04 Mayıs, 2014

"Günler, şu garip günler! Uykumuzun içinde saatleri başlayan günler!"

Daha önce anlamadan okuduğum kitaplardan biriymiş Sait Faik Abasıyanık'ın "Kayıp Aranıyor" romanı. İlk kez 1953 yılında yayınlanan bu roman, başka bir bölümü olmamasına rağmen "I" no.lu bölüm numarasıyla başlar ve Sait Faik'in oldukça yalın, yalın olduğu kadar derinlikli anlatımı sayesinde başlandığı gibi bir nefeste okunup biter.

Okuduğum her kitapta kendimden bir şeyler arayıp bulup, kitaptaki bir ya da birkaç kahramanı kendimle özdeleştirerek, onu hislerime, söyleyemediklerime tercüman etmek isterim. Bu kitapta kahraman bence tek: Nevin. Ankara'da kendisi gibi gazeteci olan eşiyle yaşayan, emekli konsolos Vildan Bey'in saadeti arayan ve sorgulayan, 'hayatı yaşayarak münakaşa edip bir neticeye varmaya çalışan' kızı Nevin. Kitabın bazı yerlerinde Nevin, insanların kendisini hep "konsolosun kızı" "gazetecinin karısı" ya da "Balıkçı Cemal'in aftosu" olarak tanımladığını söyler ve bunu kabul etmiş gibi dursa da aslında bu durumdan rahatsız olur. Nevin'den bahsederken benim de daha ilk cümlemde bu tanımlamaları kullanmam ya kitabın etkisinden ya da ataerkil sistemin iliklerime kadar işlemiş olmasındandır. Ben tabii ki ilk seçeneği tercih ediyorum.

Nevin, geleneksel olan annesinden ziyade (bu romanın genel havası boyunca da Türk romancılığının ana konularından geleneksel-modern, Batı-Doğu ayrımını ve bu ikisi arasında kalmış ya da bu ikisini harmanlamış yaşamları çok net görüyoruz.) kızının nasıl isterse öyle yaşamasını isteyen babasının etkisi altında yetişmiştir. Konsolos Vildan Bey, "insanın kendi hayatını yaşamasını, her şeye rağmen yaşamasını öğrenmiş, kızına da bunu öğretmişti(r)." İnsanın hayatı boyunca 'ahlak' denen duvarın sınırlarını çok da zorlamadan, gözünü kapadığında hatırlayacağı mutluluk ve zevk anıları biriktirmesi gerektiğini savunur Vildan Bey. Burada biraz önce bahsettiğim Doğu gelenekselciliği ile Batı modernizminin arasında kalan bir baba görüyoruz aslında: Hayatını istediğin gibi zevkle yaşa; ama ahlak sınırlarını da çok zorlama. Vildan Bey'in şu cümlesi aslında bu konuda bize ayna tutar: Yaşamın her şeklini meşru, kitaba uyar bir hale soktuktan sonra hiçbir şeyin zararı yoktu(r). Vildan Bey böyle söylüyor; ancak meşru ya da kitabına uyan sınırlar içinde bir kimsenin kendi hayatını tam olarak istediği gibi yaşayabilmesine ne kadar imkan vardır ki? 'Modern' sayılabilecek zihinler, bir yandan dinin "günah"ını yok sayarken, diğer yandan toplumun "ahlak"ını meşru görerek mı özgürlük alanını belirliyor?

Vildan Bey'in bu hem özgürlükçü hem de bilinçsizce de olsa sınırlayıcı mesajlarıyla yetişmiş Nevin, hayatı boyunca hep bir şeylerin peşinde koşmuştur. Saadet de bunlardan biri ve en temeli olmuştur. Daha doğrusu, okuduğu tüm romanlarda, öykülerde, şiirlerde saadeti bulması ve onunla yaşaması gerektiği mesajını almıştır. Kocası Özdemir'le evlenmesinin nedeni de budur aslında. Saadet arayışı içerisinde ulaştığı sonuçta, hem toplumun kendisinden beklediği, kabul ettiği ve babasının ilettiği gibi meşru ve tehlikesiz bir yaşamı olacak hem de istediği yaşam buymuşcasına o yaşamdan zevk alacaktı. Mutlu olacaktı işte, ötesi yoktu. Ona her koldan dayatılan ve bulmasının zorunlu olduğunu hissettiği yaşam tam da bu değil miydi? Toplum gözünde statüsü olan bir adam ve onunla yaşayacağı bir yaşam... Ama bunun çok da öyle olmadığını Özdemir'in kendisini aldattığını gördükten sonraki buhran döneminde ve ondan kaçıp ailesinin yanına, İstanbul'a geldikten sonra sığındığı Balıkçı Cemal'le yaşadıklarından sonra anlayacaktı. Aslında saadet, olmak zorunda değildi. Mutluluk içerisinde yaşayan insanların da gelip dayanacağı yer boşluk değil miydi? Benim de hep savunduğum (ya da kendimi rahatlatmak için arkasına saklandığım diyelim) düşünceye göre, insanlar ne kadar mutlu ya da mutluymuş gibi yaşasalar da en sonunda herkes ölmeyecek miydi? Hayat, önü ve arkası boşluk olan bir şeyse, onu mutlu ya da mutsuz olarak yaşamanın ne anlamı vardı ki? Bu sebeple belki de saadet denen şeyi, hayatın kalitesini ölçmekte bir kıstas olmaktan çıkarmak ve onun yerine arzu, aşk gibi şeyler koymak gerekiyordu.

Otel odası buhranı...
Özdemir'in kendisini, kendi evinde bir meslektaşıyla aldattığını görüp evi terk ettikten sonra Nevin'in otel odasında yaşadığı buhranı o kadar güzel anlatmış ki Sait Faik, okurken sizin de kalbiniz sıkışıyor, nefes alamıyorsunuz, siz de bir titreyip bir güçlenip, kendinizi ipsiz bir uçurtma gibi hissediyorsunuz. Hele ki Nevin'in, yaşadıklarını unutup İstanbul'daki yeni hayatına alışma sürecini anlatırken pazartesi günlerine yüklendiği öyle bir bölümü vardır ki kitabın, dönüp dönüp tekrar okumamak elde değildir bu bölümü.

Bu süreçte Özdemir'e çok kızarken aynı zamanda, Özdemir'i affetmek, onunla tekrar birlikte olmak eğilimde olan Nevin'e de kızıyorsunuz. Öte yandan da seven bir kadının affedicilik ve unutkanlık boyutlarını az çok biliyorsanız, Nevin'e empatiyle yaklaşıp dönüp bir de kendinize kızıyorsunuz. Affeder gibi yapsa da affetmiyor Nevin. Özdemir'i iyi tanıyor çünkü. Özdemir'in kendisini tıraş sonrası rahatlamak amacıyla sürdüğü kolonya gibi gördüğünü, bu aldatma meselesinden sonra hayatı boyunca kendisine köle olabilecek kapasitede olmasına rağmen, onu rahat ettirmek amacıyla doğmadığını söylüyor ve hayatından çıkarmaya karar veriyor. Sadece onu değil aslında, herkesi hayatından çıkarıyor Nevin. Daha doğrusu herkesin hayatından kendisi çıkıyor. Nevin'i öldürüyor Nevin ve nüfus cüzdanında yazan diğer isimle, Ayşe olarak yeni bir hayata doğuyor. Arkasında sadece babası emekli konsolos Vildan Bey'in çeşitli aralıklarla kendisi için yayınladığı "Kayıp Aranıyor" ilanı bırakarak...

Bu kısacık romanda; geleneksellik, modernite, mutluluk, güven, huzur, aşk, özgürlük, gazeteciler, gazetecilik ve bu mesleğin "patronun düşünmesi  ve devletin siyaseti" eksenli olmak zorunda olması, kadın olmanın zorluğu, kendisinden vazgeçilen adamın ilk başvurduğu şeyin şiddet olması, yeniden doğmak için her şeyi geride bırakmak zorunluluğu gibi birçok şey bulabilirsiniz. Yarınki pazartesiye de göz kırparak, okurken oldukça keyif aldığım aşağıdaki satırlarla bitiriyorum yazımı:

"Kimine dar, kimine bolsun; pazartesi! Pazartesi! Sanki pazar bir şeymiş de onun bir de yarını, ertesi günü var. Ertesi günü yapacak işlerin içinde hep aynı olanı bir yana bırakırsak bize saat olarak ne kalır?

Geç git pazartesi sen de! Sende de iş yok! Sen de salıya doğru kalem tutarak, apteshaneye giderek, daktilo yazarak, otobüse binerek, sümkürerek, burnunu çekerek, vapura atlayarak, merhaba diyerek, bilet alarak, pazarlık ederek, bir şarkı bile mırıldanmadan, ıslık çalmayı bile hatırlamadan, aşktan göz açamadan, bir güzel yüz bile görmeden; yalan söyleyerek insanoğlundan insanoğluna kötü haberler ileterek, çarşambaya doğru yürüyen bulada bir salı ile kol kola geçip gideceksin. Yine çarşamba, yine perşembe, işte cuma! Cumartesi… Hele bu ertesiler yok mu ertesiler? Bu ertesiler, kendilerini bir şey sanan insanlara benzerler. Sanki devam ediyorlar. Sanki bir bayramı, bir oh deyişi, bir sevişmeyi, bir sulhu, bir özgürlüğü, bir oyunu, bir aşkı, bir kardeşliği, bir dudak dudağa, bir anlaşmayı devam ettiriyorlar; yalancılar!
(...)
Amerika’ya daha şimdi giriyorsun. Japonya ötelerinde, Büyük Okyanus’un bir yerinde az sonra sen bir salısın budala!
Ulan pazartesi! Sen bir tarafta pazar, bir tarafta salısın; serseri herif! Ne diye İstanbul’da bize “pazartesiyim” diye kafa tutarsın. Elimde olsa tutarım seni şu saniyede; bakarım sonra dünya yüzüne: bir çocuğun yalnız kafası çıkmıştır, bir adam durmadan son nefesinde."


0 yorum :

Yorum Gönder