Ahmet Ümit etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Ümit etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım, 2013


“Kaybetmeye alıştıkça daha çok özgürleşiyor insan”
Sevgili okur,

Yeni bir Ahmet Ümit yazısı ile karşınızdayım. Önceki yazımı (bknz:Patasana) okuyanlar için tekrar olacak belki ama yinelemek isterim ki Ahmet Ümit keşfettiğimden beri en sevdiğim yazarlardan biridir ve sıkı bir şekilde takip ederim. Son kitabı için de bu geleneği bozmadım ve kitabını çıkar çıkmaz aldım. Aslında aklımda başka sevdiğim bir yazar ve kitabı hakkında yazmak vardı ama bu önceliği hak ediyor diye düşünüyorum.
“Beyoğlu’nun en güzel abisi” adından da anlaşılacağı üzere bir Beyoğlu romanı. Ahmet Ümit’in genel tarzıyla uyumlu olarak polisiye kurgu dışında da farklı hikayeleri, farklı karakterleri ve tabi ki tarihi barındıran bir roman. Ahmet Ümit takipçilerinin bildiği gibi ana karakter Nevzat komiser ve yardımcıları Ali ve Zeynep gene iş başındalar. Sevenlerine müjdelemek isterim ki Ali ile Zeynep arasındaki duygusal bağlılık, bu kitapla resmileşiyor. Ana karakterimiz Nevzat ancak yazar Ahmet Ümit de romanın içinde gene yazar kimliğiyle. Bu sefer çok daha fazla yer almış kitap içinde.

Gezi ve buna yol açan açan inşaat rantı, romandaki iki önemli eksen. Tarlabaşı’nı yaşanılır kılmak için uğraşanlar, kültür merkezi ile buradaki gençleri topluma kazandırmaya çalışanlar ile Tarlabaşı’nda büyük vurgun yapmaya çalışanlar arasında dönüyor ana çatışma. Bu anlamda –her ne kadar biraz fazla erken ve aceleye getirilmiş olduğu düşünsem de- Gezi hakkında Ahmet Ümit gibi hem geniş bir okuyucu kitlesine sahip hem de barışçıl bir insan tarafından bir şeyler anlatılması güzel. Ne yazık ki medyamızın konuyu gazetecilik etiğine aykırı olarak aktarması sebebiyle eksik ya da yanlış bilgiye sahip okuyucuların çok fazla olduğu malum. İnşaat rantı konusunda da canım Süleymaniye Camii’nin görüntüsünü ve güzelim İstanbul silüetini jilet gibi kesen o korkunç metro köprüsünden bahsedilmesini kişisel olarak çok anlamlı buldum. İstanbul hayranı bir yazar için ana esin kaynağı olan yerlerin hunharca katledilmesi çok acı olsa gerek.
Kitaptaki bir diğer önemli eksen de azınlıklar ve hakları. Beyoğlu’nun zenginliğinin politik erk yüzünden halkın milliyetçiliğini körükleyerek kaybedilmiş olması, eski hikayeler ile oldukça güzel anlatılmış. Ancak Beyoğlu’nun geçmişine özlem duyulması ve yapılan nostalji, şu anki duruma uzak kalınmasına neden olmuş gibi geliyor. Fazla naif bir anlatım söz konusu. İnsanların kötülüğü biraz geri planda kalmış gibi geldi bana. Roman karakterlerinden söz etmekte ise tereddüt ediyorum açıkcası. Çok fazla ana karakter var aslında, hepsinin hikayesi de incelikle işlenmiş. Birisinden bahsedip diğerini atlasam sanki gerçek insanlarmış gibi haksızlık edecekmişim gibi geliyor. Kültür merkezi kurucusu Nazlı’yı takdir ettiğimi ve keşke böyle insanların çoğalmasını istediğimi söyleyeyim ve bu konuyu kapatayım en iyisi.
Kitaba bir de Ahmet Ümit’in portföyü açısından bakmak gerekirse, yazarın artık eskisi gibi şaşırtmayan kurgularıyla daha geniş ama normalde kitap okumayan kitleleri hedeflemiş gibi gözüktüğünü söyleyebilirim. Çok satanlar listesine giren kitapların yazarı olmak bu açıdan zor sanırım. Çıtayı hep daha yukarıya koymak ve bu çıtanın devamlı satış adediyle ölçülmesi. Ne yazık ki Patasana’da ya da ilk dönem kitaplarında yakaladığım tadı yakalayamadım, bu da belki benim polisiye kurgu beklentimin çok yüksek olmasından kaynaklanıyordur. Ahmet Ümit özellikle karakter ve atmosfer yaratımında, yeni hikayelerde iyice uzmanlaşırken polisiyeden bir uzaklaşıyor gibi geliyor. Bir de –ben konduramadığım için okurken atladığım- ancak bir arkadaşımın uyarısıyla fark ettiğim ciddi bir hata da beni bu anlamda üzdü açıkcası. Zeynep’in aile evinde masada konuşulanlar ile sonra ifade edilen şeylerin birbirini tutmaması, atlanmaması gereken bir hata diye düşünüyorum. Sanırım kitabı basım öncesi okuyanlar benim gibi bunu atlamışlar.
Aslında kitap, genel resme baktığımda okumaktan zevk aldığım ve tavsiye edeceğim bir roman. Detaylarda takılmam, dediğim gibi beklentimden. Yazarın bu dönemlerde devamlı kafamdan geçirdiğim şeyleri bu kadar güzel dile getirmesi, kitabı beğenmemdeki neden sanırım. Zorla evlendirilen insanlar, zorla evinden edilen insanlar. Hepsini bir karakterin ağzından çok güzel bir cümleyle özetlemiş aslında “Bu ülkede canlı cansız her şey satılık…Bu ülkenin sorunu ahlaksızlık, şeref yoksunluğu, onur kaybı…”. Şiddete bakış açısı da basit ama anlamlı “Şiddeti kullanarak ideal bir toplum yaratamazsın. Çünkü kullandığın yöntem, kendine benzetir seni.”

16 Ağustos, 2013


Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım

Ahmet Ümit son günlerdeki politik tartışmalardan önce de Türkiye gibi okuma oranı düşük bir ülkede bile ünlü olabilmiş nadir yazarlardan biriydi. Polisiye gibi bir türü bile edebiyat şaheserine dönüştürmek kolay değil tabi ki. Benim ise kendisiyle bireysel ve çok daha özel bir bağlantım var gibi geliyor. Kendisiyle böylesine meşhur olmadan önce lise kütüphanesinde karşılaşmıştık. O zamandan beri de kendi keşfim olduğu için övünmüşümdür. İlk okuduğum kitabı Patasana idi, ondan sonra bütün çıkarttığı kitapları okudum ama her zaman en favori kitabı Patasana oldu benim için. “Beyoğlu Rapsodisi” , “İstanbul Hatırası” ve  “Sultanı Öldürmek” kadar ünlü olmamasını hem yayınladığı döneme hem de ismine bağlıyorum. Maalesef ki okuyucu kitlemiz kapak, isim ve en iyi satanlar listesi üzerinden edebiyat tercihini gerçekleştiriyor.


İlk kapağı benim için çok daha sade ve anlamlı,
o nedenle yenisini değil bunu paylaşmak istedim
Kendi çapımda iade-i itibar yapmak adına da bugün Patasana’yı yazmak istedim. Geri planda kalmışlığına bir özür olarak, okuyucular adına benden gelsin. Şunu da belirteyim, iyi bir polisiye okuyucusu olarak iki kere okuduğum tek kitaptır. Bu da Patasana’nın sadece bir polisiye olmadığını anlatmaya yeter diye düşünüyorum.
Sadık Ahmet Ümit okuyucuları bilir, bilmeyenler için burada kısaca belirtmekte fayda var.  Ahmet Ümit polisiye romanlarında –deneme ve şiir gibi türlerdeki eserlerine ek olarak- tarihi bir konuyla ilgili polisiye bir vakayı harmanlar. Burada tarihi bir konu derken genel geçer, üstünkörü bilgilerden bahsettiğim sanılmasın. Uzun döneme yayılan, bir tarihçi titizliğiyle yapılan araştırmalardan bahsediyorum. Romanı okurken bunu çok daha iyi anlarsınız.

Patasana ise tarihi dönem olarak en eskiye uzanan kitabı Ahmet Ümit’in. Aslında iki kitap içiçe geçmiş diyebiliriz. Bir bölüm Hitit döneminde saray yazmanı olan Patasana’nın kaleminden yazılmış tabletler, onu takip eden diğer bölümse günümüz Türkiye’sinde Fırat kenarında kazı yapan bir arkeoloji ekibinin hikayeleri. Bu şekilde kurgu paralel şekilde ilerliyor. Bir bölüm tablet ve milattan önce dönemden bahsediyor dediysem dili ve konusu sizi korkutmasın. "Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım" cümlesiyle başlayan tabletlerde insanoğlunun değişmez zayıflıkları, duyguları anlatılıyor aslında. Patasana, ismini günümüzden bir isimle değiştirsek pişmanlıkları anlatan ve af dileyen çağdaşımız bir insan sadece.

Günümüzde geçen olaylarda ise tabletler çıkarıldıkça cinayetler işleniyor. Kazı alanındaki olayları kazı başkanı Esra’nın ağzından dinliyoruz ve farklı kültürlerden gelen insanların hikayelerini dinledikçe de bölgedeki terör sorunu ve Vietnam da dahil olmak üzere konudan konuya geçiyoruz. Her ne kadar cinayetler konunun merkezi gibi gözükse de bölgede asırlardır süregelen güç savaşı ve insanoğlunun hırsları tabi ki ana eksen. Yaşadığımız döneme gelene kadar binlerce yıl geçmesine rağmen Kadim bilginin halen savaşları durduramamış olması, çıkarların her şeyin önüne çıkıyor olması acı.


Yönetmen olsaydım bu kitabı film haline getirmek için bir an bile tereddüt etmezdim. Hem de yemeklere kadar detay verildiğini düşünürsek senaryolaştırmak hiç de zor olmasa gerek.