geçiyor sorular ve cevaplar, Nicolas Truong’un sorularına cevap veriyor Badiou. Truong'un ayrıca Guardian'da diğer feylesoflar üzerine yazıları olduğunu hatırlatalım, ben de yeni keşfettim. Çevirilerdeki hatalar ve gözünüze batan eksik ifadeler için şimdiden sizden af dilerim. Bunu da son anda belirttiğim iyi oldu değil mi?

11 Aralık, 2013


".... daha hüzünlü çalın kemanları sonra sizler
                  duman olup yükseliyorsunuz göğe
               sonra bir mezarınız oluyor bulutlarda
                                                   rahat yatılıyor."






Özlem'in 2003 Edebiyat Ödüllü yazar J. M. Coetzee'nin Barbarları Beklerken adlı eseriyle ilgili değerlendirme yazısının ardından benim de bu haftalık değerlendirmem için 2002 Nobel Edebiyat Ödüllü  Imre Kertesz'in Doğmayacak Çocuk İçin Dua'yı seçmem büyük bir tesadüf oldu. Doğmayacak Çocuk İçin Dua yazarın Kadersizlik ve Fiyasko eserlerinin ardından yarı-otobiyografik üçlemesinin son kitabı olma özelliğini taşıyor.

Eser psikolojik bir iç hesaplaşma, kendiyle yüzleşme örneği. Hepimizin hayatımızın belli aşamalarında almış olduğumuz kararlar ve onların sonuçlarına dair yaşadığımız iç hesaplaşmalarımızı bu kitapta Yahudi bir Macar aydını olan B.'nin ağzından okuyoruz. İkinci Dünya Savaşı'na tanıklık etmiş, Auschwitz toplama kampındaki soykırımdan kurtulmayı başarmış B.'nin hesaplaştığı kararı da dünyaya getirmeyi reddettiği çocuğudur. Özellikle eser boyunca yazarın doğmamış çocuğuna seslenerek kurduğu kimi ifadelerin çok etkileyici olduğunu ve yazarın ruh halini, iç hesaplaşmasını çok iyi aktardığını düşünüyorum:

"Senin karşında başım hep eğik olacak çünkü sana verebileceğim hiçbir şey yok, ne bir açıklama, ne bir inanç, ne bir silah." (103)

"Hayır! Başka bir çocuk benim yaşamak zorunda olduğum şeyleri yaşamamalıydı." (106)

"Son bir büyük sunumla hastalıklı, şiddet dolu yaşamımı gözler önüne serdim - daha sonra bu yaşamın havaya kalkmış ellerin içindeki çıkınıyla birlikte yola koyulmak ve kara bir nehrin sürükleyen, karasularının içinde boğulmak için gözler önüne serdim." (138).

Son olarak özellikle psikolojik roman türlerini sevenlerin bu romanı beğeniyle okuyacaklarını düşünüyorum. Ve yazımı bir temenniyle bitirmek istiyorum. Ne yazık ki İkinci Dünya Savaşı'nın ardından yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen B.'nin yaşadıklarını yaşamak zorunda olan pek çok çocuk var. Savaşların karanlık yüzleri çocukların hayatlarını olumsuz yönde etkilemeye devam ediyor. Başka çocukların B.'nin yaşadıklarını yaşamak zorunda olmadığı aydınlık günlere!





07 Aralık, 2013




İmparatorluğun yeni adamları yeni başlangıçlara, yeni bölümlere, temiz sayfalara inanan insanlar; ben ise eski öyküyle uğraşıyor ve öykü bitmeden bütün bu zahmete değdiğini düşünmeme yol açan nedenin ortaya çıkacağını umuyorum.

“…Onları ezmiş olan devin beni de ezmesi niye olanaksız olsun ki? Ölümden korkmadığıma gerçekten inanıyorum. Bence çekindiğim şey böylesine aptal ve şaşkın biri olarak ölmenin utancı.”

Coetzee, eserlerinde Güney Afrika’yı ve sömürge yönetimi politikalarını eleştirel bir dille konu almayı tercih eder. 1980 senesinde yayınlanan Barbarları Beklerken’de de, hayali bir imparatorluğun sınır kasabasında uzun yıllar görevde bulunan bir yargıcın gözünden aslında yine kendi gündemini aktarmaktadır. Bu kitabında sadece uygulanan politikalara değil yerel halka –kitapta geçtiği haliyle “barbarlara”- yönelik oluşan olumsuz algılara dair de çok ağır eleştiriler getirmektedir.
Fakat bu eser salt bir emperyalizm eleştirisi olarak da görülmemeli. Barbarları Beklerken, Coetzee’nin kullandığı alegorik anlatım tarzı ile de genel olarak iktidarın her türlü baskı pratiklerine, -bu hikayede örneklendirilen- “barbar” ve “düşman” gibi dışlayıcı ve ötekileştirici diline karşı önemli bir meydan okuma fırsatı da sunmaktadır.
Hikaye, bulunduğu bölgenin en yetkili kişisi olan bir sulh yargıcının, sivil savunmanın en önemli departmanından gönderilen bir albaydan, “barbarların” imparatorluğa karşı bir isyan planı hazırladığı haberini almasıyla başlar. Hemen ardından bölgenin dört bir yanında geniş çaplı bir soruşturma başlatılır ve beraberinde işkencelere ve çeşitli zulümlere istemeyerek, zaman zaman da kendi yöntemleriyle karşı çıkarak ve isyan ederek tanıklık eder yargıç. 
Bu kitabında hikayesini yalın ve akıcı bir dille anlatır Coetzee. Özellikle mekanların ve olayların tasvirlerini çok iyi bir şekilde yapar. Yazarın anlatım tarzının bir başka etkileyici yanı ise hikayenin baş kahramanı olan sulh yargıcının, görevi ve vicdanı arasında yaşadığı gelgitler ve yoğun iç münakaşalarının anlatıda merkezi bir rolünün olması. Durumlar üzerinden yapılan psikolojik analizler ve rüya sahnelerinin detaylı anlatımı yargıçla beraber okuyucuyu da kendine yönelik bir iç yolculuğa çıkarır ve yazar, böylelikle anlattığı konunun farklı açılardan derinlemesine analizini sunar.
Çağımızın en önemli yazarları arasında sayılan J.M. Coetzee, Nobel Edebiyat ödülünü 2003 senesinde almıştır. Barbarları Beklerken kitabı ise Penguin yayınevi tarafından 20. yüzyılın en iyi kitapları arasına seçilir. Aynı zamanda Coetzee’nin bu kitabından esinlenerek Philip Glass tarafından hazırlanan bir opera gösterisi de bulunmaktadır. 

01 Aralık, 2013

 Hayata Karşı İşlenen Suçlar Uzmanı

Bloga yazı yazarken ya da herhangi bir şey yazmaya başlayacağım zaman tek yapmam gereken ilk cümleyi bulmaktır. İlk cümleyi bulduğumda gerisi bir şekilde gelir. Çünkü "ilk" cümleye ulaşana kadar o kadar çok cümle kurmuşumdur ki gerisini getirmekte zorlanmam. Ama bu kez nereden başlayacağımı, ilk cümlenin ne olmasını gerektiğini, o kadar düşünmeme rağmen bilemiyorum. "Her Temas İz Bırakır"dan mı başlamalı, Behzat'ı mı anlatmalı yoksa önce "kim bu Emrah Serbes?" sorusuna mı cevap aramalı, karar veremiyorum. Ama sanırım Behzat Ç. ile bizi tanıştırması hatırına Emrah Serbes ile başlamak en doğrusu.

Emrah Serbes ile ilgili mini bir araştırma yaparken Ekşi Sözlüğe uğramamak olmaz diye önce oradan baktım. Kendisi ile ilgili ilk yazılar 2006 yılında girilmiş ancak çok sayıda değil. Sonraki entryler ise "Behzat Ç." başlamasından sonra ciddi bir artış göstermiş. (Yazımın yayına hazırlandığı şu saatlerde 16 sayfa, 1508 entry var)  Serbes 1981 doğumlu, yazarların doğduğu zamanla çok ilgilenmem, yazdıkları dönem daha mühimdir benim için normalde ama yaş itibariyle kurduğum bir yakınlık var kendisi ile. Aynı dönemlerde çocuk ve genç olmanın verdiği ortaklık duygusu ile okudum kitaplarını. Ortak paydalar bulmak ve anlamak o bakımdan daha kolay oldu. İlk romanı "Her Temas İz Bırakır" 2006, ikinci romanı olan ve bir devam kitabı niteliği taşıyan "Son Hafriyat" 2009 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. "Erken Kaybedenler" ise 1980'lerde çocukluk ve ergenlik dönemlerini yaşayan erkekleri anlattığı öykü kitabı olarak İletişim tarafından 2009 yılında okuyucu ile buluştu. Son kitabı olan ve benim blogumuzda daha önce yazdığım "Hikayem Paramparça" ise  2012'de çıktı. 

Şimdi gelelim bu yazının konusu olan kitaplara; "Her Temas İz Bırakır" ve "Son Hafriyat". Her ne kadar Emrah Serbes ve Behzat Ç.'nin bilinirliği dizi ile çok daha fazla olmuşsa da dizi eleştirisi yapmak şimdilik beni aşar bu nedenle sadece romanlar hakkında yazmaya çalışacağım. "Behzat Ç. Bir AnKara Polisiyesi: Her Temas İz Bırakır" Locard'ın "Değişim Prensibi" ile bizlere sunulmuştur. Prof. Locard'ın "Değişim Prensibi"; 'her kişinin bulunduğu yerden ayrılırken orada bir iz bırakmamasının ve oradan bir iz taşımamasının imkansızlığı'dır. Bu doğrultuda baktığımızda kriminalistiğin bu değişmez prensibi Behzat Ç.'nin hayatında 'kişiler' bazında gerçekleşir. Behzat'ın hayatına giren her insan - ölü ya da diri- onda bir iz bırakmış ve bu izler onun da başkalarının hayatına bıraktığı izleri etkilemiştir. 

Behzat Ç. agresif, başına buyruk, kendi içinde bir "adalet" anlayışına sahip, yalnız, kaba bir adamdır. Polis akademisine girmeden önce Harp Akademisinde bulunmuştur ancak komutanı ile yaşadıkları sorun nedeniyle okuldan atılmıştır. Kendisi albay olan babasının gizli yardımlarıyla polis akademisine girmiştir. Otorite ile hep sorun yaşamış, polis olduktan sonra da pek çok sorun yaşamaya devam etmiştir. "Son Hafriyat" kitabının 254. sayfasına baktığınızda Behzat'ın polis olduktan sonra kaç kez kıdem tenzili, kaç kez maaş kesintisi aldığını görebilirsiniz. Bunların sebepleri öyle "büyük" olaylar da değildir aslında, mesela birinde; zamanın Ankara Emniyet Müdürü gelip Behzat'a 'iyi misin?' diye sorar ve aldığı cevap 'saçma sapan konuşma' olur ve bu nedenle iki yıl kıdem tenzili, iki maaş kesinti alır. Anlaşılacağı gibi "ilginç" bir karakterdir.

" Behzat Ç. Cinayet Büro Amirliği'nde başkomiserdi, hayata karşı işlenen suçlar uzmanı. İdman Ocağı'nda stoperken duran toplara ondan iyi vuran yoktu, sonradan topçuluğu bırakıp vatandaşı tekmelemeye başladı; bu arada evlendi, boşandı, bir kız babası oldu." ( Her Temas İz Bırakır, sf. 197)

 Normal şartlar altında (NŞA) öyle kolay sevilebilecek bir adam da değil. Onunla en yakın ve samimi bağı kızıyla ilgili noktalarda kuruyorsunuz. Her ne kadar geleneksel bir adam olmasa da geleneksel bir "baba" portresi çiziyor. Ona hak vermeseniz de anlamaya çalışıyorsunuz. Babasıyla olan sorunlarını bu kez o kızıyla yaşıyor. Romanları okurken, ona bir yandan acıyor bir yandan da onunla birlikte üzülüyorsunuz. 

Romanlarda sadece Behzat yok tabii, cinayet büro amirliğinde görevli Harun, Akbaba, Hayalet, Eda, Cevdet, Selim de var. Hepsi nev-i şahsına münhasır karakterler. Benim favorim Hayalet, sessiz sakin kendi halinde. Harun çok dangıl dungul bir karakter ve Eda'ya aşık. Eda ise cinayetin tek kadın çalışanı ve Selim ile aralarında bir yakınlaşma var. Akbaba, alaylı bir polis diğerlerinden farklı olarak. Ona Akbaba denmesinin sebebi ise tüm cinayet mahallerine diğerlerinden önce varması ve yaralama olaylarında bile mağdurun ölüp ölmeyeceğini diğer herkesten önce bilmesi. Bir de kesinlikle atlanmaması gereken "Şule, Jale, Berna, Selma... Hangisini tercih edersin?" şeklinde kendini tanıtan Şule var. Şule romandaki "dişi" formda olan ama asla kadın denemeyecek -kendisi de kendini kadın olarak tanımlamaz zaten- cinsiyetsiz ama derin bir karakterdir. Behzat ile 'tesadüf' eseri karşılaşırlar ve Şule bu şekilde onun hayatına 'dahil'olur. Zaman içinde Behzat Şule'yi o kadar benimser ki Şule onun için "muadili olmayan insan" haline gelir. Şule romanlar açısından bakıldığında yazara her şeyi rahatça söyleme alanı yaratan bir "akılı -deli"dir. Özellikle "Son Hafriyat"ta Şule'nin Ankara'nın semtleri üzerine yaptığı tespitler çok eğlenceli ve düşündürücüdür. Ankara demişken, romanlardaki en büyük farklılık bir İstanbul romanı olmayışı noktasındadır: bir 'Ankara Polisiyesi'dir. Ankara tüm soğuğu, karanlık ve kasvetli havası ile bizi içine çeker (benim gibi soğuktan korkan ve nefret eden birini bile). Ayrıca yine "Son Hafriyat"ta Ankara'daki kentsel dönüşüm romana çok güzel yedirilmiştir.

Polisiye öyküler olduğu için konusuna çok fazla girmeyi doğru bulmuyorum kitapların. Zaten bence cinai olaylardan ziyade o olayların ele alınış şekli ve karakterler çok daha önemli. Bu noktada da Emrah Serbes çok zor bir işi başarıyor ve inandırıcılık oranı yüksek karakterler yaratıyor. Gerek "Her Temas İz Bırakır" gerekse de "Son Hafriyat"da karakterlerle bağ kurmak açısından hiç bir sıkıntı yaşamıyoruz. Kullanılan dil de hikayeyi gerçekçi kılıyor bence. Çok küfür olduğuna yönelik eleştirilere bu nedenle katılmıyorum. Olan neyse romanlarda da onu görüyoruz. İşin benim için ilginç bir tarafı da Behzat Ç. nin polis olması. Yani normal hayatta sevdiğim meslek grupları listesine giremeyecek bir iş yapan Behzat'ı seviyor olmam. Bunun nedenlerini düşündüğümde bir kaç çıkarım yaptım kendi adıma, ilki ve en önemlisi Emrah Serbes'in Behzat'ı ve diğer karakterleri polisliklerinden önce sevinçleri, korkuları, acıları, zaafları olan insanlar olarak göstermesi ve ikinci olarak da polis güzellemesi yapmaması. Eserlerde eleştireceğim tek nokta 'erkek' kitaplar olması. Kadın karakterlere ve kadın karakterlerin bakış açısına yeterince yer verilmemesi. Ancak bu konuda yapacağım eleştiri belki de 'anlatılan karakter ve konu itibariyle de olması gerekeni' eleştirmekten öte bir anlam ifade etmeyecektir.

Son söz olarak, keyifle okuyacağınız, merak ve heyecan düzeyinin devamlı sizi esere bağladığı, karakterler anlamında doyurucu romanlar. Okumanızı tavsiye ederim efendim.

(unutmadan: amacım "Her Temas İz Bırakır", "Son Hafriyat" ve "Erken Kaybedenler"i yazmaktı ancak "Erken Kaybedenler" diğer iki kitabın 'karizması' nedeniyle hakkını alamayabileceği için onu sonraki bir yazının baş kahramanı yapacağım.) 


30 Kasım, 2013


Latife Tekin’le ilk “karşılaşmam” Boğaziçi Üniversitesi’nin Türk Dili dersinde olmuştu. Dönem boyunca okumamız gereken- sınavda hakkında soru sorulacak-dört kitaptan biri de yazarın kült yapıtı olan Sevgili Arsız Ölüm’dü. Masalımsı, şiirimsi bir göç ve yoksulluk hikâyesi olan bu kitaba o yıllarda sınıfça haksızlık ettiğimizi düşünüyorum. Malum, hiçbir okuma ve yazma deneyimi, mecburiyetle, son teslim ya da sınav tarihleriyle el ele yürüyemiyor. O yüzden, bugün aklımda Sevgili Arsız Ölüm’den geriye kalan 3 “şey” var. Dirmit, Atiye ve “genç kızlara iyi gelmezmiş.” Şu an sadece bu kitabı okumuş kişilere hitap edebilecek sonuncu deyiş, o dönem ağzımıza o kadar yapışmıştı ki, Beğenmeyen Okumasın’ın bir diğer yazarı Burcu A. ile aradan geçen 8-9 seneye rağmen birbirimize hala “gece geç saatlerde dışarda dolaşmak genç kızlara iyi gelmezmiş,” “fazla gülmek genç kızlara iyi gelmezmiş” diye mesajlar atıp güler, kitabı da anarız. Lafı fazla uzatmadan, Sevgili Arsız Ölüm’ü daha rahat bir zaman diliminde okuyup, hak ettiği değeri vermek istediğimi belirtmek istiyorum.  

Berci Kristin Çöp Masalları, İletişim Yayınları

Berci Kristin Çöp Masalları (1984), Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’den sonra yayınlanan ikinci eseri. Anlatım tarzı olarak ilk kitabın peşinden koşan, şiirsel bir dille yazılmış bu kitap, isminin hakkını veren bir yoksulluk masalı. Sosyal bilimci gözüyle baktığınızda ise genel olarak bir sosyoloji masalı. 1950’lerden sonra artan göçle Türkiye’nin önemli bir gerçeği haline gelen gecekondulaşma ve gecekondu olgusu bu kitabın ana eksenini oluşturuyor. Eser, adı sonradan Çiçektepe olacak bir mahalleye kurulan ilk gecekonduların hikâyesi ile başlıyor. Tenekeden, çöpten, kartondan kurulan bu gecekonduların, yıkım ekipleri tarafından defalarca yerle bir edilmesi, halkın yılmadan yorulmadan yenilerini dikmesi, yıkım ekiplerinin sonunda gitmesi ve bölgenin bir gecekondu mahallesine dönüşmesi Tekin’in masalsı diliyle anlatılıyor. Kitabın üzerinde özellikle durduğu tek bir kahraman, ya da aile yok, yazar birçok gecekondu hikâyesini, mahallenin farklı karakterleri üzerinden anlatmayı yeğliyor.

Olay örgüsünün tamamı burada anlatılamayacağına göre, kitaptan bana geriye ne kaldığını yazmak daha doğru olacak. İlk olarak ve tabii ki yoksulluk… Çocukların çöp toplaması, çöpten çıkan kolu bacağı kopmuş bebeklerle oynamaları, damı rüzgârdan uçan evlerin içine kar yağması, konduları su basması… Türkiye’den ve büyük şehirlerden bilindik manzaralar belki ama okudukça insanın içine daha bir başka işliyor. Bu noktada, Tekin’in bu yoksulluğu resmetme biçimini, oldukça başarılı bulduğumun altını çizmek istiyorum. Ek olarak, yoksulluğun kaderi olmuş cehalet, hastalık, batıl inanç da kitabın içinde bolca mevcut. Fabrikalardan akan suyun halkı hasta etmesi, hastalanan insanların, yakınlarda zaten olmayan doktor yerine, kendisini okuyup üfleyen, “kocakarı” reçeteleri sunan insanlara başvurması, suyun, elektriğin, okulun çok sonradan mahalleye gelmesi bir taraftan çok masalsı diğer taraftan çok gerçekçi resmedilmiş. Fabrika yaşantısı, grev, direniş, halkın kafasındaki Çingene ve Alevi imgeleri, ayrımcılık, kadın-erkek ilişkileri de yine aynı eksenin farklı konularını oluşturuyor Berci Kristin Çöp Masalları’nda.

Sonuç olarak, bir sosyoloji masalı olarak nitelediğim bu kitabı tavsiye ediyorum. Kitap sadece edebi bir eser olarak okunabileceği gibi; göç, yoksulluk, gecekondulaşma çalışan arkadaşlarımın ve akademisyenlerin de mesela Tansı Şenyapılı’yı, mesela Meral Özbek’i okurken, onları özümsemek için bakacağı yardımcı bir eser olarak da görülebilir aynı zamanda. O denli güçlü gözlem gücüne sahip diye düşünüyorum. 

Bir gün Sevgili Arsız Ölüm eleştirisi ile de karşınıza çıkmak ümidiyle…



24 Kasım, 2013


“Kaybetmeye alıştıkça daha çok özgürleşiyor insan”
Sevgili okur,

Yeni bir Ahmet Ümit yazısı ile karşınızdayım. Önceki yazımı (bknz:Patasana) okuyanlar için tekrar olacak belki ama yinelemek isterim ki Ahmet Ümit keşfettiğimden beri en sevdiğim yazarlardan biridir ve sıkı bir şekilde takip ederim. Son kitabı için de bu geleneği bozmadım ve kitabını çıkar çıkmaz aldım. Aslında aklımda başka sevdiğim bir yazar ve kitabı hakkında yazmak vardı ama bu önceliği hak ediyor diye düşünüyorum.
“Beyoğlu’nun en güzel abisi” adından da anlaşılacağı üzere bir Beyoğlu romanı. Ahmet Ümit’in genel tarzıyla uyumlu olarak polisiye kurgu dışında da farklı hikayeleri, farklı karakterleri ve tabi ki tarihi barındıran bir roman. Ahmet Ümit takipçilerinin bildiği gibi ana karakter Nevzat komiser ve yardımcıları Ali ve Zeynep gene iş başındalar. Sevenlerine müjdelemek isterim ki Ali ile Zeynep arasındaki duygusal bağlılık, bu kitapla resmileşiyor. Ana karakterimiz Nevzat ancak yazar Ahmet Ümit de romanın içinde gene yazar kimliğiyle. Bu sefer çok daha fazla yer almış kitap içinde.

Gezi ve buna yol açan açan inşaat rantı, romandaki iki önemli eksen. Tarlabaşı’nı yaşanılır kılmak için uğraşanlar, kültür merkezi ile buradaki gençleri topluma kazandırmaya çalışanlar ile Tarlabaşı’nda büyük vurgun yapmaya çalışanlar arasında dönüyor ana çatışma. Bu anlamda –her ne kadar biraz fazla erken ve aceleye getirilmiş olduğu düşünsem de- Gezi hakkında Ahmet Ümit gibi hem geniş bir okuyucu kitlesine sahip hem de barışçıl bir insan tarafından bir şeyler anlatılması güzel. Ne yazık ki medyamızın konuyu gazetecilik etiğine aykırı olarak aktarması sebebiyle eksik ya da yanlış bilgiye sahip okuyucuların çok fazla olduğu malum. İnşaat rantı konusunda da canım Süleymaniye Camii’nin görüntüsünü ve güzelim İstanbul silüetini jilet gibi kesen o korkunç metro köprüsünden bahsedilmesini kişisel olarak çok anlamlı buldum. İstanbul hayranı bir yazar için ana esin kaynağı olan yerlerin hunharca katledilmesi çok acı olsa gerek.
Kitaptaki bir diğer önemli eksen de azınlıklar ve hakları. Beyoğlu’nun zenginliğinin politik erk yüzünden halkın milliyetçiliğini körükleyerek kaybedilmiş olması, eski hikayeler ile oldukça güzel anlatılmış. Ancak Beyoğlu’nun geçmişine özlem duyulması ve yapılan nostalji, şu anki duruma uzak kalınmasına neden olmuş gibi geliyor. Fazla naif bir anlatım söz konusu. İnsanların kötülüğü biraz geri planda kalmış gibi geldi bana. Roman karakterlerinden söz etmekte ise tereddüt ediyorum açıkcası. Çok fazla ana karakter var aslında, hepsinin hikayesi de incelikle işlenmiş. Birisinden bahsedip diğerini atlasam sanki gerçek insanlarmış gibi haksızlık edecekmişim gibi geliyor. Kültür merkezi kurucusu Nazlı’yı takdir ettiğimi ve keşke böyle insanların çoğalmasını istediğimi söyleyeyim ve bu konuyu kapatayım en iyisi.
Kitaba bir de Ahmet Ümit’in portföyü açısından bakmak gerekirse, yazarın artık eskisi gibi şaşırtmayan kurgularıyla daha geniş ama normalde kitap okumayan kitleleri hedeflemiş gibi gözüktüğünü söyleyebilirim. Çok satanlar listesine giren kitapların yazarı olmak bu açıdan zor sanırım. Çıtayı hep daha yukarıya koymak ve bu çıtanın devamlı satış adediyle ölçülmesi. Ne yazık ki Patasana’da ya da ilk dönem kitaplarında yakaladığım tadı yakalayamadım, bu da belki benim polisiye kurgu beklentimin çok yüksek olmasından kaynaklanıyordur. Ahmet Ümit özellikle karakter ve atmosfer yaratımında, yeni hikayelerde iyice uzmanlaşırken polisiyeden bir uzaklaşıyor gibi geliyor. Bir de –ben konduramadığım için okurken atladığım- ancak bir arkadaşımın uyarısıyla fark ettiğim ciddi bir hata da beni bu anlamda üzdü açıkcası. Zeynep’in aile evinde masada konuşulanlar ile sonra ifade edilen şeylerin birbirini tutmaması, atlanmaması gereken bir hata diye düşünüyorum. Sanırım kitabı basım öncesi okuyanlar benim gibi bunu atlamışlar.
Aslında kitap, genel resme baktığımda okumaktan zevk aldığım ve tavsiye edeceğim bir roman. Detaylarda takılmam, dediğim gibi beklentimden. Yazarın bu dönemlerde devamlı kafamdan geçirdiğim şeyleri bu kadar güzel dile getirmesi, kitabı beğenmemdeki neden sanırım. Zorla evlendirilen insanlar, zorla evinden edilen insanlar. Hepsini bir karakterin ağzından çok güzel bir cümleyle özetlemiş aslında “Bu ülkede canlı cansız her şey satılık…Bu ülkenin sorunu ahlaksızlık, şeref yoksunluğu, onur kaybı…”. Şiddete bakış açısı da basit ama anlamlı “Şiddeti kullanarak ideal bir toplum yaratamazsın. Çünkü kullandığın yöntem, kendine benzetir seni.”

17 Kasım, 2013


Bir bitişi anlamanın en iyi yolu başlangıca bakmaktadır...Hallaç, 5 ay önce aramızdan ayrılan Leyla Erbil'in ilk öykü kitabı olarak bize yazarın edebi hayatı ile ilgili bir başlangıç sunmakta.

Yazar bu kitabı ile aile, kadın, cinsellik, geleneksellik ve alaturkaya dair konular üzerinden burjuva yaşamındaki ikiyüzlülüğe ve yapaylığa eleştirel bir bakış açısı sunar. Kendine has düzenlediği söz dizilimleri ve noktalama işaretlerini yeniden yarattığı (üç virgül, virgüllü soru işareti gibi ) ya da hiç kullanmadığı biçimsel bir çatı içinde öykülerini işler. 

Biçimsel zorluklara karşı ilgim de olduğu için ilk başta öykülerin içeriğinden ziyade yazarın üslubu ve biçimsel unsurlarının etkisi altında kaldığımı itiraf etmeliyim. Beni istediği yöne çekti tabi buna izin vermiş de olabilirim! Bu biçimsel salınımın etkisi ile geçen ilk bölümün ardından Sait Faik Abasıyanık'ın anısına diye başlayan ikinci bölümde artık direnç göstererek daha fazla savrulmadan devam ettim. Bu arada yazarın eserlerinde Freud' dan etkilendiğini ve 'Psikaniliz yöntemlerden' yararlandığını belirtelim. Bu da yazarın tarzını farklılaştıran önemli unsurlardan biri.
Yazar başta burjuva yaşamındaki yapaylığı öykülerinde yansıtırken okuyucuya bunu dışarıdan gözlemlediği hissini veriyor. Ama ardından alaturkaya, gelenekselliğe karşı kurduğu eleştiri ile bir anda karakterle kendinizi yan yana bulabiliyorsunuz. 'İncik Boncuk' öyküsü bunun en güzel örneklerden biri. Öyküde tren yolculuğunda aynı kopartmanda oturan iki kadının sohbeti üzerinden kadın, aile ve cinsellik konularında alaturkaya karşı bir eleştiri yapılıyor.

Kitabın ilk basım tarihi 1960 ve öyküler bu yıllarda geçiyor. Ancak günümüzde hali hazırda devam eden aile, kadın, cinsellik, geleneksellik ve alaturkaya dair toplumsal çelişkileri ele aldığı için öyküler bizi aslında pek yabancısı olmadığımız bir dünyaya sokuyor.

Nobel Edebiyat Ödülü'ne ülkemizden ilk kadın aday olan Erbil'in ifadesiyle Hallaç, “İçinden çıktığı toplumun insanlarıyla bir denge kuramaması, tüm yargılara başkaldırmış, bilinçli olarak bir seçmeye gitmeyen insanı” anlatır. Son olarak, eğer üç virgüllere kapılıp gitmezseniz kitap karakterler gibi okuyucunun da 'seçmeye gitmeyen insan' olduğunu yüzüne vuruveriyor. Uyaralım...