26 Mayıs, 2014


Eve döndüğümde çok yorgundum, ne var ki artık her geçen gün sorunları daha iyi anlıyor, çevreme baktığımda, insanlarla konuştuğumda onların bu durumlarının bir kader olmadığını farkedebiliyordum.” Zehra Kosova

1910 yılında tütüncü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi Zehra Kosova. “Ben işçiyim, elimin emeğiyle bu ana kadar çalıştım, mücadele ettim ve yaşayabildim” diyerek anlatacağı kendi tütün işçiliği deneyimine de -Mübadele Anlaşması’na tâbi olarak- 1924 senesinde ailesiyle birlikte geldiği Türkiye’de, 14 yaşındayken başlayacaktı. Böylelikle Cumhuriyet tarihinin birçok dönemine tanıklık etmiş, mücadelelerle dolu 91 yıllık upuzun bir ömrün en önemli dönemecine de ilk adımını atmış olacaktı.   

Birçok mübadil aile gibi, 1924 senesi Sakarya vapuru ile İstanbul’a ve oradan da Samsun’a geldi Kosova ailesi. Emekli olduğu yıllarda kaleme aldığı anı kitabında bu yolculuğa / kendi hayat yolculuğuna dair Kosova şunları söylüyordu: “Henüz küçük bir çocukken bizi Yunanistan’dan getiren vapurun güvertesinden Ege’nin dalgalarını seyrederken, hayatın dalgalarının beni de bindiğimiz vapur gibi sallayacağını hiç düşünmezdim. Hele o dalgaların bütün bir ömür boyunca beni saracağını, inandığım bir davadan, uğruna mücadeleden hiçbir zaman kaçmadığım düşüncelerimden dolayı her zaman boğmak istediğini nereden bilebilirdim…”

Gerçekten de altüst oluşlar ve açlığın, yokluğun hüküm sürdüğü ekonomik sıkıntılarla geçen fakat mücadeleci ruhun her zaman korunduğu bir hayatın çarpıcı bir özetiydi aslında Kosova’nın söyledikleri. Ya da diyebiliriz ki çoğu zaman hüzünlü, acı ve ayrılıklarla dolu bir ömrün, “ben işçiyim” diyen Zehra Kosova’nın – ve Türkiye’de bu döneme tanıklık eden bütün işçilerin- hikâyesini, bir de güçlü, kararlı ve ilham verici bir direnişi dinliyoruz bu kitapta. Ayrıca, Kosova’nın yakın arkadaşlarından ve Türkiye’deki işçi hareketinin önemli isimlerinden Zihni Anadol’un da altını çizdiği gibi, Zehra Kosova’nın hikâyesini benzerlerinden ayıran bir diğer yanı da “az sayıda sosyalist kadın yazarlarımız arasında işçi kökenli olarak sivriliyor” oluşu.

Zehra Kosova’nın anıları Cumhuriyet’in kuruluşundan 1970’li yıllara kadar geçen dönem içerisinde işçi hareketine, işçilerin çalışma koşullarına ve hayat şartlarına, daha çok da tütün işçileri özelinde bakabilme fırsatını veriyor bize. Hatta bugünkü politik gündemimizden baktığımızda belirli bir dönemin içine hapsedilemeyecek kadar bir derinlik de sunuyor bu kitap. Türkiye tarihinde yaşanan en sert baskı dönemlerinde de her şeye kafa tutabilmiş bir inancın ve bilgeliğin dünümüze/bugünümüze dair söylediklerine yeniden bakmak gerekiyor.

İşsizlik, düşük yevmiye, beslenme, barınma, çocuk işgücü gibi konular –savaş koşullarında durum daha da kötüleşiyor olmasına rağmen- işçilerin her dönemde karşılaştığı temel sorunlar gibi duruyor. (Kosova bu konulara daha çok tek parti döneminden örnekler vererek değiniyor anı kitabında.) Mesela iş bulmanın, özellikle tütün işçileri için, hep çok zor olduğunu söylüyor. Yevmiye konusu ise başlı başına bir problem. Kadın ve çocuk işçilerin aynı işi yapmalarına rağmen erkek işçilerden daha düşük yevmiye almalarından mı bahsetmeli yoksa sürekli yokluğundan yakınılan –tek parti döneminden örnek vermek gerekirse ekmek, kömür ve gazyağı gibi- en temel ihtiyaçları bile temin etmeye yevmiyelerin yeterli olamamasından mı? Yoksa işçilerin zor zamanlarda, iş bulamadıkları için evlerindeki eşyalarını, hatta kıyafetlerini satmak zorunda kalmalarından mı?  

İşçilerin beslenmelerinin çok yetersiz kaldığını tahmin etmek güç olmuyor bu tabloda. İş yerleri öğle yemeği vermiyor, genellikle zeytin, peynir, ekmek ve zaman zaman tahin ya da reçelin bu listeye eklenmesinden oluşan öğle yemeklerini her zaman evlerinden getiriyorlar. Balık, tavuk, et neredeyse hiçbir zaman mutfaklarına girmiyor Kosova’nın anlattıklarından öğrendiğimiz kadarıyla. Bir de uygun fiyatlara ev kiralamanın zorlukları da işçilerin genellikle karşılaştığı en temel sorunlardan birisi ve bu koşullarda barınma, mesela tek parti döneminde, işçi ailelerinin ekonomik darboğazından ötürü birkaç ailenin bir evin odalarını paylaştığı bir sisteme dönüşmüş. Fakat yine bu koşullarda, hem işçiler hem de onların aileleri arasında güçlü bir dayanışma da her daim varlığını sürdürüyor Kosova’ya göre.   

Tütün işçilerinin yaşadığı zorluklarsa daha farklı. Kışın tütün işi bittiği vakit, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde “işçilerin kimisi ayakkabı boyacılığı, kimisi Sirkeci’ye gidip hamallık yapıyor, kimisi bakkallardan borç bulup yiyor.” Zehra Kosova ekliyor: “Parayı kazanan köyde köy ağaları, şehirde de yeni türemiş cumhuriyet kapitalistleri, vurguncular; işçiler ise fakirlik içinde sürünüyor, köy ırgatları da perişan, işte o yılların durumu…” Zehra Kosova’dan bugünümüze çok tanıdık gelen bir başka yorum daha: “…Topal ustanın gözü öyle aç ki, daha fazla iş istiyor durmadan. Ustalar hep öyledir işte, patronların maşası. Her zaman işçiyi ezmek için fırsat kollarlar, işlerine gelmeyen işçiyi attırırlar. Sendika yok, kanun yok hiçbir şey yok. İşçi ne yapsın? Gidip derdini kime anlatsın? O yıllarda iş kanunu var ama kim dinler yasayı? Tütün işçisi olarak kaderimiz hep aynı, kışın borçlanıyor, yazın ödüyorduk.”


Zehra Kosova’nın hayat hikâyesi her yönüyle Cumhuriyet tarihinin işçi panoraması gibi. Fakat buna ek olarak, sıradışı bir hayatı olduğunu da belirtmek gerekiyor. Kosova, ilkokul mezunu olarak başladığı işçilik hayatını, sendika üyeliğinde bulunmuş, tütün işçileri arasında örgütlenme çalışmaları başlatmış, çeşitli dayanışma eylemleri ve iş bırakmalara öncülük etmiş, Türkiye Komünist Partisi’nde yıllarca görev yapmış, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nde de bulunmuş, birçok kere tutuklanmış, işkenceler görmüş bir işçi olarak tamamlıyor. Onun işçi mücadelesiyle dolu hayatını başlatan yıllarsa 1930’lar.
 
Bu yıllarda TKP’li işçilerle daha fazla zaman geçirmeye başladığını söylüyor Kosova. İşte bu dönem en yakınındakiler Mustafa Özçelik, Mehmet Çakıcı ve Kadri Çokuğurlu ve zaten onlar aracılığıyla partiye girecek, hayatının dönüm noktasını oluşturan, 1934 senesi parti tarafından Moskova’daki Şark Üniversitesi’ne (KUTV) gönderilme süreci de bu şekilde başlamış olacaktı. Türkiye’deki sol hareketin önemli isimlerinden Şefik Hüsnü Değmer, Reşat Fuat Baraner, Zeki Baştımar ile de burada tanışacaktı.

Moskova’dan dönüşü, İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç yıllarına denk geliyor. Savaş döneminin yarattığı ekonomik zorlukların yanına giderek artan bir polis baskısı ve işkence de ekleniyor bu dönemde. Kosova, 1946’da Dr. Şefik Hüsnü tarafından kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nin kurucuları arasında olduğu için, 1954’te de Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi'ne girdiği için tutuklanıp, hayatının o döneme kadarki en ağır işkence deneyimlerini yaşıyor.

Kosova, Kavala’dan İstanbul’a çocukken yaptığı vapur yolculuğunu hatırlayarak, bütün bir hayatını adadığı işçi mücadelesine dair kitabının sonunda şunları diyor: “emeğe saygılı olmayı, emekten yana olmayı daha küçük bir çocukken annemden, babamdan gördüm ve öğrendim. Beni bu yetişme tarzım, hayata bakış açım sosyalizmle tanıştırdı. Sosyalizm için kavga verdiğim, aç kaldığım, susuz kaldığım, işkence gördüğüm yıllar benim için en değerli yıllardı. O beni boğmak için üstüme gelen dalgalarla boğuşmak, onları altetmek, geleceğe sömürünün olmadığı bir dünyaya inanmak beni ayakta tutan tek nedendi belki de…

Bugün de işkence görenler var, bugün de inançları uğruna her şeyi göze alanlar var, bu sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede öyle. Daha henüz bir şey bitmedi, söylenecek son söz de söylenmedi. Belki ben ve benim gibi hayatının son basamaklarına dayanmış kişiler için noktayı koymak gerekir ama insanlığın tarihinde, işçi sınıfının mücadelesinde her zaman için yeni sayfalar açılacak ve buralara bizim gibi binlerce insanın hikâyesi yazılacaktır. Tıpkı ülkemizde Dr. Şefik Hüsnü’nün, Reşat Fuat Baraner’in, Nazım Hikmet’in ve daha nice arkadaşlarımızın olduğu gibi…”

1996 senesinde yayımlanıyor Zehra Kosova’nın Ben İşçiyim kitabı. Ve bu kitap, sınırsız sömürünün egemen olduğu, işçi haklarının bir bir yok edildiği, her gün yeni iş cinayetlerinin -ve hatta en son Soma’da yaşadığımız gibi toplu katliamların- “sıradanlaştı(rıldı)ğı” neoliberalizmin en zorba döneminin yıkamayacağı bir umudu ulaştırıyor bize. Ben İşçiyim, özellikle bugün Zehra Kosova gibi bir kadını ve aynı zamanda işçi kökenli bir sendikacı ve partiliyi yakından tanımak için kesinlikle herkesin okuması gereken bir kitap. Çünkü Cumhuriyet’in işçi tarihine ve bugüne dair bu anı kitabı aracılığıyla söylenebilecek daha çok söz var.



0 yorum :

Yorum Gönder