Burcu Arslan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Burcu Arslan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

02 Ağustos, 2014

"Korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da yaşanmayan hayatlardır." 


İnsan bir kere tanıştı mı, uzun süre ayrı kalamıyor Bukowski'den. Beni en çok etkileyen tarafı nedir, henüz buna net bir cevabım yok; ancak Sait Faik'le ara verdiğim Bukowski yolculuğuma, hayatının son yıllarında yazdığı günlüklerden oluşan Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi ile devam ediyorum. Malum, daha önce Bukowski'den Ekmek Arası ve Kahramanın Yokluğu'nu okuyup burada da yazmıştım. Kaptan bir arkadaşımın uzun yola çıkmadan önce bana okumam için verdiği Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi isimli bu kitaba ise itiraf ediyorum ki, bir süre başlamak istemedim. Hem ismi hem de günlük şeklinde yazılması biraz mesafeli yaklaşmama neden oldu sanırım. Hata yaptığımı, kitabı 'şöyle bir karıştırmak' için elime alıp bir çırpıda birçok yerin altını çizerek okuyup bitirdiğimde anladım. 

Parantez Yayınları tarafından basılan Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi, Bukowski'nin 28.08.1991 ile 27.02.1993 yılları arasında, yani ölümünden bir sene önce, kaleme aldığı günlüklerden oluşuyor. Kitabın içinde ayrıca, Robert Crump'ın çizimleri de yer alıyor. Bukowski bu yıllarda artık yazarlığının doruklarında, ölümünden önce yayınlanan son kitabı olan Pulp'ı yazmakta, maddi anlamda çok da sıkıntısı kalmamış, yaşarken de tanınır hale gelmiş; yani kelimenin tam anlamıyla "olmuş" bir durumdadır. Namıdiğer Pis Moruk yazdıklarına, hayata dair yaptığı çıkarımlara, düşüncelerine sonuna kadar güvenmekte, sadece yazmayı, tek başınalığını, kedilerini ve -tam emin olamamakla birlikte- eşi Linda'yı sevmekte, insanların genelinden hoşlanmamaktadır. Hoşlanmadıklarına tüm yazarlar, şairler, hipodromdaki bahisçiler, biletçiler, yolda onu tanıyıp onunla konuşmak isteyenler, gazeteciler ve hatta biz de dahiliz. Öyle ki bunu, daha günlüğün başlarındaki şu cümlesinden rahatlıkla anlayabiliyoruz: "En iyi okur ve insan beni yokluğuyla ödüllendirendir." 

Elbette, bu kitabı yazdıktan kısa bir süre sonra öleceğini bilmiyordu; ama ömrünün son dönemlerinde olduğunun oldukça farkındadır Bukowksi. Bunu, sürekli yaşlılıktan, ölümden ve hayatın manasızlığından bahsetmesinden rahatlıkla görebiliyoruz. Ölümden bahsederken, tam da kendinden bekleneceği üzere, ölümden korkmadığını da görüyoruz. 30.09.1991 tarihli günlüğünde diyor ki: "Yakında öleceğimi biliyorum ve bunu çok garipsiyorum. Gitmesini bilmek lazım. Depomuzdaki yakıttır ölüm. Devam edebilmek için ihtiyacımız var. Zamanı geldiğinde gitmezsek çevreyi kirletiriz." Ölüme bu kadar yakınken ona bu derece olgun ve umursamaz yaklaşabilmek, herhalde çok az insanın başarabildiği bir şeydir. Ölüme bakış açısı konusunda Bukowski'nin kendimi bulduğum cümleleri ise 24.08.1992 tarihli günlüğünde yer alıyor: "Bensiz bir dünya tasavvur etmeye çalıştım geçen gün. Hayat her zamanki gibi sürüyor ve ben içinde değilim. Ne tuhaf, çöp kamyonu gelip çöpü alıyor ve ben orada değilim. Gazete kapının önünde yerde duruyor ve ben eğilip almıyorum çünkü yokum. Olacak iş  değil." Evet, gerçekten bu olacak iş değil. Ben öldükten sonra dünyanın hiçbir şey olmamış gibi -aslında evet, dünya için benim yokluğum çok da büyük bir 'şey' değil- dönmeye devam edecek olmasını çocuksu bir şımarıklıkla kabul edememiş şahsımın, bu cümlelerde kendini bulması hiç de anormal değil.

Kitapta aslında ölümün yanında hayatla ilgili de bolca nokta var Bukowski'nin değindiği. Hayatın ne olup ne olmadığı, tuzakları, insanların yaşayışları ya da nasıl yaşamaları gerektiği, paranın hangi durumlarda sorun edilebileceği (çok fazla ya da çok azsa sorun teşkil edermiş), kedilerin neden insanlardan daha iyi göründüğü (günde yirmi saat uyudukları içinmiş), yetmiş yaşındayken tırnak kesebilmenin bir mucize olduğu, ölümün bekleyene de beklemeyene de geleceği, olmayan bir şeyin geliştirilemeyeceği, bu yüzden içinde yaşadığımız sistemden ne köy ne de kasaba olabileceği, bozgun sonrasında güç toplamak kadar öğretici bir şeyin olmadığı, insanın kendini boş bir testi gibi hissettiğinde intiharı bile düşünemeyeceği, bazı dönemlerde dükkanlardaki tüm gömleklerin gerizekalılar tarafından tasarlanmış olduğu, ihtişamın devinimde ve 'hodri meydan' diyebilmekte ve insanlığın neredeyse tamamının kalın bir b.k parçası olduğu gibi konularda birçok tespiti var kendisinin ve tabii ki birçoğuna da hak verirken buldum kendimi. Kitabın arka kapağında da ölümden ziyade, devinime, bugüne, bugünün önemine işaret eden kısım alıntılanmış: Kimseyle yarışmıyorum ve ölümsüzlüğe dair düşüncelerim yok. (...) Ölümün canı cehenneme. Her şey bugün, bugün, bugün." Katıldığım her cenaze ya da aldığım her ölüm haberi sonrasında bu dünyadaki tüm çekişmelerin, hırsların, uğraşların boşuna olduğunu anlayıp, kendimi hiçbir şey için yıpratmamaya karar verip, iki gün sonra bunu tamamen unutan biri olarak, Bukowski'nin şu cümleleri unuttuklarımı yine hatırlattı: "Bu kadar insan ne yaparlar? Ne düşünürler? Hepimiz öleceğiz, hepimiz. Ne sirk! Bunu bilmek birbirimizi daha çok sevmemiz için bir neden olmalı, ama değil. Son derece önemsiz şeyler bizi dehşete sürükleyip dümdüz ediyor, yutuyor."

Kendine, yalnızlığına, yazılarına bu derece güvenen, canının istediği şekilde yaşayan, dünya üzerinde tek imrendiği şey kedileri olan bu adama, yazılarını her okuduğumda ayrı bir hayranlık duyuyorum. Yazımın başında Bukowski'nin beni neden bu derece etkilediğini henüz bulamadığımı söylemiştim. Bu yazı sırasında sanırım nedeni buldum: Ben de onun kadar güçlü olabilmek istiyorum. Onun kadar güçlü olmak ve kendine yetebilmek, en ufak bir şeyde desteğe ihtiyaç duymamak istiyorum; ancak bu kısa kitabın kısa yorumu olan yazımı yine de, onun kendine olan güveniyle değil, olmak istediğiyle bitiriyorum: "Bir daha dünyaya gelsem kedi olmak isterim. Günde yirmi saat uyuyup beslenmeyi beklerim. Oturup kıçımı yalarım. İnsan fazlası ile öfkeli ve sabit fikirli". Biz insanlar fazlasıyla öfkeli ve sabit fikirliyiz gerçekten. Kim bilir, belki çok istemeye devam edersem bir sabah uyandığımda kendimi bir kedi olarak bulabilirim.

06 Temmuz, 2014

"Ölesiye yalnız, ölesiye mesudum. İçim kalabalık çekiyor. İnsanlar çekiyor. (...) Seyahatler çekiyor içim." - Yandan Çarklı isimli öyküden


Son Kuşlar ilk kez 1952 yılında Varlık Yayınları tarafından basılmış. İş Bankası Yayınlarından okuduğum versiyonunda, içindeki 19 öyküye ek olarak, sonunda bir de Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "Sait'ten Hatıralar"ı yer alıyor. Bedri Rahmi diyor ki: "Canım Sait! Hayatımda en çok iftihar edeceğim şeylerden biri de bu olacak: Okuduğum yazıların en güzellerinden birisinin kapı komşusu olmak."

Bu öyküleri 'yazmasaymış deli olacakmış' Sait Faik. İyi ki de yazmış. Ada ve deniz havasının eksik olmadığı bu kitapta kullandığı dolambaçsız diliyle, yalın cümleleriyle bize anlattığı o kadar çok şey var ki...

Son Kuşlar benim de okuduğum hikayelerin en güzellerinden biri oldu. Sait Faik'in, daha 1952 yılında, sanki bugünü gördüğünü ve başımıza gelecekleri çok önceden yazdığını görüyoruz. Ağacı, yeşili, kuşları ve güzel olan her şeyi yok etme eğilimimizin bir süre sonra bizi getireceği noktayı, geleceği görmüşcesine tespit etmiş Sait Faik bu öyküde.

"Kuşları boğdular. Çimenleri söktüler. Yollar çamur içinde kaldı." diyor ve yüzümüze tokat gibi vuran, ne kadar haklı olduğunu bugün çok net gördüğümüz cümleleri sıralıyor: "Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde  güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi."

Biz çocukların 31 Mayıs 2013'te başlayan ve haziran boyu süren tüm mücadelesi de bu yüzden değil miydi? Gezi'de direnişi başlatan tek bir ağaç değil miydi? Daha çok para ve oy kazanmak için her yeri betonlaştıran zihniyete karşı durmadık mı? Biz çocuklar aslında, senin yazdığın tehlikenin farkındaydık ve farkındayız sevgili Sait ama maalesef gücü elinde tutan zihniyet karşısında bizim gücümüz sınırlı. Koruyabildiklerimizi korumak için elimizden geleni yapıyoruz; ancak onları elimizde ne kadar süre tutabileceğimizi bilemiyoruz. Evimin penceresinden hala kuş sesi duyabildiğim için şanslıyım belki ama o kuşların da bir zaman sonra "son kuşlar" olacağını ve onları koruyamayacağımı düşündükçe hüznüm öfkeye dönüşüyor. Bizim için gerçekten kötü olacak.

Bu kitapta Sait Faik, içinde yaşadığı toplumla arasına mesafe koymuş gibi hissettim. Onların hırslarına, adaletsizliklerine, doğaya ve birbirine karşı acımasızlıklarına, belki Sait'in seçimleri nedeniyle belki de onu kendilerinden farklı gördükleri için kendisini dışlamalarına karşı, Sait de zihinsel, ruhsal ve fiziksel olarak uzaklaşmış insanlardan. Belki çok iddialı bir yorum olacak; ama satır aralarında bu uzaklaşmayı ve eleştirel bakışı gördüm öyküleri okurken. Örneğin,  Haritada Bir Nokta isimli öyküde diyor ki: "Biliyordum ki, insanlar beni pek sevmeyeceklerdi. Bir adam ki onlar gibi değildir. (...) Hiçbir zaman yeniden damla damla, dakikaları duya duya, sıkıla patlaya; rüzgarı, balığı, denizi, ağı seve seve, ölümü beklediğimi bilemeyeceklerdi." Burada, Sait'in, onu kendilerinden farklı gören insanlara karşı zihinsel bir uzaklık ve belki üstünlük içerisinde olduğunu görebiliriz. Benzer şekilde Dondurmacının Çırağı öyküsünde "Oh! Kimselere selam vermiyorum. Senede dört kelime konuşmadığım adama nezaketen gülmeye bile mecbur değilim. Görmemezliğe geliyorum. Başımı çeviriyorum." derken de bu uzaklığın eyleme dökülmüş haline tanıklık ediyoruz. Son bir örnek olarak da Yaşayacak isimli öyküyü verebilirim. Bu öyküde "Düşünmeye başlayalı beri bir gün sarhoş olmadan gülemedik ki." diyen Sait, çok balık tutulan günün sonunda balıkçıların oynayarak, zıplayarak, değişik birtakım hareketler yaparak sevinmesini garipser ve der ki: "Böyle irkiliriz işte dışarıdan görünce sevincin gösterisini. Meselesi ekmeğinde olanların bu halinden, meselesi insan, gökyüzü, yeryüzü, ölüm, sefalet, hastalık, incir çekirdeğinden başlayıp dünya yuvarlağındaki en manasız meseleye kadar çıkanlar nasıl irkilmez ki?" Buradan da anlıyoruz ki; Sait Faik'in meselesi ekmek parası değildir, dünyanın somut kazançları onun meselesi değildir; daha naiftir Sait, sevginin peşindedir o, yeşilin, ağacın, toprağın, kuşun peşindedir, bunlar üzerinde düşünmektir onun meselesi.



Bitirirken yine Sait'in kelimelerini kullanmak istiyorum. Barba Antimos'tan gelsin bize: "Seneler öylesine vefasızdır ki, yalnız dışarıda lodos, poyraz, karayel değişe değişe eser. Halbuki insan günleri hiç değişmemecesine sürüklenmektedir." Günlerimizin kıymetini bilsek fena olmayacak.
         
Ve son olarak, bu yazıyı "Son Kuşlar" eşiliğinde yazdım ve siz de mümkünse Sait Faik'in hikayelerini ve bu yazıyı onun eşliğinde okuyun.


05 Haziran, 2014


"Vapurun içinde tek kadındı. Tek biletsizdi. Fakat Kadıköy iskelesine vapurdan ne kadar bilet varsa o kadar adam çıktı. Ne fazla ne eksik." - Kim Kime isimli öyküden.

Her şey bir Burgazada ziyaretiyle başladı. Beğenmeyen Okumasın ekibinden Merve ile Ada’nın sakin sokaklarını yürürken Sait Faik Abasıyanık’ın, Darüşşafaka Cemiyeti tarafından müzeye çevrilmiş evini de ziyaret etmek istedik.

Sait Faik’in yazdığı, uyuduğu, muhteşem manzaraya dalıp gittiği, kısacası yaşadığı odaları dolaşırken, duvarlara yerleştirilmiş fotoğraflarına bir süre baktıktan sonra verdiğim ilk tepki şu oldu: Bu adam hayatımın aşkı olabilirmiş. Evet, itiraf ediyorum ki, Sait Faik'e sadece evinde dolaşıp fotoğraflarına bakarak aşık oldum o gün. Tabii bu aşkın doğal sonucu olarak, aslında hayatımın aşkını bulmadan kaybettiğim de söylenebilir. İmkansız aşklarım ve ben...
O günden sonra, biraz abartarak da olsa kafamda idealize ettiğim Sait Faik’i daha yakından tanımaya karar verdim. Şimdiye kadar onun sadece Kayıp Aranıyor isimli romanını okuyup burada da yazmıştım. Ziyaretin ertesi haftası gidip Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan basılan Sarnıç ve Son Kuşlar isimli öykü kitaplarını aldım. Bugün, içinde on altı adet hikayenisinin bulunduğu "Sarnıç"tan bahsetmeye çalışacağım.


Sait Faik'in tek başınalığını, gel gitlerini, özlemlerini ama yine de umudunu gördüm ben bu öykülerde. Kullanımını ilk kez, bu kitapta yer alan Bir Karpuz Sergisi hikayesinde gördüğüm 'yoksuzluk' var bu hikayelerde. Oldukça yalın ve sıcak anlatımında satır aralarında da olsa aşk da var yazdıklarında; ancak genel ve temel olarak öyküleri okurken ve okuduktan sonra bana kalan his sakinlik oldu. Evet, sakinlik... Öykünün konusu ne olursa olsun, Sait Faik kelimeleri o kadar yumuşak ve yalın seçmiş ki, okurken içime işleyen sakinlik ve huzur hiç gitmedi. Söz gelimi, babasının otuz yaşındaki ikinci eşi için ısrarla "annen" diye bahsetmesine çok kızan kırklı yaşlarındaki Rüstem'i, onunla arası kötü olan ablasını ve tüm bu kişilerin, doğum sancısı çeken bir kadının başında birbirlerine sopa ile vurarak kavga etmesini anlatışını okurken bile rahatsızlık duymadım. Bu bağlamda Sait Faik'in "büyülü" bir kalemi olduğunu söylemek sanırım abartı olmaz. Genelde Burgazada ve İstanbul'da geçen bu hikayeleri, konu bağımsız olarak okurken içime yer eden sakinlik hissinin başka bir açıklaması olamaz.

Loğusa isimli bu öykü dışında, kitapta yer alan birkaç öyküye de değinmek istiyorum. Kitaba ismini veren Sarnıç adlı öyküde eski yaşamını özleyen, eski bir dostuyla geçmişten bahsederken gözleri yaşaran, ortalama bir adamın geçmişle ilgili sorgulamaları, o günlere ait anıları ve kendisinde aradığını bulamayan eşinin, babasının evine geri taşınması var örneğin. Altını en çok çizdiğim öyküsü bu oldu diyebilirim. "Geçmiş hep daha güzel olmaya devam edecek." düşüncesini benimseyen şahsımın da ara sıra "Acaba geçmişi gözümde çok mu büyütüyorum?" şeklinde sorguladığım konuyu sorgulamış bu hikayede. "Niçin? Sanki o günler şimdiki kadar güzel miydi? Acaba o günler de bugünküler kadar durgun değil miydi?" diye sormuş ama sorunun cevabını vermemiş maalesef ve özlemeye devam de etmiş öykü boyunca. Genelde bu gibi cevapsız sorular sorduğundan da bahsetmiş zaten "Sarnıç"ta. Bu sorulara bir örnek olarak "Bu dünya insan için kafiydi. Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahluktu. O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı?" sorusu verilebilir sanırım. "Bu soruya cevabı olan var mıdır?" diye sorarak, ben de cevapsız sorulara bir tane daha ekliyorum.
Kafasında karpuz sergisi açmak hayali olan ama "yazın bütün güzelliğini görebilmek için" çalışmamak yönündeki arzusu "iradesini almış, birlik olmuş, dost olmuş" bir adamın hikayesini okudum Bir Karpuz Sergisi'nde. Kim Kime'de ise, ölen eşinin cenazesini Ada'nın en tepelerindeki evinden aşağı indirmek için kapı kapı dolaşarak yardım isteyen ama aradığı yardımı bulamayınca eşinin cenazesini uçurumdan aşağı atmak zorunda kalıp biletsiz olarak Kadıköy vapuruna binen bir kadını okudum. Yukarı da alıntı yaptığım gibi, vapurdaki tek biletsiz kadın oydu ve vapurdan bilet sayısı kadar adam inmişti. Burada melankoli düzeyinize göre, kadının vapur yolculuğu sırasında intihar ettiğini ya da vapurdaki adamların hepsi biletli olduğu için, vapurdan bilet sayısı kadar adamın inmiş olmasının normal olduğunu düşünebilirsiniz.

Sait Faik'i derinden tanıma yolculuğuma geç de olsa başladım. Burada Sarnıç'taki tüm öyküleri yazamasam da, en azından kendisinin tarzı ve anlattıklarıyla ilgili bir fikir verebilmiş olmayı umuyorum. Yazımı, Burgazada'da yaşadığı evde çektiğim fotoğraflarla sonlandırırken, keşfedilmesini ve kalabalıklaşmasını çok da istemediğim Ada'ya gidip Sait Faik'in müze evini gezmenizi tavsiye ediyorum.



Evin girişi. Bahçesinde önce bir Sait Faik heykeli karşılıyor bizi. Bahçenin yan tarafında ise ziyaretçilerin not ve mektuplarından oluşan minik bir sergi yer alıyor. Bu mektupları okurken çim sulama fıskiyelerinden ıslanmamaya dikkat edin :)

Sait Faik'in yatak odası

Evin en üst katından görünen muhteşem manzara. Hikayelerini bu manzaraya bakarak yazdığını hayal etmek bile güzel.

04 Mayıs, 2014

"Günler, şu garip günler! Uykumuzun içinde saatleri başlayan günler!"

Daha önce anlamadan okuduğum kitaplardan biriymiş Sait Faik Abasıyanık'ın "Kayıp Aranıyor" romanı. İlk kez 1953 yılında yayınlanan bu roman, başka bir bölümü olmamasına rağmen "I" no.lu bölüm numarasıyla başlar ve Sait Faik'in oldukça yalın, yalın olduğu kadar derinlikli anlatımı sayesinde başlandığı gibi bir nefeste okunup biter.

Okuduğum her kitapta kendimden bir şeyler arayıp bulup, kitaptaki bir ya da birkaç kahramanı kendimle özdeleştirerek, onu hislerime, söyleyemediklerime tercüman etmek isterim. Bu kitapta kahraman bence tek: Nevin. Ankara'da kendisi gibi gazeteci olan eşiyle yaşayan, emekli konsolos Vildan Bey'in saadeti arayan ve sorgulayan, 'hayatı yaşayarak münakaşa edip bir neticeye varmaya çalışan' kızı Nevin. Kitabın bazı yerlerinde Nevin, insanların kendisini hep "konsolosun kızı" "gazetecinin karısı" ya da "Balıkçı Cemal'in aftosu" olarak tanımladığını söyler ve bunu kabul etmiş gibi dursa da aslında bu durumdan rahatsız olur. Nevin'den bahsederken benim de daha ilk cümlemde bu tanımlamaları kullanmam ya kitabın etkisinden ya da ataerkil sistemin iliklerime kadar işlemiş olmasındandır. Ben tabii ki ilk seçeneği tercih ediyorum.

Nevin, geleneksel olan annesinden ziyade (bu romanın genel havası boyunca da Türk romancılığının ana konularından geleneksel-modern, Batı-Doğu ayrımını ve bu ikisi arasında kalmış ya da bu ikisini harmanlamış yaşamları çok net görüyoruz.) kızının nasıl isterse öyle yaşamasını isteyen babasının etkisi altında yetişmiştir. Konsolos Vildan Bey, "insanın kendi hayatını yaşamasını, her şeye rağmen yaşamasını öğrenmiş, kızına da bunu öğretmişti(r)." İnsanın hayatı boyunca 'ahlak' denen duvarın sınırlarını çok da zorlamadan, gözünü kapadığında hatırlayacağı mutluluk ve zevk anıları biriktirmesi gerektiğini savunur Vildan Bey. Burada biraz önce bahsettiğim Doğu gelenekselciliği ile Batı modernizminin arasında kalan bir baba görüyoruz aslında: Hayatını istediğin gibi zevkle yaşa; ama ahlak sınırlarını da çok zorlama. Vildan Bey'in şu cümlesi aslında bu konuda bize ayna tutar: Yaşamın her şeklini meşru, kitaba uyar bir hale soktuktan sonra hiçbir şeyin zararı yoktu(r). Vildan Bey böyle söylüyor; ancak meşru ya da kitabına uyan sınırlar içinde bir kimsenin kendi hayatını tam olarak istediği gibi yaşayabilmesine ne kadar imkan vardır ki? 'Modern' sayılabilecek zihinler, bir yandan dinin "günah"ını yok sayarken, diğer yandan toplumun "ahlak"ını meşru görerek mı özgürlük alanını belirliyor?

Vildan Bey'in bu hem özgürlükçü hem de bilinçsizce de olsa sınırlayıcı mesajlarıyla yetişmiş Nevin, hayatı boyunca hep bir şeylerin peşinde koşmuştur. Saadet de bunlardan biri ve en temeli olmuştur. Daha doğrusu, okuduğu tüm romanlarda, öykülerde, şiirlerde saadeti bulması ve onunla yaşaması gerektiği mesajını almıştır. Kocası Özdemir'le evlenmesinin nedeni de budur aslında. Saadet arayışı içerisinde ulaştığı sonuçta, hem toplumun kendisinden beklediği, kabul ettiği ve babasının ilettiği gibi meşru ve tehlikesiz bir yaşamı olacak hem de istediği yaşam buymuşcasına o yaşamdan zevk alacaktı. Mutlu olacaktı işte, ötesi yoktu. Ona her koldan dayatılan ve bulmasının zorunlu olduğunu hissettiği yaşam tam da bu değil miydi? Toplum gözünde statüsü olan bir adam ve onunla yaşayacağı bir yaşam... Ama bunun çok da öyle olmadığını Özdemir'in kendisini aldattığını gördükten sonraki buhran döneminde ve ondan kaçıp ailesinin yanına, İstanbul'a geldikten sonra sığındığı Balıkçı Cemal'le yaşadıklarından sonra anlayacaktı. Aslında saadet, olmak zorunda değildi. Mutluluk içerisinde yaşayan insanların da gelip dayanacağı yer boşluk değil miydi? Benim de hep savunduğum (ya da kendimi rahatlatmak için arkasına saklandığım diyelim) düşünceye göre, insanlar ne kadar mutlu ya da mutluymuş gibi yaşasalar da en sonunda herkes ölmeyecek miydi? Hayat, önü ve arkası boşluk olan bir şeyse, onu mutlu ya da mutsuz olarak yaşamanın ne anlamı vardı ki? Bu sebeple belki de saadet denen şeyi, hayatın kalitesini ölçmekte bir kıstas olmaktan çıkarmak ve onun yerine arzu, aşk gibi şeyler koymak gerekiyordu.

Otel odası buhranı...
Özdemir'in kendisini, kendi evinde bir meslektaşıyla aldattığını görüp evi terk ettikten sonra Nevin'in otel odasında yaşadığı buhranı o kadar güzel anlatmış ki Sait Faik, okurken sizin de kalbiniz sıkışıyor, nefes alamıyorsunuz, siz de bir titreyip bir güçlenip, kendinizi ipsiz bir uçurtma gibi hissediyorsunuz. Hele ki Nevin'in, yaşadıklarını unutup İstanbul'daki yeni hayatına alışma sürecini anlatırken pazartesi günlerine yüklendiği öyle bir bölümü vardır ki kitabın, dönüp dönüp tekrar okumamak elde değildir bu bölümü.

Bu süreçte Özdemir'e çok kızarken aynı zamanda, Özdemir'i affetmek, onunla tekrar birlikte olmak eğilimde olan Nevin'e de kızıyorsunuz. Öte yandan da seven bir kadının affedicilik ve unutkanlık boyutlarını az çok biliyorsanız, Nevin'e empatiyle yaklaşıp dönüp bir de kendinize kızıyorsunuz. Affeder gibi yapsa da affetmiyor Nevin. Özdemir'i iyi tanıyor çünkü. Özdemir'in kendisini tıraş sonrası rahatlamak amacıyla sürdüğü kolonya gibi gördüğünü, bu aldatma meselesinden sonra hayatı boyunca kendisine köle olabilecek kapasitede olmasına rağmen, onu rahat ettirmek amacıyla doğmadığını söylüyor ve hayatından çıkarmaya karar veriyor. Sadece onu değil aslında, herkesi hayatından çıkarıyor Nevin. Daha doğrusu herkesin hayatından kendisi çıkıyor. Nevin'i öldürüyor Nevin ve nüfus cüzdanında yazan diğer isimle, Ayşe olarak yeni bir hayata doğuyor. Arkasında sadece babası emekli konsolos Vildan Bey'in çeşitli aralıklarla kendisi için yayınladığı "Kayıp Aranıyor" ilanı bırakarak...

Bu kısacık romanda; geleneksellik, modernite, mutluluk, güven, huzur, aşk, özgürlük, gazeteciler, gazetecilik ve bu mesleğin "patronun düşünmesi  ve devletin siyaseti" eksenli olmak zorunda olması, kadın olmanın zorluğu, kendisinden vazgeçilen adamın ilk başvurduğu şeyin şiddet olması, yeniden doğmak için her şeyi geride bırakmak zorunluluğu gibi birçok şey bulabilirsiniz. Yarınki pazartesiye de göz kırparak, okurken oldukça keyif aldığım aşağıdaki satırlarla bitiriyorum yazımı:

"Kimine dar, kimine bolsun; pazartesi! Pazartesi! Sanki pazar bir şeymiş de onun bir de yarını, ertesi günü var. Ertesi günü yapacak işlerin içinde hep aynı olanı bir yana bırakırsak bize saat olarak ne kalır?

Geç git pazartesi sen de! Sende de iş yok! Sen de salıya doğru kalem tutarak, apteshaneye giderek, daktilo yazarak, otobüse binerek, sümkürerek, burnunu çekerek, vapura atlayarak, merhaba diyerek, bilet alarak, pazarlık ederek, bir şarkı bile mırıldanmadan, ıslık çalmayı bile hatırlamadan, aşktan göz açamadan, bir güzel yüz bile görmeden; yalan söyleyerek insanoğlundan insanoğluna kötü haberler ileterek, çarşambaya doğru yürüyen bulada bir salı ile kol kola geçip gideceksin. Yine çarşamba, yine perşembe, işte cuma! Cumartesi… Hele bu ertesiler yok mu ertesiler? Bu ertesiler, kendilerini bir şey sanan insanlara benzerler. Sanki devam ediyorlar. Sanki bir bayramı, bir oh deyişi, bir sevişmeyi, bir sulhu, bir özgürlüğü, bir oyunu, bir aşkı, bir kardeşliği, bir dudak dudağa, bir anlaşmayı devam ettiriyorlar; yalancılar!
(...)
Amerika’ya daha şimdi giriyorsun. Japonya ötelerinde, Büyük Okyanus’un bir yerinde az sonra sen bir salısın budala!
Ulan pazartesi! Sen bir tarafta pazar, bir tarafta salısın; serseri herif! Ne diye İstanbul’da bize “pazartesiyim” diye kafa tutarsın. Elimde olsa tutarım seni şu saniyede; bakarım sonra dünya yüzüne: bir çocuğun yalnız kafası çıkmıştır, bir adam durmadan son nefesinde."


06 Nisan, 2014

Bir anda okumaya karar verdiğim, elime bir alışta bitirdiğim bir kitap oldu Stefan Zweig'in Can Yayınları tarafından basılmış uzun öyküsü "Satranç". İtiraf ediyorum; satranca karşı mesafeli duruşum, hatta satranç oynama düşüncesinin bünyemde bir gerilime sebep olmasının etkisinden de olsa gerek, adını duyduğumda bende hiç okuma isteği uyandırmamıştı bu kitap. Bugün anladım ki, benim için bir eksiklikmiş bu.

1881 yılında Viyana'da doğan Avusturyalı yazar Stefan Zweig'in edebiyata ve hayata bir vedası olmuştur bu kitap. Naziler tarafından kitapları yakılan yazarlar arasında olmuş, Nazi baskısı nedeniyle önce İngiltere'ye, oradan Amerika'ya, oradan da Brezilya'ya kaçmış ve 1942 yılında eşiyle birlikte, arkasında "Benim lisanımın konuşulduğu dünya bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa'nın kendi kendisini yok etmesinden sonra hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu." yazan bir not bırakarak intihar etmiştir. Orijinal adı "Schachnovelle" olan "Satranç" da, intiharından önce tamamladığı son eseridir. Zweig'in hayatını okuyunca, kitapta yer alan karakterlerden olan Dr. B.'de kendini yansıttığını çok net görebiliyoruz. 

Viyanalı ünlü bir aileye mensup olan avukat Dr. B., Nazilerin Avusturya'yı işgali sırasında esir alınır; ancak kendini bir toplama kampında değil, bir otel odasında bulur. Avukat olduğu ve "mülkleri hakkında yasadışı işlemler yapıldıklarını kanıtlamak istedikleri manastırlara ve İmparatorluk ailesine karşı kanıtlar" sunabilecek potansiyelde olduğu için, Dr. B. ve onun gibileri ağır bedensel işkencelerin yapıldığı kamplara değil, tamamen 'hiçlik' dolu otel odalarına götürürler ve günün çeşitli saatlerinde sorguya çekerler. İlk başta kulağa iyi gelse de, aslında bu, katlanılmaz bir düşünsel işkenceye dönüşür. Düşünsenize bir; sadece yatak, leğen, koltuk ve parmaklıklı bir pencereden başka hiçbir şeyin olmadığı, kimsenin sizinle konuşmadığı, saatin, defterin, kalemin, kitabın bulunmadığı, tamamen sessiz bir odada, kendi kendinizle ne kadar uzun süre kalabilirsiniz? Dr. B.'nin de dediği gibi, bu işkence yöntemi çok daha etkilidir çünkü "bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz." Tam dört ay kaldığı bu otel odasında Dr. B.'nin kurtuluşu, sorgu için dimdik ayakta beklediği 2 saat boyunca, bir askerin cebinden bir şekilde aşırdığı kitapla olur. İçinde 150 büyük satranç ustasının turnuvalarının yer aldığı bir satranç kitabıdır bu. İlk başta hayal kırıklığına uğrasa da, hiçlikle dolu dünyasında akıl sağlığını ve düşünme yetisini tekrar kazanmak için bir hazine haline gelir bu kitap Dr. B. için. Tüm aylar ve günler, saatler ve dakikalar kendisine ait olduğu için, bitmek bilmeyen bir sabırla, hiçkimseye yansıtamadığı öfkesini yansıtabileceği tek alanı olur satranç onun için. 2,5 ay boyunca kitaptaki tüm turnuva hamlelerini, kitaba bakmaya hiç gerek kalmadan ezberlemiş bir hale gelince, tekrar hiçliğin kollarına düşmemek ve aklını kaybetmemek için, tek çıkar yol olarak kendi kendine karşı oynamaya karar verir. Kendi deyimiyle "rastlantıdan tümüyle kopmuş bir düşünce oyunu olan" ve iki farklı beyinin bulunması gereken satrançta, beynini iki farklı kişi gibi düşündürüp hem siyah hem beyaz olacaktı. Oldukça zor olan bu süreçte Dr. B, bir yerden sonra kendini; kendi kendine meydan okuyan, haksız yere tutsak olmaktan içinde birikmiş öfkesini, savaştığı "öteki ben"e yansıtan, "öteki ben"i yenmek için gece gündüz uğraşan bir halde bulur. Kendisi şöyle tanımlamaktadır bu dönemi: "Oyun sevinci oyun hevesine dönüşmüştü, oyun hevesi oyun dürtüsüne, çılgınlığa, yalnızca uyanık olduğum saatleri ele geçirmekle kalmayıp yavaş yavaş uykuma da sızan tutkulu bir öfkeye". Bu hırs ve öfke öyle bir hal alır ki, Dr. B. bir gün odasında bir 'beyin humması' yaşayıp hastaneye kaldırılır. Hastanede yattığı dönemde Hitler tüm Avusturya'yı ele geçirdiği için, onu tekrar esir almazlar ve ülkeyi terk etme karşılığında özgür bırakırlar.

Düz bir anlatımla özet geçtiğim bu hikayede sembolizmi çok iyi kullanıyor Zweig. Amerika'dan Brezilya'ya giden yolcu vapurunda karşılaştığı dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, soğukkanlılığı, öfke kontrolü, manipülasyon yeteneği, yıpratma stratejisi, kuralcılığı ve tüm ilkelliğiyle aslında Nazi sistemini temsil ederken, maruz kaldığı işkence sonrası kişiliği ikiye bölünen Dr. B. ise hümanizmi simgelemektedir.

Çok ayrıntılı psikolojik çözümlemelerin bulunduğu, satranç ve politika gibi birbiriyle alakasız gibi görünen iki konunun kusursuzca nasıl harmanlanabildiğini görmek için mutlaka okuyun bu kitabı, hele ki kendi kendine savaşan ve ölümünün kendi kendiyle girdiği mücadeleden olacağını düşünen biriyseniz... 


12 Mart, 2014


"Ölsen ölemezsin, yaşasan yaşayamazsın.Sokaklarda dolaşırsın öyle boş boş."


Altay Öktem'in, ironik ve mizahi bir dille kaleme aldığı ve öfkelendiğim şeyleri bile dudaklarımda bir gülümsemeyle bana okutan "İçimde Bir Boşluk Var" isimli kitabından keyifle bahsedecektim bu yazımda; ama 269 gündür uyuyan Berkin Elvan'ın ölümünün içimizde açtığı derin ve kapatılamaz boşluk damgasını vurdu dünümüze ve bugünümüze. İki gündür ülkece yaşadığımız yas nedeniyle iki kelimeyi bir araya getirmekte zorlansam da, izninizle bu kitapla ilgili yorumumu Berkin'in gölgesinde yazmak istiyorum.
Elimde, Sel Yayıncılık tarafından 2004 yılında basılan versiyonu bulunan "İçimde Bir Boşluk Var", 7 adet 'boşluk'tan oluşuyor: Ruhun Boşluğu, Bedenin Boşluğu, Cesetlerin Boşluğu, Aşkın Boşluğu, Görüntünün Boşluğu, Gürültünün Boşluğu ve Ben'in Boşluğu. 2004 yılında aldığım bu kitabı, geçen hafta sonu bir Ankara-İstanbul yolculuğumda okuyup bitirdim. Hiçbirimizin bu hayattan sağ çıkamayacağını söyleyen bu kitap, okuyana oldukça keyif veren türden. Bilimin gerçekliğine inanan Öktem, kafasına takılan her konuyu bilimsel yöntemlerle araştırmış ve sonunda da hayata dair bazı tespitlerde bulunmuş.

"Ruhun Boşluğu"nda, hayatı, en basit haliyle "insanın içindeki boşlukları tıka basa doldurmaya çalışması" olarak tanımlıyor, ruhun yaralı olduğundan, içimize bu sargılı haliyle bir şekilde 'tıkıştırıldığından' bahsediyor. Ancak, tüm inceleme ve çalışmalarına rağmen "vücutta, ruhun sığabileceği bir delik" bulamadığını da belirtiyor. Tüm çabalarımıza rağmen, içimizdeki boşluk dolmuyor, aksine büyüyor. Hayat içimizi boşaltıyor, sevmeler yüzeyselleşiyor.

"Bedenin Boşluğu"nda, 78 kuşağından, maruz kaldıkları  şiddet ve toplumsal 'ahlak' düzeni yüzünden "hem sinik hem inik kuşak" diye bahsediyor Altay Öktem. 'Evlenmeden olmaz'ların, toplumun yeniden üretip önümüze sunduğu anane, örf, adet, gelenek ve törelerin, sadece Cemal Süreya'nın dediği gibi şiire değil, aynı zamanda hayata da düşman olduğunu söylüyor.

"Cesetlerin Boşluğu"nda, yaşama şansımızın sadece "bize biçilen rollere uygun davranmamız"la mümkün olabileceğini ama bazen böyle bir yaşam formunu devam ettirmenin ne kadar zor olduğunu ve külfet haline geldiğini de anlatıyor, ekmek almanın bedelinin bir gün bir cana mal olabileceğini tahmin etmeden yazdığı şu cümleleriyle:

"Otobüse bilet almak, bakkaldan iki yumurta, bir ekmek istemek, garsona bir bira daha getir demek külfet oluyor. Yaşadığını itiraf edemiyorsun kendine. Çünkü nerede yaşadığını, neden yaşadığını, bu toplumun, bu maskelerin, bu oyunların içinde ne işin olduğunu anlayamıyorsun."

"Aşkın Boşluğu" aşkla ilgili oldukça direkt ve çarpıcı tespitler yapıyor Öktem. Aşkın bir gaz olduğunu ve bu doğası gereği uzun süre elde tutulamayacağını söylüyor mesela. "Gündelik hayatın tek düzeliğinden kurtulmak için yalnızca iki seçeneğimiz var; ya aşık olacağız ya delireceğiz." diyor ve ben de, delilik, anlam, tatmin ve aşk üstüne bolca kafayı yormuş bir bünye olarak oldukça haklı buluyorum.

"Görüntünün Boşluğu"nda markalardan, tüketim toplumundan, şöhretten, imajdan bahsediyor. Toplumun uzun süredir bolca star, pop star, suçlu, kurban ve lanetli çıkardığını; ancak bir kahraman çıkarmadığını söylüyor. Savaşın bir tecavüz biçimi olduğunu anlatıyor. Tecrübeden asla ders almadığımızı, yaşanan tecrübenin hiçbir işe yaramadığını, her defasında aynı şeyleri tekrar tekrar yaşadığımızı belirtiyor, hak vermekten kendimi alamadığım örnekleriyle.

"Gürültünün Boşluğu"nu ise, okuduktan sonra içimde yer eden, üzerine onlarca şey söylemek istediğim; ama bu isteğimin kelimelere dökülemediği aşağıdaki alıntı en iyi özetleyecektir:


"Çünkü tamiri imkansızdır harflerin, çizgilerin ve rakamların."

Son boşluk olan "Ben'in Boşluğu"na ise bir soruyla başlıyor yazar: Dünyada hayat var mı? Ben de cevap veriyorum: Hayır, belli ki yok.  Şu sıralar ülkede de sıkça referans olarak gösterilen 'demokrasi' rejimi maskesi altında 'kafasının içinde kurtçuklar olanlar ve onların seçtiği siyasetçiler' zinayı suç olarak görüp, yatak odalarımızı gözetlerken, ülke 'iki kelimeyi bir araya getiremeyenler'in çıkardığı yasa ve yönetmeliklerle yönetilirken, bizler 'Kenan Evren'i Marmarisli bir ressam sanmadığımız, aslanın karısının kaplan olduğuna inanmadığımız', yaşananları sorduğumuz sorguladığımız, olanlara isyan ettiğimiz için "eziliyor, sürülüyor ve sürünüyoruz." Bu ülkede kendini geliştirmek isteyen insanın yaşama şansı bile yok, diyor Öktem ve bunu kabul edemiyor. 2004 yılında bunları yazarken, 2013 yılında 31 Mayısta başlayan Gezi süreci, devamındaki operasyonlar, ses kayıtları, atamalar, görev değişiklikleri, saldırılar, ölen / öldürülen gençler ve tüm bunlara verdiği haklı tepki sonucunda insanların karşılaştığı şiddet ve mantıksızlıklar silsilesi sonrasında kendisinin düşüncesini merak ediyor ve hayatımda yazdığım en zor yazılardan biri olan bu yazıya son verirken ekliyorum: Affet bizi Berkin.



                                                 


04 Mart, 2014

Ekibimizin son buluşmasının konusu olan kitap Selim İleri'den Mel'un'du. Selim İleri'nin, "bir us yarılması" dediği, Osmanlı'dan Charles Dickens'a, Cahide Sonku'dan Pierre Loti'ye, Nurullah Ataç'tan Karl Marx'a kadar herkesten 'bilinç akışı' tekniğiyle bahsettiği eserekli bir aklın gelgitli hikayesi "Mel'un"u, şanına uygun bir şekilde ancak aşağıdaki  şekilde yorumlayabilirdik:
 
 
Burcu  Kadınların da erkeklerin de tırnakları var, ama kadınlar tırnaklarını çeşitli renklere boyuyor. Bu aslında düşünüldüğünde garip ve saçma bir şey. Güzellik algısının bu şekilde oluşmuş olması... Tamam sosyal bilim okudum, kadın bedenine yüklenen anlamları biliyorum ama çok basit düşünüldüğünde bu eylem çok saçma aslında. Bir fırça yardımıyla el tırnaklarını herhangi bir renge boyuyorsun. Sosyal bilimci olarak değil, oldukça basit bir beyin olarak düşündüğümde eylemin kendisi saçma. Çok düşündüğünde birçok şey çok saçma zaten.

Gözde  Acaba Virginia Woolf oje olan dönemde yaşasaydı n'apardı? Kendine ait bir odada çeşit çeşit ojesi mi olurdu yoksa karşı mı çıkardı? Bu kararsızlık ve emin olamama hali de sıkıntılı. Cahideciğim ise kesin tartışmaya ihtiyaç duymadan ojelerini bir başkasına sürdürüyordur, tabi ki kırmızı olacak. Hayatının son döneminde sefalet içinde yaşamasına rağmen o halde bile ojesini ihmal etmediği gibi bir his var içimde. Ojenin aslında başka bir yanı da olabilir. Kapitalist sistemde arz fazlası için talep de yaratmak önemli. Şöyle bir şey duymuştum; o sene saçlarda kızıl tonların ham maddesindeki bir maddenin arzında fazla olduğundan firmalar kızıl saç modası seferberliğine çıkmışlar. Belki ojenin de böyle bir hikayesi var, kim bilir...

Burcu  Ojenin öyle bir hikayesi var midir ya da Cahideciğim ne renk oje tercih ediyordur bilmiyorum ama ben yine düşündüm de, birinin bana aklını kaybedecek kadar, saplantısından ve tutkusundan bilincini akıtacak  derecede aşık olmasını isteyebilirdim. Düşünsene, bir Sayru var ve Cahide'ye olan aşkından ötürü usunu bile yarıyor. Gerçi ilk etapta bana çekici gelse de, eğer bu aşkın ucu bana direkt dokunursa ve ben o kisiyi sevmiyorsam çok boğucu da olabilir. Tek taraflı olursa bunalırım ben. Yalnız, birinin bana olan tek taraflı sevgisinden bunalabilirim ve onu sürdüremeyebilirim ancak benim bir başkasına olan tek taraflı kendi sevgimi sonsuza kadar devam ettirebilme potansiyeline de sahibim bence. Bu durumda hem Sayru hem Cahide olduğum söylenebilir mi acaba??

Gözde  Selim İleri'nin kitapta diğer insanlardan uzaklaşması gibi bir duruma neden olmaz mı acaba bu tek taraflı sevgi durumu? Orada da saykodelik bir durum var bence. Aslında aşırı narsisizm gibi bir şey. Bir başkasına seni sevme hakkı tanımıyorsun, kontrol sende olacak, sen seveceksin öyle mi? Sevginin de iyisini sen biliyorsun yani? Hem Sayru hem Cahide olma, genç Osman ol, cesedin yakışıklı kalsın :)  
Burcu   İyi de çevrene şöyle bir bak, bir metrobüse bin, İstiklal Caddesinde bir yürü... Sence bu insanlar, bu kalabalık uzaklaşılmayı hak etmiyor mu? Çok bir İlber Hoca gibi konuştum ama bence "Mel'un"daki Sayru da da biraz İlber Ortaylılık vardı: herkes cahil, kimse düşünmüyor, kimse okumuyor, tek muhteşem benim! :)

Gözde Muhteşem devirler Cahide zamanındaydı ve onlar da geçtiler. Şu anda sen dahil hiç kimse muhteşem değil, üzgünüm :)
 
Tabi ki ekip -herkes katılamasa da- olarak da toplanıp kitabı değerlendirdik. Bir klasik haline gelmiş cümlelerimizi ve buluşma fotoğrafımızı da ekledik.
 
 
Özlem: Us yarılması bana göre değil.
Burcu: Korkarım ki benim de usum yarılmış. 
Gözde: Uslu kelimesinin kökünün us olduğunu bu kitapta farkettim.
Hazal: Bana piyano çalan Avrupai kadın tiplemesiyle gelmeyin.
Merve: İnsanlardan çok çekmiş kafası karışık bir ötekinin içini döktüğü günlükler.
 
 

09 Şubat, 2014

"kaldığın yerden devam etmenin karanlığı
benzemiyor hiçbir çaresizliğe"



Kitaplığımda iki Murathan Mungan kitabı var; ikisi de aynı eski dost tarafından hediye edilmişti bana. Biri, daha önce sitemizde yazdığım Aşkın Cep Defteri, biri de bugün yazmaya  çalışacağım "Timsah Sokak Şiirleri".

Şiir kitabı yorumu riskli bir iş aslında; çünkü yazarken iç dünyasını, kalbini, yaralarını çokça ele verebilir insan. Ama cesurluğum ve kendime meydan okumalarım ünlüdür benim. Sitemizde yazdığım Küçük Prens ve Kürk Mantolu Madonna yazıları da örnek verilebilir bu cesaretime.  Ne demiş Göksel bir şarkısında: "Ruhum çocuktan tehlikeli suları sevdi"... 
Bilenler mutlaka vardır; Beyoğlu / Cihangir'de bir sokak adı olan Timsah Sokak'ın, Murathan Mungan'ın 2003 yılında Metis Yayıncılık tarafından basılan "Timsah Sokak Şiirleri"ne adını verme olasılığı çok yüksek.

Hiçbir yaranız ya da benzer yaşanmışlığınız yokken bile okuduğunuzda altını çizecek, içinizi acıtacak çok satır bulabilirsiniz bu kitapta. Mungan kelimelerle o kadar güzel oynamış; aşkı, ayrılığı, yaşadığı acıyı, tecrübeyi, bekleyişi, vazgeçişi, hayal kırıklığını o kadar iyi anlatmış ki, satırlarda anlatılan bu yoğunluğu derinden hissedebilmek için benzer şeyleri yaşamış olmanız çok da gerekmiyor. Hal böyleyken, bir de bu konuda yaralarınız varsa; kitabı okurken o yaraların, kabuk tutmuş olsalar bile, teker teker nasıl tekrar kanadığını, içinizin nasıl acıdığı belirtmeme gerek yok sanırım.

                                                    "hiçbir şey öğretmeyen aşk ne çok şey öğretmiş bana
                                                     aynı yaşamıyor herkes
                                                     aşkı da ayrılığı da"

dese de Mungan, okurken aslında size özel sandığınız tüm o acıların, hayal kırıklıklarının, şaşkınlığın ve kaldığınız yerden devam etme zorluğunun, pek de size özel olmadığını, durumlar ve kişiler farklı olsa da, yaşanan hislerin az çok herkeste benzer olduğunu görüyorsunuz.

"Timsah Sokak Şiirleri"nde yeniden aşık olmak, yeniden sevmek, yeniden başlamak yok, aşkın güzel tarafı da çok yok. Aşkın acısı var, ayrılığın getirdikleri ve alıp götürdükleri var, çaresizlik var, yarım kalma, yarıda bırakılma ve hesap soramama var. O kadar ki;

                                                      "paramparça ediyorsun
                                                       anonim solgunluğunda
       bir zamanlar benim olan her şeyi"

dediğiniz kişiye sorabildiğiniz tek hesap:  "ne hakkın vardı buna?" olabiliyor.



Ayrılık, biten ilişki sonrası yakanızı bırakmayan anılar, "ama"lar, "acaba"lar var bu kitapta. 'Yalnız ya da birlikte bir ilişkiden çekip gitmek'; çaresizlik içinde sürekli anımsayış, bekleyiş ve bunların getirdiği yorgunluk var. Kitapta sırasıyla "Ben Çaresizliğin Eli Olsaydım","Ben Anımsayışın Eli Olsaydım", "Ben Bekleyişin Eli Olsaydım", "Ben Yorgunluğun Eli Olsaydım" diyor Mungan ve tüm bu şiirlerin sonunu "giderdim" ile bitiriyor. Keşke gitmek kolay olsa, keşke becerebilseniz zamanı geldiğinde şeyleri olduğu gibi bırakıp gidebilmeyi. Bekleyiş bir gün bitiyor bitmesine de, anımsayış bitmiyor, gidemiyor insan anımsayıştan ve bu yüzden hafızasını sildiresi bile gelebiliyor, bu kadar zordur hiç olmadık zamanlarda özleneni anımsamak. İşte bu yüzden diyor ki Murathan Mungan:

                                                      "ben anımsayışın eli olsaydım
                                                       tutmazdım kimseyi hatırımda
                                                       giderdim giderdim giderdim"

Çaresizlik, anımsayış, bekleyiş ve yorgunluktan sonra vazgeçmek var bu şiirlerde... Ve vazgeçmeden bir adım önce gelen kabulleniş... En zoru da bu değil midir zaten? Önce kabul edemez kalbiniz ve beyniniz, mantıklı açıklamalar ararsınız, mücadele edersiniz, reddedersiniz, ısrar edersiniz, oldurmaya çalışırsınız ve olmayacağını görmek istemezsiniz bir türlü; sevmişsinizdir, emek vermişsinizdir çünkü. Güzel olan şeylerin bitmesi için bir neden olmadığını ve sonsuza kadar güzel olarak devam edeceğini düşlemişsinizdir. Güzel olan bir şey durduk yere neden bitsin, değil mi? Kendinizle girdiğiniz uzun mücadeleden sonra, sonunda gerçek olandan kaçamayacağınızı anlar ve istemeseniz de onunla yüzleşirsiniz. Kabulleniş bu noktada gerçekleşir işte. Kabullenişten sonrası da malum: vazgeçmek ve kaldığınız yerden, sizden geriye ne kaldıysa onunla devam etmek. 'Kalbiniz tuzaklarda konaklar, devamsız hikayelerde yaşlanır' ve 'zaman, aldıklarını bir daha yerine koymaz." Vazgeçmek zordur gerçekten. Zordur; kanırtır, acıtır, dışarıya ve muhatabınıza yansıtamadığınız isyanlar  yaratır içinizde. Ama bu kabulleniş ve vazgeçişten sonrası daha kolaydır aslında; mücadeleyi bırakmışsınızdır, yaralarınız sarmaya geçmişsinizdir artık. Tıpkı Mungan'ın dediği gibi yani:


                                        "hem çok zor hem çok kolay
                                         vazgeçmeyi öğrendiğin yaşların başlangıcı" 

Ayrılıkların insana çok şey öğrettiğini görüyorsunuz bu şiirlerde. "Vahşi bir bitki gibi kendi zehriyle çürümeyi", "zamanın ne olduğunu", "yalnızlıkta seslerin birbirine ne çok benzediğini", "intiharın, hayatınızın hiç değişmeyen ihtimali olduğunu", "eşyanın zamanla nasıl uysallaştığını", "zamanla hiçbir şeyin eskisi kadar acı vermediğini" ayrılıklar öğretir size ve en sonunda dersiniz ki: "unutmadım hiçbirini, ama yaşlandım."
Gençken, kalbiniz toyken, içinizde daha acıya yer varken, daha cesaretli, daha atak olabiliyorsunuz; ancak yaşanmış onca şeyden sonra geriye söyleyebildiğiniz sadece şu kalıyor:
yordu, yordum, yoruldum

Yaranız olsun ya da olmasın, ayrılık yaşamış olun ya da olmayın, biri sizi hayal kırıklığına uğratmış olsun ya da olmasın, birini deli gibi özleyin ya da özlemeyin, içinizde bir şeyler yarım kalmış ve bu yarım kalmışlıklar nedeniyle yüreğinize bir boğa oturmuş olsun ya da olmasın, "Timsah Sokak Şiirleri" içinize dokunuyor. Sizin yaşadıklarınız, bir önceki cümledeki "ya da"lardan önceki gibiyse zaten fazla söze gerek yok; okuyun ve yalnız olmadığınızı anlayın, derim.
Göksel'in şarkısından bahsetmiştim ya yazının girişinde, "Kardan Adam", bence bu yazımı fona o şarkıyı alarak okuyun:

12 Ocak, 2014

"Bir gün" demiştin bana, "gün batımını tam kırk dört kez izledim!" Sonra da, "Biliyor musun," diye ekledin. "İnsan gün batımını çok üzgün olduğunda seviyor." 
"Çiçekler çok tutarsız oluyorlar. Ama onu nasıl sevmem gerektiğini bilemeyecek kadar küçüktüm..."

Bu akşam yine kendime meydan okuyorum ve "Kürk Mantolu Madonna"dan sonra benim için 'kutsal' nitelikli olan bir başka kitabı, "Küçük Prens"imi seçiyorum yazmak için. Oldukça yalın ama bir o kadar karmaşık ve derin bir kitap bu, tıpkı baş kahramanı olan Küçük Prens gibi; B 612 Astreodinin saf, buğday tenli, altın saçlı, meraklı prensi gibi...
"Küçük Prens"i en basit haliyle, Antoine de Saint-Exupéry isimli bir Fransız pilot ve yazarın büyükler için yazdığı bir çocuk romanı olarak tanımlayabilirim. Antoine de Saint-Exupéry'nin, 1944 yılında intihar mı yoksa kaza mı olduğu hala bilinmeyen bir nedenle Akdeniz'de kayıplara karışan uçağının kalıntıları, 2004 yılında Marsilya açıklarında bulundu. Uçakta hiçbir kurşun ya da çarpışma izine rastlanmaması ve son uçuşundan bir gece önce hiç uyumaması, çevresindekilere intihardan söz etmesi, bu ölümün çok da kaza olmadığı yönündeki savı destekliyor. Benim inancıma göre ise, o şu anda B 612'de inatçı ve tatlı arkadaşı Küçük Prens'le beraber...
Her ne kadar sadece çocuklara yönelik yayınlar yapan Mavi Bulut Yayıncılık tarafından basılmış versiyonu en yaygın olarak okunsa da Küçük Prens'i sadece çocuk kitabı olarak tanımlamak ona yapılmış büyük bir haksızlık olur. Aksine, bence Küçük Prens bir çocuk kitabından çok, 'büyük' kitabı. Gün batımını seyretmek için yapması gereken tek şeyin sandalyesini biraz kaydırmak olduğu B 612 Asteroidini, bir çiçekle yaşadığı sorunlar nedeniyle terk edip başka gezegenlere yaptığı ziyaretlerde o kadar çok şey öğreniyor ve hatırlıyoruz ki onunla birlikte... Gittiği  ve hepsinden "şu büyükler çok tuhaf" yorumuyla ayrıldığı gezegenlerde sırasıyla karşılaştığı kral, kendini beğenmiş adam, ayyaş, iş adamı, fenerci, coğrafyacı ve pilot Saint-Exupéry ile diyalogları, unuttuğumuz ya da hiç düşünmediğimiz şeyleri oldukça saf ve yalın bir şekilde yüzümüze vuruyor. Krallara göre diğer bütün canlılar kuldu mesela ya da kendini beğenmiş adamlar sadece övgü sözlerini duyarlardı. Bunları anlamıştı, evet ama çok içtiği için utanan ve bu utancını unutmak için içen adam minik aklını karıştırmıştı prensimizin ve tüm gün yıldızları sayıp, bulduğu sayıyı bir kağıda yazıp çekmecesine koyan iş adamının gezegeninde anlamıştı ki, "önemli işler konusunda büyüklerinkinden farklı düşüncelere sahipti". Dünya'ya geldiğinde, birazdan bahsedeceğim yılan ve tilkiyle karşılaşmasından sonra, Küçük Prens Sahra Çölü üzerinde uçağı arızalanan Saint-Exupéry ile karşılaştığında ise hem ona hem de "tek bir çiçeği koklamamış, tek bir yıldıza bakmamış, kimseyi sevmemiş, yaşamı boyunca yaptığı şey bir takım sayıları toplamak" olan ve hep "çok önemli işleri" olan biz büyüklere aslında birer "mantar" olduğumuzu söylüyordu. 
Asıl önemli olan gözle görülmeyendir.
Dünyaya ilk geldiğinde çölde kendini çok yalnız hisseden Küçük Prens'e, karşılaştığı yılan Dünya hakkında önemli bir bilgi veriyordu: "İnsanların arasında da yalnızdır insan." Ama ona asıl sırrı bir tilki verecekti. Kendisiyle oyun oynamasını istediği tilki ona, ancak onu evcilleştirirse oynayabileceğini söylemişti ve eklemişti "Beni evcilleştirirsen birbirimiz için gerekli oluruz. Benim için sen dünyadaki herkesten farklı birisi olursun (...) Beni evcilleştirirsen yaşamıma güneş doğmuş gibi olacak. Duyduğum bir ayak sesinin ötekilerden farklı olduğunu bileceğim." Bu sözlerle B 612'de terk edip bıraktığı çiçeği tarafından evcilleştirildiğini anlamıştı Küçük Prens ve tilkiden de kendisini evcilleştirmesini istemişti. Ama unutmaması gereken bir şey vardı: Önemli olan evcilleştirdiğimiz şey için harcanan zamandı ve evcilleştirdiğimiz şeyden sorumluyduk. Evcilleştirdiği çiçeğinin yanına geri dönmek için tilkiye veda ederken  bir sırra sahipti Küçük Prens: "İnsan yalnızca yüreğiyle doğruyu görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez." Bu sırrı Küçük Prens'le birlikte ben de unutmamalıydım.
Hikayenin bundan sonrası oldukça hüzünlü. Küçük Prensi'in çiçeğine geri dönmek için yılanla anlaşma yapması, pilotun onunla vedalaşması, ölmüş gibi olan ama aslında ölmeyen küçük kahraman. Ne öğrenmiştik tilkiden? "İnsan evcilleştirilmeyi kabul etti mi, biraz göz yaşını da göze almalı." 

Saint-Exupéry'nin deyimiyle "dünyanın en güzel ve en hüzün dolu görüntüsü" ile bitiriyorum bu yazıyı. Küçük Prens gök yüzündeki beş yüz milyon yıldızın birinde yaşıyor ve sadece bunu bilmek bile yıldızları anlamlı kılıyor.
 
 

22 Aralık, 2013

"Anneee, ben sokaktayım!"        

          "Doksanlar" dendiğinde içim sıcacık olur, heyecanlanırım, özlem duyarım o günlerime. Saatlerce konuşabilirim doksanlar hakkında. Çocukluğumu doyasıya yaşadığım, oyunlar oynadığım, hayaller kurduğum, dış dünyadan bihaber, kendi dünyamda yaşadığım zamanlardı. Dünyayı kendi kafamın içinde yaşamak, 'çekirdek' çevremi kendi kafama göre belirlemek, sanırım o zamanlarımdan yadigar bana. Eve girme zamanının geldiğini gösteren akşam ezanı dışında herhangi bir sınırım yoktu ki hiç, eve girdikten sonra da devam ederdi zaten oyun. Yaralarımla da daha kolay baş edebiliyordum; çünkü sadece diz yaralarım vardı o zamanlar. Sokakların, oyunların ve arada kabuğunu kaldırıp tekrar kanattığım yaralarımın hepsi benimdi. Belki de, büyüdükçe bana dayatılan, beni sınırlandırmaya çalışan sosyal/fiziksel çevreye ve zor iyileşen yaralarıma olan isyanım bu yüzdendir. "Büyüdüm, elbette büyüdüm ama o 'durdum ben' diyen tarafım doksanlarda kaldı galiba." 

Doksanlar benim için bu kadar anlamlı ve önemliyken, Kadir Aydemir'in derlediği Yitik Ülke Yayınları tarafından basılan "90'lar Kitabı: Çocuk mu Genç mi?" isimli kitabı alıp okumamam imkansızdı. Kitabın içinde 111 yazarın yazısı bulunuyor. Her biri, doksanların kendisi için hissettirdiklerini, hatırlattıklarını yazmış. Kimisinin ilk gençlik yıllarıymış, kimi benim gibi daha çocukmuş, kimiyse yeni çıkan sivilceleriyle ergenlik dönemindeymiş. Sokakta taso oynayan birisine babasının öldüğünü söylemişler, bir diğeri ise okumayı öğrendiğini televizyonda Turgut Özal'ın öldüğünü söyleyen son dakika yazısını okurken fark etmiş. Biri Alf'i anlatmış uzun uzun bir diğeri ise evde arkadaşlarıyla yaptığı dans yarışmasında yaptığı Yoncimik dansını. Biri Kurt Cobain demiş, diğeri sanal bebek...

         Doksanlarda henüz çocuk olanlar Susam Sokağı, mavi okul önlüğü, leblebi tozu, Tombi, meybuz, Barış Abi, Şirinler, salça ekmek, yakar top, saklambaç, yerden yüksek, misket, taso, Turbo sakız, Sindy/Barbie bebek, Super Mario, BMX bisiklet, Tetris, sinek ilacı arabasının peşinden koşmak, Hugo, kupon biriktirerek alınan ansiklopediler, kırılmaz mavi Acropol takımlar, maketler, kağıttan kıyafet giydirilen bebekler, bize dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlayan Tsubasa, Macarena dansı, Yonca Evcimik, Harun Kolçak, Burak Kut ve Kenan Doğulu'dan bahsederken; yaşları biraz daha büyük olanlar Uğur Mumcu suikastı, Metin Göktepe'nin öldürülmesi, Madımak katliamı, Zonguldak'taki grizu patlaması, Bosna saldırısı, Körfez Savaşı, YÖK Protestosu ve Tansu Çiller'den bahsetmiş. İlk grup doksanları saflık, temizlik, çocukluk olarak yorumlarken, ikinci grup ise doksanları daha karanlık taraflarıyla hatırlamış.

          Hatırlananlar ve hissedilenler farklı olsa da, aslında anıların birçoğu ortak ve doksanlara ait hemen her şeyden bahsedilmiş bu kitapta. Fonda doksanlar Türkçe pop, kalbimde ve aklımda anılarımla okudum kitabı. Oldukça da keyif aldım. Bu yazıyı da yüzümde hafif bir gülümseme ve bolca özlemle yazıyorum. Çocukluğumu sokakta ve doyasıya yaşadığımdan olsa gerek, özellikle doksanların ilk yarısını mutlu ve umutlu yıllar olarak hatırlarım. Hayat sokaktaydı ve benim birçok oyun arkadaşım vardı. 

Hazine kutumdan bir parça.
(Zerrin Özer'in albüm kartonetindeki bu mektubu
sadece bana yazdığını düşünmüştüm.)
       Evin arkasındaki parkta Çokoprens kaplarını birbirine sürtünce çıkan simleri yüzüme sürdüm, kiremitleri kırıp tükürüğümle karıştırarak kına yaktım ellerime, boş arsada top oynadım, hıdrellezde yakılan ateşin üstünden atladım, oyun arasında bakkala gönderilince ne alacağımı unutup Kemal bakkala elimdeki parayı gösterip "bununla ne olur?" diye sordum. Lastik atlamada çok iyiydim, bazen yaramazlık yapıp bir arsada akşam ezanından sonra boş cam şişeleri duvara vura vura kırdığım da oldu. Annemin beni korkuyla sokak sokak arayıp arsada şişe kırarken bulduktan sonraki 2 gün sokağa çıkma yasağı verdiğini hiç unutmam. Anneme yaşattığım şoklardan sadece biriydi bu. Bu olaydan bir süre sonra da mahallede açık süt satan amcanın kamyonuna binip megafonla "Sütçü geldi, sütçüü!" diye bağırıp neredeyse annemin kalbine indirecektim. Ergenliğe doğru adımlarımı attığım doksanların ikinci yarısında ilk aşık olduğum şarkıcı ne Burak Kut ne de Tarkan'dı, Yaşar Gaga'yı sevmiştim ben; o kadar ki, belki bir ihtimal okur diye, ona oldukça duygusal bir mektup bile yazmıştım. Birçok kişiyle mektuplaşırdım zaten o zamanlar. Yazmanın hisleri aktarmadaki önemini de o yıllarda öğrenmiştim. Babamın Sirkeci'den alıp getirdiği kasetleri dinlemek, o şarkılara eşlik etmek, ses kaydetmek, hüzünlü şarkılarda depresyondan depresyona koşup (bu anlamda Zerrin Özer'in "Sevildiğini Bil" albümünün yeri hala ayrıdır. Bence bulup mutlaka dinlemelisiniz.), hareketlilerde çılgınca dans etmek de rutinlerim arasındaydı. Kitapta bahsedilen tüm çizgi filmlere ek olarak "Şeker Kız Candy" desem size? İmkansız aşklara verilebilecek en güzel örnektir oradaki Terry'e olan aşkım.
          Daha uzatmamalıyım sanırım, yoksa sayfalar sürecek bu yazı. Tetriste hala uzun çubuğu bekleyen ve "Sevdim, güldüm ve ağladım..." diyen herkese tavsiye ettiğim bir kitap "90'lar Kitabı". Madem Yaşar Gaga dedim, onun bir şarkısıyla bitireyim yazımı: "Gel, benim o gizli bahçemde bilinmeyen sazlar çalınır, mis amber kokuları salınır..."




12 Kasım, 2013

"memnuniyetim artar belki

 devam edersem ama şimdi

 umudum yok ve yorgunum"


"Ekmek Arası" ile başlayan Charles Bukowski yolculuğuma, "Kahramanın Yokluğu" ile devam etmek istedim. Alkım'da elim yine Bukowski kitaplarına gittiğinde, arka kapak yazısından en çok etkilendiğim bu olduğu için tercih ettim kitabı. Oldukça iddialı, direkt ve aslında 'gerçek'ti arka kapakta okuduklarım.
"İzahı güç."
"Kahramanın Yokluğu" Bukowski'nin  ölümünden sonra kitaplaştırılmış deneme ve hikayelerinden oluşuyor. Aşka, tutkuya, şiire, edebiyata ve tabii ki alkole bol miktarda yer var bu kitapta. 
Bu deneme ve hikayelerde, Bukowski şiiri ve yazıyı 'dolaptan tıraş bıçağını aldığımızda onu gırtlağımıza saplamaktansa onunla dikkatlice sakalımızı kesmemizi sağlayan', aklımızı kaçırmamızı engelleyecek tek şey olarak görüyor ve ancak bu duruma geldiysek yazarlığı bize tavsiye ediyor.
Kira, yemek, iş gibi hiçbir derdi olmayan aptal ördekler gibi olmak istiyor bazen, çünkü çok yorgun; "Sözcükleri sen döşe; ben yorgunum." diyebilecek kadar yorgun. Bu noktada belki alakasız olacak ama, yorgun olsam da olmasam içimde hep var olan kedi olma isteği güçlü bir şekilde yeniden beliriyor. Ev kedisi ya da sokak kedisi fark etmiyor; seni seven ve besleyen birileri elbet çıkıyor ve onlar sana sadece senin istediğin kadar yaklaşabiliyorlar. İşte bu yüzden sıklıkla kedi olmak isterim ben. Neyse, konumuz şu anda bu değil. 
Hiçbir şey istememe mertebesine geldiğim zamanlara denk geldiğinde Bukowski benim için bir yandan tehlikeli bir yandan da ilham verici olabiliyor. Garip bir ortak çizgide yürüdüğümü hissediyorum onunla birlikte "yüreğim kendi midesini kusuyor". Okurken ben de onun gibi intiharın "düşünen insanın başvurduğu bir yöntem" olduğuna karar veriyorum. Aşk pek çok olabilse de intihar tek oluyor ve bu yüzden Bukowksi intiharı daha asil buluyor. Haklı bence. Ama cesaret istiyor. Hiç doğmamış olmak daha kolay ve tercih edilebilir sanki.  
Çok karanlık gibi gözükse de aslında bir yandan da eğlenceli yazılar yer alıyor "Kahramanın Yokluğu"nda. Ama yine de bence Bukowski'ye yeni başlayacaklar için  ilk üçte değil de sonlarda okunması daha uygun olacaktır.
Kitaba adını veren "Kahramanın Yokluğu"ndan bir kısımla sonlandırmak istiyorum bu kısa sayılabilecek yazımı:
"Hüzün. Hüzün o kadar büyük ki, başka bir şeye dönüşür - bir bardağa örneğin. Hüzün bir şeydir, delilik başka bir şey. Bu yüzden odana gider, kıçındaki boku siler ve delirmeye karar verirsin."

Beni tanıyanlara not: Korkmayın, iyiyim. En azından idare edebiliyorum. :)

30 Eylül, 2013

"Başka birine güvenmekte hesap yoktu, iş yoktu insanlarda."
         Sert bir kitap "Ekmek Arası"; gerçekler kadar, hayat kadar sert. Onu bu derece çarpıcı yapan da acıtan, iliklerimize kadar hissettiğimiz bu sertliği ve direktliği aslında.

         Charles Bukowski'nin hayatından kesitler sunduğu "Ekmek Arası"nda, 'mutlu görünen, gülen, konuşan' insanlarla kurmak zorunda kaldığımız tuhaf, güvensiz ilişkileri görüyoruz. Maddi durumumuz iyi değilse, yeterince sevgi görmediysek, hele bir de suratımızda geçmek bilmeyen iri sivilcelerimiz varsa, okuldaki oyunlara dahil edilmenin, kızlar tarafından beğenilmenin, anne-babaya-öğretmenlere kendimizi kabul ettirmenin, kısacası hayata tutunmanın ne kadar zor olduğunu okuyoruz. Hayatla girilen büyük ve acımasız kavgada; patlayan dudaklardan, açılan kaşlardan, akan oluk gibi kandan, şiddeti hissediyoruz suratımızda. Birileri bize çirkin olduğumuzu söylemiştir ve o zamandan beri 'gölgeyi güneşe, karanlığı ışığa yeğler' olmuşuzdur işte. Belki de tutunmak istediğimiz, bir parçası olmayı arzu ettiğimiz ama bir türlü kuralına uygun bir şekilde yaşamayı beceremediğimiz bu hayatta; fiziksel üstünlüğü, gücü ve şiddeti, ayakta kalmanın, kendini kabul ettirmenin tek yolu olarak görüyoruz çaresizlikle.
Geleceğime baktığımda gördüklerim hiç iç açıcı değildi.

         Bunca sertlik ve acımasızlık içinde 'şey'lerden duyduğumuz korku gidiyor bizden önce, sonra da öfkemiz. Ama o şeyleri kabullendiğimiz için olmuyor bu. Kabullenemiyoruz, sadece iğreniyoruz; hem başımıza böyle şeyler geldiği için kendimizden hem de başımıza gelmesine sebep veren her ne ise, ondan iğreniyoruz. Ama yine de 'kimseyi aldatmayan ahmaklar'ın bağışlanabilir olduğunu okuyoruz; asıl 'aldatanlar üzüyor' ya insanı.
         Seçimlerimizi 'hep kötü ile daha kötü arasında' yapmak zorunda olduğumuzu görüyor ve biliyoruz ki, seçimimiz ne olursa olsun bir parçamız daha gidiyor bizden en sonunda. Mutlu olmayı asla beceremiyor ve "mutsuz olamayacak kadar bedbaht" hissediyoruz kendimizi. Ancak gücümüz o kadar yok ki, intihar bile çaba gerektirdiğinden yapamıyoruz. "Beş yıl uyumak" ya da kaçıp 'hiçbir şey yapmak zorunda olmadığımız bir yer'e saklanmak istiyoruz. Rahatsız edilmediğimiz, bizden herhangi bir şey yapmamızın istenmediği, bir şeylere alışmak, bir şeyleri kabul etmek, birilerine hesap vermek, kendimizi dezavantajlı hissetmek zorunda olmadığımız, mücadele gerektirmeyen bir yerlere saklanmak...  
          Kim bilir, belki sevilmektir aslında şu hayatta tek ihtiyacımız olan. Bizi olduğumuz gibi kabul edip, bıkmadan ve bırakmadan sevecek biri(leri) tarafından sevilmek...

28 Temmuz, 2013

Utanarak söylemeliyim ki, J. D. Salinger'la tanışmam Teoman'ın 2001 yılında çıkardığı "Gönülçelen" albümü sayesinde oldu. "The Catcher in the Rye"dan sonra, Yapı Kredi Yayınları'nın "Dokuz Öykü" kitabıyla daha da çok sevdim yazarı.


Dokuz Öykü
Salinger'ın 1948-1953 yılları arasında yayınlanmış dokuz öyküsü bulunduğu bu kitap, Salinger'ı okumaya başlamak için ideal. Elimdeki 9. baskıdaki arka kapak yazısında da belirtildiği gibi "bu kitaptaki öyküler bu dünyanın kabullenilmesinde değil, aşılmasında buluyor doruk noktasını".
Tüm öykülerden bahsetmektense, bugün kitabı tekrar elime aldığımda işlenişiyle en çok etkilendiğim öykü olan "Muz Balığı için Mükemmel Bir Gün"den bahsetmek istiyorum. Elimdeki kitabın arka kapağında da öykünün sonu belirtilmiş ama ben yine de uyarayım, eğer okumadıysanız ve okumayı düşünüyorsanız bu yazıda, öykünün sonundan da bahsedeceğim.

Öykü, bir kadının annesiyle yaptığı telefon görüşmesiyle başlıyor. Salinger, betimleme ve ironiyi o kadar güzel kullanıyor ki, oda ve taraflar gözünüzde tam olarak canlanıyor. Eşinin psikolojik sorunlarından dolayı kızına zarar vereceğinden endişe duyan anne, ardı ardına sorular soruyor, birinin cevabını almadan diğerine geçiyor. Arada başka kadınların dedikodusunu yapmaktan da geri durmuyor. Telefon konuşmasını okurken "İşte" diyorsunuz, "anneler zaman ve mekan fark etmeksizin, az çok aynılar".

Gelelim hikayenin asıl kahramanına: Seymour Glass ya da kumsalda tanıştığı küçük arkadaşı Sybil'in tabiriyle See More Glass. Seymour'a geçmeden önce minik bir parantez açarak Salinger'ın, kahramanı farklı Glass'lar olan dört hikaye yazdığını da belirtmek isterim.
Bu hikayenin Glass'ı Seymour, savaştan yeni dönmüştür, biraz önce bahsettiğimiz telefon konuşmasından aldığımız bilgiye göre de psikolojik sorunları nedeniyle tedavi görmüştür. Eşiyle birlikte tatile gelen beyaz tenli ve dar omuzlu kahramanımız, sahilde bornozla oturuyor. Tatilde arkadaş olan Seymour ve Sybil'in plajdaki diyalogları ayrı bir dikkat çekicidir. Akranı olan başka bir küçük kızın Seymour'la ilişkisini kıskanan Sybil'e, muz balığı hikayesini anlatıyor Seymour: küçücük muz dolu bir delikten içeri girip, yedikleri muzlar yüzünden şişip domuza dönen ve tekrar o delikten çıkamayarak ölen muz balıklarının hikayesi...  Hikayeyi anlattıktan sonra "muz balığı için mükemmel bir gün bu gün" diyor ve Sybil'le beraber muz balıklarını görmek için denize giriyorlar. Sybil, ağzında altı tane muz olan bir muz balığı gördüğünü söyledikten sonra Seymour'la beraber denizden çıkıyorlar. Sybil, Seymour'dan ayrılırken Seymour bornozunu giyip deniz yatağını da alarak odasına dönüyor. Odada, biraz önce annesiyle telefonda konuşan eşi, yatağın bir ucunda yatarken, Seymour, bavulundan otomatik tabancasını çıkarıyor, yatağın kenarına oturuyor ve tabancayı sağ şakağına dayayarak ateşliyor.

Hikayenin başında böyle bir sonu beklemiyor kimse. Zaman zaman gülümsediğiniz bu hikayede Salinger, denizden tatilden, küçük kızla sohbetten, muz balıklarına, oradan intihara öyle sert ve hızlı bir geçiş yapıyor ki, hikaye bittikten sonra bir süre diğer hikayeye geçemiyor insan.

Kimilerine göre muz balıkları 2. Dünya Savaşı sonrası insanları temsil etse de, dümdüz bir okumayla bile, oldukça etkileyici bir hikaye "Muz Balığı için Mükemmel Bir Gün".