aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ağustos, 2014





Hiç okuduğunuz bir roman karakteri  "ah gerçek hayatta da böyle biri olsa" dedirtecek kadar sizi kendine hayran bıraktı mı? 
Beğenmeyen Okumasın ekibi olarak kimi kişiliğiyle kimi muhteşem dış görünüşüyle okuyucunun kalbinde yer etmiş, aşık olunası roman karakterlerini derledik! Yazımızın sonuna ise sizler için bir bonus ekledik, bakmadan geçmeyin! 



Mr. Darcy- Aşk ve Gurur

Yakışıklı ve zengin Mr. Darcy sırf bu özellikleri ile bile rüyaları süslüyor olabilir, tamam. Ancak bize göre onun bu kadar sevilmesinin sebebi jön olmasından değil, önceleri ukala ve hissiz bir adamken tam bir beyefendi ve aşk adamına dönüşmesinden kaynaklanıyor. Hadi itiraf edelim, Mr. Darcy eğer baştan sona aynı, duygulu, düşünceli, nazik adam olsaydı, birçoğumuz kendisine sıkıcı derdik değil mi? 



Behlül - Aşk-ı Memnu

"Ne? Behlül mü?" dediğinizi duyar gibi olduk. Kadınların efendi, düzgün, normal adam yerine; arızalı ve kaypak adamlara aşık olma isteklerini tamamiyle karşılayacak bir karakter. Yakışıklı ve kazanova... Gerisini kim takar? Not: Bihter Ziyagil'in ardından halen yas tutuyoruz...



Komiser Nevzat

O bir İstanbul aşığı. O bir Müzeyyen Senar hayranı. O katillerin acımasız düşmanı. Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun En Güzel Abisi ve diğer bazı romanlarının ana karakteri Komiser Nevzat’tan bahsediyoruz. Eşi ve kızı öldürülmüş, onları devamlı kalbinde taşıyan ama meyhane sahibi Evgenia ile de gönül ilişkisi olan en güzel sevgilerin insanı. Eski zamanların hatta melodramlardaki karakterlerin naifliğini taşıyan, insanlığa ve aşka inancımızı tazeleyen Komiser Nevzat, kalbimizi çalan en önemli roman karakterlerinden. Yaş itibariyle listemizdeki diğer karakterlere göre bayağı büyük sayılabilecek Komiser, görmüş geçirmiş ve olgun aşkın en önemli temsillerinden. Sizce de aşk yaştan bağımsız, saf duyguların gönüller arasındaki paylaşımı değil mi zaten?


Not: Komiser Nevzat iki önemli oyuncu – Uğur Yücel ve Altan Erkekli – tarafından canlandırıldı ama açıkcası hayal gücümüzde canlandırmak daha iyi diye düşünüyoruz.



Bir gönülde iki kadın, tutku ve saf sevgi arasında sıkışmış bir erkek. Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği eserinin ana karakteri Tomas, hovardalığı ve geniş gönüllülüğü ile tam bir gönülçelen. Desteklemediği politik sistem için çalışmak istemediğinden doktorluk kariyerini bir kenara koyup cam silicilik yaparak da saygımızı kazanan bir karakter. İtiraf etmek gerekirse romandan sonra filmi seyredince insan bir kere daha aşık oluyor kendisine Daniel Day-Lewis sağolsun. Gözlerine kurban olduğum, Allah özene bezene yaratmış :)


Kim demiş dış güzellik önemli değil diye? Hadi itiraf edelim, kusursuz fiziksel güzelliği ile kadınları (hatta erkekleri bile) kendisine aşık edebilen Dorian'dan etkilenmemek hiç de kolay değil. Üstelik bir de ekstrası var: Bu adam hiç yaşlanmıyor! Evet, bir yerden sonra kalbi çürüyor olabilir; ama olsun bazen "beyinsiz, güzel bir yaratık; kışın, seyredecek çiçeğimiz kalmadığı zaman, yazın da aklımızı serinletecek bir şeye ihtiyacımız olduğu zaman burada olmalı." Sen "beyinsiz" kısmını üstüne alınma sevgili Dorian!


Raif Efendi - Kürk Mantolu Madonna


Dış güzellik elbet önemli ama onun kadar önemli olan bir şey de, kırık bir kalbin bitmeyen sevgisidir. 'O'nu bulduğuna inandıktan sonra ona sıkıca sarılmaktır. Sadakattir, hayatına devam eder gibi yaparken, diğerleriyle bir aradaymış gibi görünürken bile hep 'o kişi'yi sevmektir. Kendi iç dünyasında yaşamak, 'saadeti israf etmekten korkmak'tır. Ruhunun farkında olmak, gerçek sevginin hayatta sadece bir kez başa gelebileceğine inanmak ve sevdiği zaman da 'bütün dünyayı sevebilecek kadar çok' sevmektir. Raif Efendi işte budur, böyledir. Böyle birini buldu mu hiç düşünmeden aşık olunmaz da ne yapılır? 


Jay Gatsby - Muhteşem Gatsby

Evet kesinlikle muhteşem sıfatını hak eden bir adam Gatsby. Sevdiği için her şeyi yapmayı göze alan cesur ve aşık bir adam. Aynı zamanda sabırlı ve beklemeyi de bilen biri. Onun için Daisy tarafından sevilmek ve Daisy ile  birlikte olabilmek her ne kadar önemliyse de, sadece Daisy'nin mutlu olması için bile pek çok insanın yapamayacağı şeyleri bir an bile düşünmeden yapan bir adam o. Sevgisi belki biraz takıntılı ve hastalıklı gibi gelse de, aşka sadık olabilen nadir insanlardan biri.

   
Holly Golightly - Tiffany'de Kahvaltı

Holly; güzel, çekici, alımlı, çocuksu, saf, bağlanmaktan korkan hatta aşk ile birine bağlanmanın kafese kapatılmaktan farksız olduğunu düşünen, elindekini kaybetmeden onun değerini anlamaya yanaşmayan bir kadın. Canlı, hayat dolu, savruk, başına buyruk, eğlenmeyi ve eğlendirmeyi seven bu kadına ilk görüşte vurulmamanız çok zor. "Sevgilim" diyerek yanınıza gelip, sigarasını yakmak için sizden ateş istediği anda onun çekim alanına girmişsiniz demektir. Ve bu alandan çıkmanız hiç de kolay olmaz. 



Esmeralda - Notre Dame'ın Kamburu

İsmi Türkçede her ne kadar esmer bir kadını çağrıştırsa da kumral olan Esmeralda'ya ilk bakışınızda onun, bir insan mı, bir peri mi yoksa bir melek mi olduğuna karar veremezsiniz. Aynı anda hem Phebus, hem Quasimodo hem de Frollo'nun ona aşık olması da bize aslında ne kadar güzel olduğu gösterir. Sadece "Belle" ile bu üç erkeğin ona olan aşkını dinlemeniz bile Esmeralda'ya aşık olmanıza yetecektir. 


Uzun boylu ve zarif genç bir kadın. Alışılmamış bir güzelliğe sahip olan Salomé, fiziksel güzelliğinin ötesinde; akıllı, güçlü, cesaretli ve hatta küstah. Geleneksel "kadın" algısını yerle bir ederek karşılaştığı tüm erkeklerin bir anda aklını ve kalbini -her ne kadar asıl amacı bu olmasa da- çalmayı başarabiliyor. Onun etkisinden ve çekim alanından kurtulmaksa hiç de kolay olmuyor.






Küçük Prens-Küçük Prens

Çoğumuzun çocukken tanıyıp kalbinde yer edinen ilk roman karakteri Küçük Prens'tir. Sebebi sarı saçları, kendi küçük Astroid'i ile yıldızların arasında yer alması ya da prens olması değildir. Hatta o, masallardaki beyaz atlı prenslerden daha gerçektir. Başımızı kaldırıp yıldızlara baktığımızda orada bir yerde olduğuna inanırız. Çünkü bir kitapta sevme duygusunu samimi ve en saf hali ile bize hissettirip kalbimizin derinliklerine eken O'dur. Hayata daha farklı bakmaya öğretip ufkumuzu yıldızlara kadar genişletmiştir. Belki çocuk aklımızla ilk okuduğumuzda onu çok anlamadık ama büyüyüp yetişkin aklımızla okuyunca yine onu çocuk kalbimizle sevdik.


Güzel Remedios-Yüzyıllık Yalnızlık

Güzelliği ile ün salan Gabriel Garcia Marquez karakteri adeta gökten düşmüş bir melek gibidir. Ancak dış görünüşe aldanıp aşık olmak her zaman mutluluk getirmez. Macondo'nun gelmiş geçmiş en güzel kadını olan Remedios karşısında, erkekler aşklarından ölüp biterler. Safça dursa bile onunla konuştuğunuzda çok mu zeki yoksa aklı gidik mi tam anlayamazsınız. Erkekler güzelliğine aşık olurken o bu dünyanın bütün basitliklerinden sıyrılmış bir şekilde yaşamakla meşguldür.       


Yazının bonusu:





Peki aşık olacağınız roman karakteri gerçek olsa nasıl olurdu? 
Bunun cevabını görmek için Ruby Sparks (Hayalimdeki Aşk) adlı filmi izlemenizi tavsiye ederiz! 
Yazar olan Calvin son romanında kendisinin seveceğini düşündüğü bir dişi karakter yaratır ve adını Ruby koyar. Fakat bir hafta sonra Ruby kanlı canlı salondaki kanepede oturuyordur! Calvin kelimelerinin nefes alan bir canlıya dönüştüğünü görünce ne yapacağını şaşırır. 








                

05 Haziran, 2014


"Vapurun içinde tek kadındı. Tek biletsizdi. Fakat Kadıköy iskelesine vapurdan ne kadar bilet varsa o kadar adam çıktı. Ne fazla ne eksik." - Kim Kime isimli öyküden.

Her şey bir Burgazada ziyaretiyle başladı. Beğenmeyen Okumasın ekibinden Merve ile Ada’nın sakin sokaklarını yürürken Sait Faik Abasıyanık’ın, Darüşşafaka Cemiyeti tarafından müzeye çevrilmiş evini de ziyaret etmek istedik.

Sait Faik’in yazdığı, uyuduğu, muhteşem manzaraya dalıp gittiği, kısacası yaşadığı odaları dolaşırken, duvarlara yerleştirilmiş fotoğraflarına bir süre baktıktan sonra verdiğim ilk tepki şu oldu: Bu adam hayatımın aşkı olabilirmiş. Evet, itiraf ediyorum ki, Sait Faik'e sadece evinde dolaşıp fotoğraflarına bakarak aşık oldum o gün. Tabii bu aşkın doğal sonucu olarak, aslında hayatımın aşkını bulmadan kaybettiğim de söylenebilir. İmkansız aşklarım ve ben...
O günden sonra, biraz abartarak da olsa kafamda idealize ettiğim Sait Faik’i daha yakından tanımaya karar verdim. Şimdiye kadar onun sadece Kayıp Aranıyor isimli romanını okuyup burada da yazmıştım. Ziyaretin ertesi haftası gidip Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan basılan Sarnıç ve Son Kuşlar isimli öykü kitaplarını aldım. Bugün, içinde on altı adet hikayenisinin bulunduğu "Sarnıç"tan bahsetmeye çalışacağım.


Sait Faik'in tek başınalığını, gel gitlerini, özlemlerini ama yine de umudunu gördüm ben bu öykülerde. Kullanımını ilk kez, bu kitapta yer alan Bir Karpuz Sergisi hikayesinde gördüğüm 'yoksuzluk' var bu hikayelerde. Oldukça yalın ve sıcak anlatımında satır aralarında da olsa aşk da var yazdıklarında; ancak genel ve temel olarak öyküleri okurken ve okuduktan sonra bana kalan his sakinlik oldu. Evet, sakinlik... Öykünün konusu ne olursa olsun, Sait Faik kelimeleri o kadar yumuşak ve yalın seçmiş ki, okurken içime işleyen sakinlik ve huzur hiç gitmedi. Söz gelimi, babasının otuz yaşındaki ikinci eşi için ısrarla "annen" diye bahsetmesine çok kızan kırklı yaşlarındaki Rüstem'i, onunla arası kötü olan ablasını ve tüm bu kişilerin, doğum sancısı çeken bir kadının başında birbirlerine sopa ile vurarak kavga etmesini anlatışını okurken bile rahatsızlık duymadım. Bu bağlamda Sait Faik'in "büyülü" bir kalemi olduğunu söylemek sanırım abartı olmaz. Genelde Burgazada ve İstanbul'da geçen bu hikayeleri, konu bağımsız olarak okurken içime yer eden sakinlik hissinin başka bir açıklaması olamaz.

Loğusa isimli bu öykü dışında, kitapta yer alan birkaç öyküye de değinmek istiyorum. Kitaba ismini veren Sarnıç adlı öyküde eski yaşamını özleyen, eski bir dostuyla geçmişten bahsederken gözleri yaşaran, ortalama bir adamın geçmişle ilgili sorgulamaları, o günlere ait anıları ve kendisinde aradığını bulamayan eşinin, babasının evine geri taşınması var örneğin. Altını en çok çizdiğim öyküsü bu oldu diyebilirim. "Geçmiş hep daha güzel olmaya devam edecek." düşüncesini benimseyen şahsımın da ara sıra "Acaba geçmişi gözümde çok mu büyütüyorum?" şeklinde sorguladığım konuyu sorgulamış bu hikayede. "Niçin? Sanki o günler şimdiki kadar güzel miydi? Acaba o günler de bugünküler kadar durgun değil miydi?" diye sormuş ama sorunun cevabını vermemiş maalesef ve özlemeye devam de etmiş öykü boyunca. Genelde bu gibi cevapsız sorular sorduğundan da bahsetmiş zaten "Sarnıç"ta. Bu sorulara bir örnek olarak "Bu dünya insan için kafiydi. Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahluktu. O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı?" sorusu verilebilir sanırım. "Bu soruya cevabı olan var mıdır?" diye sorarak, ben de cevapsız sorulara bir tane daha ekliyorum.
Kafasında karpuz sergisi açmak hayali olan ama "yazın bütün güzelliğini görebilmek için" çalışmamak yönündeki arzusu "iradesini almış, birlik olmuş, dost olmuş" bir adamın hikayesini okudum Bir Karpuz Sergisi'nde. Kim Kime'de ise, ölen eşinin cenazesini Ada'nın en tepelerindeki evinden aşağı indirmek için kapı kapı dolaşarak yardım isteyen ama aradığı yardımı bulamayınca eşinin cenazesini uçurumdan aşağı atmak zorunda kalıp biletsiz olarak Kadıköy vapuruna binen bir kadını okudum. Yukarı da alıntı yaptığım gibi, vapurdaki tek biletsiz kadın oydu ve vapurdan bilet sayısı kadar adam inmişti. Burada melankoli düzeyinize göre, kadının vapur yolculuğu sırasında intihar ettiğini ya da vapurdaki adamların hepsi biletli olduğu için, vapurdan bilet sayısı kadar adamın inmiş olmasının normal olduğunu düşünebilirsiniz.

Sait Faik'i derinden tanıma yolculuğuma geç de olsa başladım. Burada Sarnıç'taki tüm öyküleri yazamasam da, en azından kendisinin tarzı ve anlattıklarıyla ilgili bir fikir verebilmiş olmayı umuyorum. Yazımı, Burgazada'da yaşadığı evde çektiğim fotoğraflarla sonlandırırken, keşfedilmesini ve kalabalıklaşmasını çok da istemediğim Ada'ya gidip Sait Faik'in müze evini gezmenizi tavsiye ediyorum.



Evin girişi. Bahçesinde önce bir Sait Faik heykeli karşılıyor bizi. Bahçenin yan tarafında ise ziyaretçilerin not ve mektuplarından oluşan minik bir sergi yer alıyor. Bu mektupları okurken çim sulama fıskiyelerinden ıslanmamaya dikkat edin :)

Sait Faik'in yatak odası

Evin en üst katından görünen muhteşem manzara. Hikayelerini bu manzaraya bakarak yazdığını hayal etmek bile güzel.

12 Mart, 2014


"Ölsen ölemezsin, yaşasan yaşayamazsın.Sokaklarda dolaşırsın öyle boş boş."


Altay Öktem'in, ironik ve mizahi bir dille kaleme aldığı ve öfkelendiğim şeyleri bile dudaklarımda bir gülümsemeyle bana okutan "İçimde Bir Boşluk Var" isimli kitabından keyifle bahsedecektim bu yazımda; ama 269 gündür uyuyan Berkin Elvan'ın ölümünün içimizde açtığı derin ve kapatılamaz boşluk damgasını vurdu dünümüze ve bugünümüze. İki gündür ülkece yaşadığımız yas nedeniyle iki kelimeyi bir araya getirmekte zorlansam da, izninizle bu kitapla ilgili yorumumu Berkin'in gölgesinde yazmak istiyorum.
Elimde, Sel Yayıncılık tarafından 2004 yılında basılan versiyonu bulunan "İçimde Bir Boşluk Var", 7 adet 'boşluk'tan oluşuyor: Ruhun Boşluğu, Bedenin Boşluğu, Cesetlerin Boşluğu, Aşkın Boşluğu, Görüntünün Boşluğu, Gürültünün Boşluğu ve Ben'in Boşluğu. 2004 yılında aldığım bu kitabı, geçen hafta sonu bir Ankara-İstanbul yolculuğumda okuyup bitirdim. Hiçbirimizin bu hayattan sağ çıkamayacağını söyleyen bu kitap, okuyana oldukça keyif veren türden. Bilimin gerçekliğine inanan Öktem, kafasına takılan her konuyu bilimsel yöntemlerle araştırmış ve sonunda da hayata dair bazı tespitlerde bulunmuş.

"Ruhun Boşluğu"nda, hayatı, en basit haliyle "insanın içindeki boşlukları tıka basa doldurmaya çalışması" olarak tanımlıyor, ruhun yaralı olduğundan, içimize bu sargılı haliyle bir şekilde 'tıkıştırıldığından' bahsediyor. Ancak, tüm inceleme ve çalışmalarına rağmen "vücutta, ruhun sığabileceği bir delik" bulamadığını da belirtiyor. Tüm çabalarımıza rağmen, içimizdeki boşluk dolmuyor, aksine büyüyor. Hayat içimizi boşaltıyor, sevmeler yüzeyselleşiyor.

"Bedenin Boşluğu"nda, 78 kuşağından, maruz kaldıkları  şiddet ve toplumsal 'ahlak' düzeni yüzünden "hem sinik hem inik kuşak" diye bahsediyor Altay Öktem. 'Evlenmeden olmaz'ların, toplumun yeniden üretip önümüze sunduğu anane, örf, adet, gelenek ve törelerin, sadece Cemal Süreya'nın dediği gibi şiire değil, aynı zamanda hayata da düşman olduğunu söylüyor.

"Cesetlerin Boşluğu"nda, yaşama şansımızın sadece "bize biçilen rollere uygun davranmamız"la mümkün olabileceğini ama bazen böyle bir yaşam formunu devam ettirmenin ne kadar zor olduğunu ve külfet haline geldiğini de anlatıyor, ekmek almanın bedelinin bir gün bir cana mal olabileceğini tahmin etmeden yazdığı şu cümleleriyle:

"Otobüse bilet almak, bakkaldan iki yumurta, bir ekmek istemek, garsona bir bira daha getir demek külfet oluyor. Yaşadığını itiraf edemiyorsun kendine. Çünkü nerede yaşadığını, neden yaşadığını, bu toplumun, bu maskelerin, bu oyunların içinde ne işin olduğunu anlayamıyorsun."

"Aşkın Boşluğu" aşkla ilgili oldukça direkt ve çarpıcı tespitler yapıyor Öktem. Aşkın bir gaz olduğunu ve bu doğası gereği uzun süre elde tutulamayacağını söylüyor mesela. "Gündelik hayatın tek düzeliğinden kurtulmak için yalnızca iki seçeneğimiz var; ya aşık olacağız ya delireceğiz." diyor ve ben de, delilik, anlam, tatmin ve aşk üstüne bolca kafayı yormuş bir bünye olarak oldukça haklı buluyorum.

"Görüntünün Boşluğu"nda markalardan, tüketim toplumundan, şöhretten, imajdan bahsediyor. Toplumun uzun süredir bolca star, pop star, suçlu, kurban ve lanetli çıkardığını; ancak bir kahraman çıkarmadığını söylüyor. Savaşın bir tecavüz biçimi olduğunu anlatıyor. Tecrübeden asla ders almadığımızı, yaşanan tecrübenin hiçbir işe yaramadığını, her defasında aynı şeyleri tekrar tekrar yaşadığımızı belirtiyor, hak vermekten kendimi alamadığım örnekleriyle.

"Gürültünün Boşluğu"nu ise, okuduktan sonra içimde yer eden, üzerine onlarca şey söylemek istediğim; ama bu isteğimin kelimelere dökülemediği aşağıdaki alıntı en iyi özetleyecektir:


"Çünkü tamiri imkansızdır harflerin, çizgilerin ve rakamların."

Son boşluk olan "Ben'in Boşluğu"na ise bir soruyla başlıyor yazar: Dünyada hayat var mı? Ben de cevap veriyorum: Hayır, belli ki yok.  Şu sıralar ülkede de sıkça referans olarak gösterilen 'demokrasi' rejimi maskesi altında 'kafasının içinde kurtçuklar olanlar ve onların seçtiği siyasetçiler' zinayı suç olarak görüp, yatak odalarımızı gözetlerken, ülke 'iki kelimeyi bir araya getiremeyenler'in çıkardığı yasa ve yönetmeliklerle yönetilirken, bizler 'Kenan Evren'i Marmarisli bir ressam sanmadığımız, aslanın karısının kaplan olduğuna inanmadığımız', yaşananları sorduğumuz sorguladığımız, olanlara isyan ettiğimiz için "eziliyor, sürülüyor ve sürünüyoruz." Bu ülkede kendini geliştirmek isteyen insanın yaşama şansı bile yok, diyor Öktem ve bunu kabul edemiyor. 2004 yılında bunları yazarken, 2013 yılında 31 Mayısta başlayan Gezi süreci, devamındaki operasyonlar, ses kayıtları, atamalar, görev değişiklikleri, saldırılar, ölen / öldürülen gençler ve tüm bunlara verdiği haklı tepki sonucunda insanların karşılaştığı şiddet ve mantıksızlıklar silsilesi sonrasında kendisinin düşüncesini merak ediyor ve hayatımda yazdığım en zor yazılardan biri olan bu yazıya son verirken ekliyorum: Affet bizi Berkin.



                                                 


09 Şubat, 2014

"kaldığın yerden devam etmenin karanlığı
benzemiyor hiçbir çaresizliğe"



Kitaplığımda iki Murathan Mungan kitabı var; ikisi de aynı eski dost tarafından hediye edilmişti bana. Biri, daha önce sitemizde yazdığım Aşkın Cep Defteri, biri de bugün yazmaya  çalışacağım "Timsah Sokak Şiirleri".

Şiir kitabı yorumu riskli bir iş aslında; çünkü yazarken iç dünyasını, kalbini, yaralarını çokça ele verebilir insan. Ama cesurluğum ve kendime meydan okumalarım ünlüdür benim. Sitemizde yazdığım Küçük Prens ve Kürk Mantolu Madonna yazıları da örnek verilebilir bu cesaretime.  Ne demiş Göksel bir şarkısında: "Ruhum çocuktan tehlikeli suları sevdi"... 
Bilenler mutlaka vardır; Beyoğlu / Cihangir'de bir sokak adı olan Timsah Sokak'ın, Murathan Mungan'ın 2003 yılında Metis Yayıncılık tarafından basılan "Timsah Sokak Şiirleri"ne adını verme olasılığı çok yüksek.

Hiçbir yaranız ya da benzer yaşanmışlığınız yokken bile okuduğunuzda altını çizecek, içinizi acıtacak çok satır bulabilirsiniz bu kitapta. Mungan kelimelerle o kadar güzel oynamış; aşkı, ayrılığı, yaşadığı acıyı, tecrübeyi, bekleyişi, vazgeçişi, hayal kırıklığını o kadar iyi anlatmış ki, satırlarda anlatılan bu yoğunluğu derinden hissedebilmek için benzer şeyleri yaşamış olmanız çok da gerekmiyor. Hal böyleyken, bir de bu konuda yaralarınız varsa; kitabı okurken o yaraların, kabuk tutmuş olsalar bile, teker teker nasıl tekrar kanadığını, içinizin nasıl acıdığı belirtmeme gerek yok sanırım.

                                                    "hiçbir şey öğretmeyen aşk ne çok şey öğretmiş bana
                                                     aynı yaşamıyor herkes
                                                     aşkı da ayrılığı da"

dese de Mungan, okurken aslında size özel sandığınız tüm o acıların, hayal kırıklıklarının, şaşkınlığın ve kaldığınız yerden devam etme zorluğunun, pek de size özel olmadığını, durumlar ve kişiler farklı olsa da, yaşanan hislerin az çok herkeste benzer olduğunu görüyorsunuz.

"Timsah Sokak Şiirleri"nde yeniden aşık olmak, yeniden sevmek, yeniden başlamak yok, aşkın güzel tarafı da çok yok. Aşkın acısı var, ayrılığın getirdikleri ve alıp götürdükleri var, çaresizlik var, yarım kalma, yarıda bırakılma ve hesap soramama var. O kadar ki;

                                                      "paramparça ediyorsun
                                                       anonim solgunluğunda
       bir zamanlar benim olan her şeyi"

dediğiniz kişiye sorabildiğiniz tek hesap:  "ne hakkın vardı buna?" olabiliyor.



Ayrılık, biten ilişki sonrası yakanızı bırakmayan anılar, "ama"lar, "acaba"lar var bu kitapta. 'Yalnız ya da birlikte bir ilişkiden çekip gitmek'; çaresizlik içinde sürekli anımsayış, bekleyiş ve bunların getirdiği yorgunluk var. Kitapta sırasıyla "Ben Çaresizliğin Eli Olsaydım","Ben Anımsayışın Eli Olsaydım", "Ben Bekleyişin Eli Olsaydım", "Ben Yorgunluğun Eli Olsaydım" diyor Mungan ve tüm bu şiirlerin sonunu "giderdim" ile bitiriyor. Keşke gitmek kolay olsa, keşke becerebilseniz zamanı geldiğinde şeyleri olduğu gibi bırakıp gidebilmeyi. Bekleyiş bir gün bitiyor bitmesine de, anımsayış bitmiyor, gidemiyor insan anımsayıştan ve bu yüzden hafızasını sildiresi bile gelebiliyor, bu kadar zordur hiç olmadık zamanlarda özleneni anımsamak. İşte bu yüzden diyor ki Murathan Mungan:

                                                      "ben anımsayışın eli olsaydım
                                                       tutmazdım kimseyi hatırımda
                                                       giderdim giderdim giderdim"

Çaresizlik, anımsayış, bekleyiş ve yorgunluktan sonra vazgeçmek var bu şiirlerde... Ve vazgeçmeden bir adım önce gelen kabulleniş... En zoru da bu değil midir zaten? Önce kabul edemez kalbiniz ve beyniniz, mantıklı açıklamalar ararsınız, mücadele edersiniz, reddedersiniz, ısrar edersiniz, oldurmaya çalışırsınız ve olmayacağını görmek istemezsiniz bir türlü; sevmişsinizdir, emek vermişsinizdir çünkü. Güzel olan şeylerin bitmesi için bir neden olmadığını ve sonsuza kadar güzel olarak devam edeceğini düşlemişsinizdir. Güzel olan bir şey durduk yere neden bitsin, değil mi? Kendinizle girdiğiniz uzun mücadeleden sonra, sonunda gerçek olandan kaçamayacağınızı anlar ve istemeseniz de onunla yüzleşirsiniz. Kabulleniş bu noktada gerçekleşir işte. Kabullenişten sonrası da malum: vazgeçmek ve kaldığınız yerden, sizden geriye ne kaldıysa onunla devam etmek. 'Kalbiniz tuzaklarda konaklar, devamsız hikayelerde yaşlanır' ve 'zaman, aldıklarını bir daha yerine koymaz." Vazgeçmek zordur gerçekten. Zordur; kanırtır, acıtır, dışarıya ve muhatabınıza yansıtamadığınız isyanlar  yaratır içinizde. Ama bu kabulleniş ve vazgeçişten sonrası daha kolaydır aslında; mücadeleyi bırakmışsınızdır, yaralarınız sarmaya geçmişsinizdir artık. Tıpkı Mungan'ın dediği gibi yani:


                                        "hem çok zor hem çok kolay
                                         vazgeçmeyi öğrendiğin yaşların başlangıcı" 

Ayrılıkların insana çok şey öğrettiğini görüyorsunuz bu şiirlerde. "Vahşi bir bitki gibi kendi zehriyle çürümeyi", "zamanın ne olduğunu", "yalnızlıkta seslerin birbirine ne çok benzediğini", "intiharın, hayatınızın hiç değişmeyen ihtimali olduğunu", "eşyanın zamanla nasıl uysallaştığını", "zamanla hiçbir şeyin eskisi kadar acı vermediğini" ayrılıklar öğretir size ve en sonunda dersiniz ki: "unutmadım hiçbirini, ama yaşlandım."
Gençken, kalbiniz toyken, içinizde daha acıya yer varken, daha cesaretli, daha atak olabiliyorsunuz; ancak yaşanmış onca şeyden sonra geriye söyleyebildiğiniz sadece şu kalıyor:
yordu, yordum, yoruldum

Yaranız olsun ya da olmasın, ayrılık yaşamış olun ya da olmayın, biri sizi hayal kırıklığına uğratmış olsun ya da olmasın, birini deli gibi özleyin ya da özlemeyin, içinizde bir şeyler yarım kalmış ve bu yarım kalmışlıklar nedeniyle yüreğinize bir boğa oturmuş olsun ya da olmasın, "Timsah Sokak Şiirleri" içinize dokunuyor. Sizin yaşadıklarınız, bir önceki cümledeki "ya da"lardan önceki gibiyse zaten fazla söze gerek yok; okuyun ve yalnız olmadığınızı anlayın, derim.
Göksel'in şarkısından bahsetmiştim ya yazının girişinde, "Kardan Adam", bence bu yazımı fona o şarkıyı alarak okuyun:

18 Ocak, 2014

''Tanrım, gökyüzü o gün ne kadar da maviydi!'' (s.86)




Öyküsünü okuduğumuz kahramanların içinde yüzdüğü bir olgu silsilesi vardır. Okurken ya bir mücadeleye tanık oluruz ya da bazen bu olgular salondaki fil gibi ortada kalır ve görmezden gelinir. Konu Beyrut ve zaman 1970’ler öncesi olduğunda ise tarih bu sahnenin ortasında bir fil terbiyecisi olarak tüm kontrolü eline alır. Bunu görüp görmemek ise biz-okuyucuların takdirine kalmış.

Bize öyküsünü anlatan İsyan Kitabdar’ın ve ailesinin geçmişi pek çok sosyal ve tarihsel kırılmalarla doludur. Zaten romandaki karakterler sanki yaşadıkları tarihin bir temsilcisiymişçesine somutluğa bürünmektedir. İlk kırılmalar 1900’lü yıllarda başlar. Osmanlı’nın “hasta adam” olduğu dönemlerde bir gürültü ile sessizliğe gömülmesi padişahın kızı, İsyan’ın büyükannesi İffet ile vücut bulur. Beyrut’un bir dönemler çatısı ve geçmişi olan Osmanlı İmparatorluğu gibi, İffet de Kitabdar ailesinde Osmanlı’nın ve anneliğin sadece sembolik bir suretidir. Kitabdar ailesinin sessiz ve görece pasif duran İffet karakteri arka planda artık göz ardı edilmiş bir geçmiş, bir tarih olarak var olur.

“Adana’da ayaklanmalar olmuştu. Kalabalık, Ermeni mahallesini yağmalamıştı. Altı yıl sonra çok daha büyük çapta olacakların provası gibi bir şeydi.”(s.26)

Babası yaşadıkları Adana’da Ermeni olan Fen öğretmeni Nubar ile derin bir dostluk kurar. O dönemde yavaş yavaş başlayan Ermeni meselesi ile aile Adana’da zor günler geçirir. Babası, Osmanlı hanedanlığından kalan soylu kimliği ile ihtilalci kişiliği arasında kalmıştır. Ama aslında bu düzen karşıtı kimliğini yaratan soylu geçmişidir. Daha sonraları Nubar’ın kızı ile evlenir ve anne tarafından Ermeni, baba tarafından Türk olarak İsyan dünyaya gelir. 

İsyan’a göre babası “Prens olmasaydı, ihtilalci olmazdı.” (s.33) İsyan’ın babası yıkılmış bir imparatorluğun kızgınlığının ve hayal kırıklığının yansımasıydı.  Bunun can çekişmesini ise geçmiş tutkusunu geleceğe tezahür ettirerek gösteriyordu. “Gelecekten çok, geçmişe mi bakıyordu? ... Alt tarafı gelecek, özlemlerimizden kuruludur, başka neden olacak?” (s. 33) İçinde yaşadığı bu çelişkiyi çocukları için kurduğu hayallere yansıtır ve ismi ile başlayarak oğlu İsyan için devrimci olacağı bir gelecek çizmek ister.

Ancak babasının beklentileri İsyan’ın ailesinden ve babasından kaçışını getirir ve o da kendi tarihini yaşamaya başlar. Başarılı ve çalışkan bir öğrencidir. Ermeni meselesinden kaçıp taşındıkları Beyrut’tan, Fransa’da tıp okumak üzere ayrılır. Burada şans eseri ve hiç bilmeden kendini Direniş Örgütü-Özgürlük içinde bulur. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’da kurulan bu örgüt Nazizm ve savaş karşıtı olarak çalışmaktadır.

“Nazizmden, Fransa'yı işgal ettiği gün değil,  Almanya'yı işgal ettiği gün nefret ettim.” (s.54)
  
Fransa’da hem hayatının aşkını bulduran hem de babasının rüyasını gerçekleştiren tesadüfler İsyan’ın hayatını bambaşka bir yöne çevirir. İsyan yaşadıkları ve bu yaşadıklarına yaptığı yorumlar ile gerçekte böyle bir insan olabilir mi acaba diye okuyucuya sorduruyor. Arka planda gerçekleşen savaşın ve ayrımcılığın acı veren gerçekliğine inat masalsı, gerçek olamayacak kadar umut dolu bir karakter portresi çiziyor.

İsyan, Bakü’ye* dönüşerek kendi geleceğini kurup kendi tarihini İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşamıştır. Aşkı Clara ile beraber yaşayacakları tarih ise İsrail-Arap savaşının acılarını taşır. Bu süreçte yaşamak zorunda kaldıkları savaşın kaçınılmaz acılarını yazar kesinlikle çok iyi hissettiriyor. Kitaptaki, aşka ve hayattaki günlük mücadelelere dair yaptığı tasvirler insanın içine dokunuyor, her bir cümlesinin altını tek tek çiziyorsunuz.

‘Engel yokmuşçasına yürümem yeterliydi. Düşüş işte böyle başlar.’ (s.99)

Doğunun Limanları sadece İsyan adlı görüp görebileceğiniz en mütevazi, samimi, içten ve romantik bir karakterin hikayesini değil ama tarihi/geçmişi göz ardı edemeyeceğinizi siz onunla yüzleşmezseniz de onun sizinle hesaplaşacağını anlatır. 

‘Bazıları, geleceğe inanmaya devam ettikleri için sabrederler.’ (s.135)

Amin Maalouf belki bu tarihsel olaylara çok derin çözümlemeler sunmuyor ama bazen tarihin kendi geleceğimizi yüzleşilmesi gerekilen bir geçmişe dönüştürebileceğini en iyi şekilde dile getiriyor.

“Her kökten insanın yaşadığı Doğu limanlarında, yan yana yaşanan ve dillerin birbirine karıştığı o dönem, geçmişin anımsanması mı? Geleceğin habercisi mi? Bu düşü görenler, geçmişe bağlı olanlar mı yoksa geleceği hayal edenler mi?” (s. 33) Bu düşü gören ve hayalini gerçek kılmaya çalışan nice güzel canları anarak yazımı bitiriyorum.

Yazdığı karakterlere benzer tecrübeler yaşamak zorunda kalan Amin Maalouf’un edebi serüveni ve Beyrut hakkındaki kısa belgeseli Ece Temelkuran’ın sunumuyla izlemek için linke tıklayın!



* Dedesi Nubar, İsyan’a Ermenice ‘Abaka’ yani gelecek anlamına gelen bir isim takmıştır. Zamanla bu ad “Bakü’ye” dönüşür. Direniş sırasında bu adı kullanır ve anılır.

14 Aralık, 2013

“I believe that, from start to finish, it is what it says it is: praise of love, sung by a philosopher who thinks, like Plato, whom I quote: “Anyone who doesn’t take love as a starting point will never understand the nature of philosophy.” (s.3)
“Başından onuna kadar ne ise o, inandığım şey şu: Plato gibi düşünen bir filozofun söylediği Aşka Övgü ve ondan bir  alıntı yapıyorum: ‘Aşkı başlangıç noktası olarak almayan hiçkimse felsefenin gerçek doğasını anlayamayacaktır.”

Bunu söyleyerek içimi rahatlatan Badiou’ya teşekkürlerimi sunarım. Sonunda birisi yeniden felsefi açıdan aşkın aslında pek de hafife alınmayacak yönlerini kimi zaman klasik sözlerle de olsa, çoğu zaman yepyeni fikirler ve diğer düşünürlerden paylaşımlarla, en güzel şekilde analiz etmiş.

Eleştirilerle başlıyor kitaba: Birinci eleştiri konusu ise çöpçatan siteleri. Çünkü bu sitelerde verilen net, insanları bire bir eşleştiren bilgilerle, aşkın tesadüfiliğinin kesişmediğini düşünüyor. “Get perfect love without suffering.” (s. 6) yani "mükemmel aşkı acı çekmeden yakalamak" ifadesini kullanıyor. Eğer aşk tesadüfi ve riskli bir şeyse, öyle kalmalı, ki tesadüfi olmaması onun doğasına aykırı. Tabii bu noktada, çöpçatan siteleri de riskten bağımsız değil, ama böyle bir eşleştirmenin aşkın doğasına aykırı olduğunu öne sürüyor. 

“We must bear in mind that, like many processes for finding the truth, the process of love isn’t always peaceful. It can bring violent argument, genuine anguish and separations we may or may not overcome. We should recognize that it is one of the most painful experiences in the subjective life of an individual! That’s why some people promote their “comprehensive insurance” propoganda.” (s. 61)
“Aklımızdan çıkarmamalıyız ki, doğruyu bulmak, yani aşk süreci o kadar da barışçıl değildir. Bazen üstesinden gelemediğimiz şiddetli tartışmalar, derin bir keder ve ayrılık yaşanabilir. Bu insanın bireysel yaşantısında deneyimleyebileceği en acı verici tecrübelerden biridir! Bu nedenle işte bazı insanlar “çok kapsamlı sigorta” propogandası yapıyorlar.” 

Badiou aşkın kıskançlıkla ölçülemeyeceğini anlatıyor. Kıskançlık sadece bir şey, önemli bir şey belki ama aşk için bir ölçüt değil. Aşk ne tutku ne de kıskançlık, bu duygular belirleyici olamaz, tüm bu ufak kaygıların daha ötesinde bir şey. “Aşk bir inşadır, hem de bir kişinin perspektifinden değil, iki kişinin perspektifinden yola çıkan bir hayatın kurulmasıdır” (s. 29) 

Kim demiş aşk ile politika benzeşmez diye? Politika insanları birleştirici bir güce sahiptir. Cinsellik ise farklıdır, “seks insanları ayırır, birleştirmez” (s.18) Lacan’dan örnekler veriyor bu noktada... 
Peki ya kimlik? Politikada farklıların kimliklerinin kaynaşması vardır, belki bir düşman da vardır politikada, bir karşıt. Aşkta yoktur bir düşman ama farklılık ve kimliklerin anlaşması ve yeniden oluşturulması ve şekillendirilmesi söz konusudur. Aşk her zaman kendini yeniden keşfetmek zorundadır. Bu noktada Rimbaud’dan esinlenmiş: “Bildiğimiz üzere aşk yeniden keşfedilmelidir.”(As we know, love must be re-invented), varolmak için buna muhtaçtır. 

Bazen gidenler kalanlara şöyle der: “Bu senin sorunun” Modern olan da modern olmayana böyle der: Kendi dertlerinle kendin uğraş, ben sana destek olamam. Politikada bombalayan bombalanana şöyle der: Sen kendi yaşantından sorumlusun, seni kurtarmak için çektirdiğim bu acıyla mücadele etmek sana kalmış. Irak işgalini örnek vermiş Badiou. Diğerinin (edilgen kılınanın) bakış açısını yakalamış bir filozof çünkü. 



Peki bu kitabın en güzel tarafı ne? Siyaset ve aşk, aslında birbirinden çok farklı dinamiklerle işlemiyor. Aslında bir olma çabası, bir ulusta, bir grupta, bir partide, iki insanda! Hep var! Hep var oldu! Ama o bir olanlar hiçbir zaman birbirinin varlığında erimeyi kabul edemez. Siyasetin temel sorularından biri de burdan doğuyor: Farklılıkları ezmeden, yok etmeden, incitmeden ve kırmadan dökmeden nasıl bir birliktelik duygusu yaşanabilir? Sevmeden, istemeden, birileri organize ederse bunu, kader diye baştacı edilirse bu birliktelik, eğer hükümet veya aile veya bir başkası seçerse kimle evlenileceğini, kimle yaşanacağını, nasıl bir özgürlük kavgası olabilir? Bu noktada aklıma tabii ki Kuzey Kore'de devletin seçtiği eş ile evlenme politikası geldi.

Bu kitabın Türkçesini Can Yayınları’ndan elde edebilirsiniz, çevirmen Orçun Türkay. Bu elbette tam bir felsefe kitabı değil, bir mülakat şeklinde geçiyor sorular ve cevaplar, Nicolas Truong’un sorularına cevap veriyor Badiou. Truong'un ayrıca Guardian'da diğer feylesoflar üzerine yazıları olduğunu hatırlatalım, ben de yeni keşfettim. Çevirilerdeki hatalar ve gözünüze batan eksik ifadeler için şimdiden sizden af dilerim. Bunu da son anda belirttiğim iyi oldu değil mi?

12 Kasım, 2013

"memnuniyetim artar belki

 devam edersem ama şimdi

 umudum yok ve yorgunum"


"Ekmek Arası" ile başlayan Charles Bukowski yolculuğuma, "Kahramanın Yokluğu" ile devam etmek istedim. Alkım'da elim yine Bukowski kitaplarına gittiğinde, arka kapak yazısından en çok etkilendiğim bu olduğu için tercih ettim kitabı. Oldukça iddialı, direkt ve aslında 'gerçek'ti arka kapakta okuduklarım.
"İzahı güç."
"Kahramanın Yokluğu" Bukowski'nin  ölümünden sonra kitaplaştırılmış deneme ve hikayelerinden oluşuyor. Aşka, tutkuya, şiire, edebiyata ve tabii ki alkole bol miktarda yer var bu kitapta. 
Bu deneme ve hikayelerde, Bukowski şiiri ve yazıyı 'dolaptan tıraş bıçağını aldığımızda onu gırtlağımıza saplamaktansa onunla dikkatlice sakalımızı kesmemizi sağlayan', aklımızı kaçırmamızı engelleyecek tek şey olarak görüyor ve ancak bu duruma geldiysek yazarlığı bize tavsiye ediyor.
Kira, yemek, iş gibi hiçbir derdi olmayan aptal ördekler gibi olmak istiyor bazen, çünkü çok yorgun; "Sözcükleri sen döşe; ben yorgunum." diyebilecek kadar yorgun. Bu noktada belki alakasız olacak ama, yorgun olsam da olmasam içimde hep var olan kedi olma isteği güçlü bir şekilde yeniden beliriyor. Ev kedisi ya da sokak kedisi fark etmiyor; seni seven ve besleyen birileri elbet çıkıyor ve onlar sana sadece senin istediğin kadar yaklaşabiliyorlar. İşte bu yüzden sıklıkla kedi olmak isterim ben. Neyse, konumuz şu anda bu değil. 
Hiçbir şey istememe mertebesine geldiğim zamanlara denk geldiğinde Bukowski benim için bir yandan tehlikeli bir yandan da ilham verici olabiliyor. Garip bir ortak çizgide yürüdüğümü hissediyorum onunla birlikte "yüreğim kendi midesini kusuyor". Okurken ben de onun gibi intiharın "düşünen insanın başvurduğu bir yöntem" olduğuna karar veriyorum. Aşk pek çok olabilse de intihar tek oluyor ve bu yüzden Bukowksi intiharı daha asil buluyor. Haklı bence. Ama cesaret istiyor. Hiç doğmamış olmak daha kolay ve tercih edilebilir sanki.  
Çok karanlık gibi gözükse de aslında bir yandan da eğlenceli yazılar yer alıyor "Kahramanın Yokluğu"nda. Ama yine de bence Bukowski'ye yeni başlayacaklar için  ilk üçte değil de sonlarda okunması daha uygun olacaktır.
Kitaba adını veren "Kahramanın Yokluğu"ndan bir kısımla sonlandırmak istiyorum bu kısa sayılabilecek yazımı:
"Hüzün. Hüzün o kadar büyük ki, başka bir şeye dönüşür - bir bardağa örneğin. Hüzün bir şeydir, delilik başka bir şey. Bu yüzden odana gider, kıçındaki boku siler ve delirmeye karar verirsin."

Beni tanıyanlara not: Korkmayın, iyiyim. En azından idare edebiliyorum. :)

31 Ağustos, 2013



        Bir Kitap Okudum; İçim Temizlendi : BAZUKA



Murat Uyurkulak'la tanışmam yakın zamanda gerçekleşti. Önce Tol'u okudum. Şu ana kadar okuduğum kitaplar içinde - iç rahatlığıyla söyleyebilirim ki- en etkileyici giriş cümlesine sahip kitaptı. Ancak onun hakkında yorum yazma cesaretine henüz sahip olmadığımdan ikinci okuduğum kitabı - aynı zamanda kendisinin yayımlanan üçüncü kitabı- Bazuka hakkında naçizane hislerimi yazmak istedim.

Ben pek öykü okuyucusu değilimdir açıkçası, roman bana hep daha cazip gelmiştir nedense. Ancak bu kitap beni benden aldı. Hatta itiraf ediyorum kitap okurken ilk kez gözlerimden yaş geldi (Kırmızı'da).

Bazuka - Aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikayeler- 2011 yılında Metis Yayınlarından çıkmış. İçinde -bendeki etki sırasına göre - Kırmızı, Kuş Yuvası, Tutkular Kitaplığı, Derviş, Gülsüm, Aşk Yalnızlık ve Bazuka, Şarap, Kurtuluş On İki adlı 9 harika öyküyü barındıryor.



Bu uzun girişin ardından eserle ilgili notlara gelecek olursak - kitaptaki sıra ile-



Tutkular Kitaplığı; (Reha Mağden'in Yazgılar Tableti (Avasta, 1999) adlı müthiş kitabına naziredir. 2004'te Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı" arka sayfa notuna sahiptir.) Kıymeti bilinmeyen yazarların kitaplarının tanıtımının yapılması için; reklamcı, gazeteci hatta milletvekili kaçırmayı göze alan bir edebiyat tutkunu yoksul bir kütüphane memurunu bulmaya çalışan bir dedektifin öyküsüdür.  Ancak kütüphane memuruna göre "Asıl vahim ve acı olan, değeri bilinmemiş okuyucuların durumudur.", " Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür.." Eserin baki, okuyucunun fani olduğu şu dünyada zaten az olan kitap okurunun durumu bu kuru kalabalık raflar arasında seçici geçirgen olmayı gerektirir. Ancak kapitalist piyasa koşullarında metalaşmasının önüne geçilemeyen kitaplardan kıymetlilerini bulmak da bir o kadar zordur. "Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır..."



Kurtuluş On İki; (fişek gazeteci Ulaş Gürpınar ile ortaklaşa yazıldı, 2007'de Time Out dergisnin hazırladığı İstanbul Hikayeleri kitabında yayımlandı arka notu ile sunulmuştur.) Kitaptaki bana en az etkii eden öyküdür. Belki tam olarak anlayamadığımdan belki de ne anlamam gerektiğini henüz bilmediğimden kaynaklaklıdır bu durum karar veremedim. Bu nedenle üstüne yazmayı doğru bulmuyorum, affola.


Kuş Yuvası; (şahane hikayeci Aslı Ilgın Kopuz'la ortaklaşa yazıldı, 2008'de Alman yayınevi Berliner Taschenbuch'un Unser Istanbul adlı hikaye seçkisinde yayımlandı.) Kitaptaki en etkileyici öykülerden biridir. Cinsiyet meselesini temele alan bir aşk hikayesini anlatır. Aşk zaten zordur, iki kadının aşkı ise imkansızdır. Yaşadığımız dünyada ya da memlekette o kadınlardan biri erkek gibi mi olmalıdır dışarıya karşı? Öykünün sorusu muhtemelen bu değil ama bendeki yarattığı çağrışımlardan biri oldu; kabul görmek için, cinsel yönelimini saklamak ve diğer cinsin rolüne bürünmek. Asıl sorusu ise öyküde geçmekte; " Her türlü acının hem başlangıcı hem bitişi aşktan değil midir zaten? Aşk değil midir, nihai ismimizi koyup bizi kendimize hamile bırakan, kendi kendimizi doğurmamızı sağlayan ve ortaya çıkan bebeği önce mucize sonra hilkati garip, veya tam tersi kılan?" Kendi adıma benim şu an bu sorulara cevabım yok çünkü; düşünüp kurcalamaya korkuyorum ya da daha doğru ifade edecek olursam yüksek sesle sizinle paylaşırken kırılma yaşamak istemiyorum. Ancak Murat Uyurkulağın 06/05/2011 tarihli Radikal'de yayımlanan Burcu Aktaş ile röportajına kulak verecek olursak kendisi "Bugün aşk dediğiniz parlak ambalajlı bir ürün, alınıp satılıyor, her yerde, ama hiçbir yerde. Bunca rekabetin, hesap kitabın, kâr hırsının, ağır mesainin, mezardan farksız evin, azap gibi okulun-kışlanın, cehennemden beter fabrikanın ortasında aşka mecali kalan varsa tebrik ederim."   demekte.



Pembe; (2009'da Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı.) Kadın erkek olma meselesinin başlangıç noktasıdır bana göre pembe. Cinsiyetimle ilgili sorgulamalar ve sorunlar yaşamaya başladığım andan itibaren -ki ilk okul sıralarına denk gelir- hayatımdan kasıtlı olarak uzaklaştırdığım hatta düşman olduğum bir renktir. Sadece benim değil pek çok insanın hatta bebeğin başına gelen bir sorundur pembe. "Kız" olmakla eşdeğerdir, feminen(!) kırmızının sulandırılmış halidir, sevimsizdir. Öykümüzün 'erkek' kahramanının başına da ne geldiyse hep 'pembe' yüzünden gelmiştir; gözünü, en sevdiği arkadaşını, sevdiği kadını, zenginliği hep 'pembe' yüzünden kaybetmiş hatta yine aynı meymenetsiz renk yüzünden hapse bile düşmüştür.


Aşk, Yalnızlık ve Bazuka; (Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler (İletişim, 2009) adlı şahane kitabına naziredir. 2009'da Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı.) Çocuklukla ergenlik arası erkeklerin kendileri kanıtlama çabaları aslında bu öykü. Doğru olur mu bilemem ama tam bir erkeklik hikayesi. Okurken gülümsetti beni, sevdim. "Aşk , bir, iki veya daha fazla kişi fark etmez, her halükarda yalnızlık demekmiş, bunu şimdi gayet iyi anlıyorum."

Şarap; (Alman SWR radyosu için yazıldı, 2010 Noel arifesinde radyodan okundu.) Bu öykü "Türkiye'nin iç bölgelerinde, Kangal köpeği, etli pidesi, madımak çorbası ve Madımak katliamı ile meşhur Sivas kentine bağlı Belveren kasabasının...." şeklinde  başlayarak arkeolojik bir kazı ekibinin hikayesini anlatmakta. Aslında bir Türk, bir Fransız, bir Alman,  ve bir Amerikalı'nın yaptıkları kazıda elde ettikeri başarıyı kutlamak için alkol aramaya çıkmalarının trajik hikayesi.



Derviş; (nadide yazar Ersan Üldes'le ortaklaşa yazıldı, 2008'de Fransız yayıneci Magellan & Cie'nin Nouvelles de Turquie adlı hikaye seçkisinde yayımlandı arka notu ile sunulmuştur.) "Uyan üstad. Sebep olacağın hikayenin tam zamanıdır, biz emin olduk bundan, affeyle..." gibi bana çok vurucu gelen bir cümleyle başlar bu öykü. Bir dervişin uykusundan uyanıp, şeyhinin arzusu üzerine Karaköy'den Galata'ya kısa seyahatini anlatır. Bu devrin adamı olmayan derviş için her şey bambaşkadır, kafası karşır, midesi bulanır ama yoluna devam eder. "Sırlı camları olan, pek yüksek bir hanın önünde" durur, kendini seyreder. "hanın içinden çıkan heybetli bir cüsse" onu yaka paça içeri sokar. İçeride onunla eğlenen insanlar vardır. Dışarı çıkınca şöyle düşünür; "benimle eğlenen, alem ve cümbüşü çok seven bu sivri kafalı güruh, dev bir aynanın içinde yaşamaya mecbur edilmiş zavallılardan müteşekkildi. Bu havasız yerde gün sayıpömür tüketiyordu hepsi. Böylesi dev bir aynanın içine hapsedilmek için, kim bilir vaktinde ne günah işlemişlerdi?"


Kırmızı;  (Goethe Institute'ün "Hatırlatmaya Cesaret Etmek" projesi için yazıldı. 2010'da Alman edebiyat dergisi Die Horen'de yayımlandı.) Geldik benim favori hikayeme. "İnsan çocukken bir büyük saadet ülkesinde yaşıyor, sağa sola şuursuzca koşturup neşeyle kişniyor. sonra büyüyor, büyükçesalaklaşıyor, salaklaştıkça unutuyor o mesut diyarı, bir nevi ölüyor." diye başlıyor öykümüz. Yaşlanmayı sevdiriyor bana. Ben huysuz ihtiyarları hep komik ve eğlenceli bulmuşumdur, belki de ondan bu öyküye zaten ekstra bir sempatiyle başlıyorum. Hamza dedenin (büyük büyükdede) öyküsü bu. "Birinci Dünya Savaşı ve akabinde İstiklal Harbi sırasında, tam dokuz sene, evini bir kez olsun görmemecesine askerlik yapmış...", "..rivayete göre hafif delirmiş, terhis olup döndükten sonra bir yıl boyunca evin en karanlık odasına kapanmış, tek bir insanla konuşmamış" bir adamın kırmızı görememeye başlamasının hikayesi. " Adeta boğa gibi, kırmızı renge dayanamıyordu Hamza, ne zaman kırmızı görse öfkeleniyor, kendini kaybediyordu." çünkü, "ölüm ve zulüm kırmızının kardeşiydi. Hamza beyazı da sevmiyordu, çünkü mermi kafaya girince beyin beyaz beyaz saçılıyordu. Sarıyı da sevmiyordu, çünkü irin bağlayan yaralardan sarı sıvılar akıyordu." "Hamza hangi renk parlıyorsa onu sevmiyordu." Militarizm karşıtı bir insanım, silah sevmem, savaş sevmem, savaş kahramanlarının sadece tövbelilerine sempatim vardır. Belki de bu nedenle Hamza beni ağlattı.  Kim bilir. ( Gerçi ben burada hikayenin iyice tadını kaçırmamak için bir fikrini aldım ama aslında vurucu kısmı o kısımda. )

Gülsüm; (Haşhaşi dergisi, Temmuz 2010'da yayımlanmıştır) Oğlunu ilk kez geneleve götüren bir babanın öyküsüdür. İçinizi sıkar, rahatsız eder zaten; amaç da budur aslında: rahatsız etmek. “Nurperi’nin yeri Şişli’de, Ulu Önder’in istiklal meşalesini yaktığı müze evin arka sokağındaydı. Milli sermayenin memleket bekası için ne mühim bir mesel olduğunu iyi bilen Nedim Bey, atalarının has yörük olduğunu öğrendiğinden beri Nurperi’nin yerinden hiç şaşmamış, zevk gayesiyle saçtığı banknotların Ermeni ve Rum mamaların kasasına girmesine asla müsaade etmemişti. İslam alemine medeniyet canavarıyla mücadele şuuru zerk ederken Hint ellerinde şehit olan Teşkilat-ı Mahsusa mensubu bir babanın oğluna da böylesi yakışırdı. Ve çok kıymetli bir aile yadigârı misali bir sonraki nesle nakledilen o mahsus hal her nasılsa hâlâ hükmünü sürdürdüğü için, eylül ihtilalcilerinin ahaliyi belli vakitlerde sokağa çıkarmama saplantısı Nedim Bey’e elbette ki sökmezdi.” 

Efendim, benim bu kitap hakkında yazacaklarım ve yazdıklarım bu kadar. Lakin kitabı okuduğunuzda göreceksiniz ki, sizde bıraktığını hisler ve sorular açısından çok daha fazlasıdır Bazuka. Eğer kısa öykü okumayı sevenlerdenseniz benim kanaatimce bu kitabı da seversiniz. Edebi lezzet açısından tatmin eden, akıcılık ve kelime seçimleri, tasvirler, göndermeler ve mizah dozu açısından da sizi üzmeyecek bir kitap.