28 Mayıs, 2014




Germinal

"Yıldızsız gecenin zifiri karanlığına gömülmüş dümdüz ovada bir adam, pancar tarlalarının arasından geçerek dosdoğru Marchiennes'den Montsou'ya uzanan on kilometrelik anayolda tek başına yürüyordu".


Roman incelemesi yapmanın asıl amaç olmadığı bu geç kalmış yazımda seninle biraz sohbet etmek istiyorum 'Ey okur'. Bu sohbetimizi yaparken de Germinal aracılığı ile günümüz Türkiye'sine uzanıp Soma'da hayatını kaybeden madencilerimizi, yoksulluğu, zorlu çalışma koşullarını konuşacağız. "Maden, Devlet, Fıtrat" başlıklı yazısında Hazal konunun siyasi ve tarihsel boyutuna girmiş olduğundan ben insan üzerinden şekillendireceğim yazacaklarımı.

Emile Zola'nın 1885 yılında yazdığı Germinal adlı romanı işte yukarıdaki açılış cümlesiyle başlar. Germinal, Emile Zola'nın 20 kitaptan oluşan Rougon-Macquart serisinin 13. kitabıdır. Rougon-Macquart serisi "ikinci imparatorluk idaresi altında bir ailenin doğal ve toplumsal tarihi” şeklinde özetlenebilir. Yazarın en bilinen eserlerinden olan Nana ve Meyhane de yine aynı serinin kitaplarındandır.

Emile Zola, Germinal'i yazmaya 1884 Nisan ayında başlar. Bazı kaynaklar bu kitabın yazımından önce yazarın maden ocaklarına giderek işleyiş ve yaşam hakkında adeta bir araştırmacı gibi bilgi toplayıp notlar aldığını yazmaktadır. Germinal, Latince 'germen' yani 'tohum' kelimesinden gelir, aynı zamanda da Fransız Devrimi Takvimi'nin de 'filizlenme, doğurganlık' anlamına gelen 7. aynın adıdır.

Roman, Etienne Lantier'in bir maden şehri olan Montsou'ya gelmesi ile başlıyor. Bölge Fransa'nın maden ocaklarının bulunduğu yer ve halkın büyük çoğunluğu geçimini madende çalışarak sağlıyor. Kazançları çok düşük, açlık ve sefalet içinde yaşıyorlar. Zola, dönemi ve güçlüklerini çok yalın ama bir o kadar da çarpıcı anlatıyor. Etinne'nin şehre gelip madende çalışmaya başlamasıyla, maden işleri emekleri konusunda bilinçlenmeye başlıyorlar. Sabahtan akşama kadar çalışıp kelimenin tam anlamıyla ömürlerini tükettikleri maden ocağında haklarını aramak için greve kadar giden bir direnişin içine giriyorlar. Zola burada sosyalizm, kapitalizm ve anarşizm üçgeninde bir sorgulamanın içine sokuyor bizi. Sınıf çatışmasının ortasından ama çok da taraf olmadan yaşanan drama seyirci oluyorsunuz.

Etinne, yeni yeni bilinçlenmeye başlamış ve kendini geliştirmeye açık, okuyan, anlamaya çalışan bir genç. Maden işçilerinin Enternasyonel'e katılması taraftarı. Çünkü çevresinde gördüğü ve yaşadığı sefalet ancak genel bir greve gidilmesi halinde son bulabilir onun fikrine göre. Ama öte yandan maden işçileri ve onların aileleri; okuma yazma dahi bilmeyen, hayatları maden ve ev çizgisinde gidip gelen, tek "lüksleri" sevişmek olan ve sadece hayatta kalmak için yaşayan insanlar. Onları şehre yeni gelen bir yabancı olarak ikna etmek ve bu fikre alıştırmak çok da kolay olmuyor. Yılmadan, devamlı surette, okuduklarından öğrendiklerini halkla paylaşıp onların da bilinçlenmelerini sağlamak için çaba sarf ediyor.



Öte yandan madenciler ve aileleri gerçekten tam bir sefaletin ortasında yaşıyorlar. Daha fazla para kazanabilmek için daha fazla çocuk yapıyorlar. Etinne'nin yanlarında kalmaya başladığı aile olan Manheular'ın yedi çocuğu var. Bunlardan görece büyük olan üçü madende çalışıyor. "O dönem" madende çocuk işçi ve kadın çalıştırılmasını engelleyecek herhangi bir kural olmadığı için daha çocuk denecek yaşta hayatlarını madene satmaya başlıyorlar. Çalıştıkları koşullarsa hiç insani değil, öyle ki, kırk iki yaşına gelip çalışamayacak halde olan pek çok madenci oluyor. Daha fazla para kazanıp, daha iyi yemek yiyebilmek için daha fazla çocuk yapıp madene gönderiyorlar. Ancak bu kısır döngünün madencilerin kaderlerini bir türlü değiştirmediğini anladıkları noktada daha fazla dayanamayacaklarını fark ediyorlar. Madencilerin aydınlanmaya ve yavaş yavaş kıpırdanmaya başlayan karşı duruşlarına, yaşanan iki olay da katalizör etkisi yapıyor. Bunlardan biri madende yaşanan göçük diğeri ise ücretlendirme politikasında yaşanan değişim. İşletme sahipleri yaşanan göçüğün faturasını payandalama işini iyi yapmayan işçilere kesiyorlar. Ancak burada yaşanan asıl sorun şu ki; payandalama işi işçinin güvenliği için ne kadar önemli olsa da bu işe harcanan vakit çok uzun ve para kazandırmıyor. İşletme de bunu fırsat bilerek galerilerin güçlendirilmesi işi için ayrı ücret belirleyip, vagon başı ücreti kısıyor. Uzaktan bakıldığında işçinin yararına sanılan bu durum aslında bir işçinin alacağı toplam ücrette ciddi miktarda bir düşüş demek. Madende çalışanlar da bu ücret değişikliğini kabul etmeyerek greve gidiyorlar. İş veren tarafından kısa süreceği tahmin edilen grev, bir buçuk aydan daha uzun sürüyor. Bu aşamada ise ne işçinin ne de iş verenin dayanacak gücü kalıyor. İşçiler açlıktan ve sefaletten dolayı kontrollerini kaybediyorlar. Öte yandan bu duruma dayanamayan bazı işçilerin grev kırıcılık yapması da planlara zarar veriyor. Sonunda hiç istenmese de çok ciddi bir isyan çıkıyor. Etinne ve grevin önde gelenleri isyan çıkmasını, kan dökülmesini ya da madenlere fiziksel olarak maddi hasar verilmesini istemiyorlar. Hakları olanı grev yoluyla kazanmayı umuyorlar. Ama eski bir Rus soylusu olan ve o dönem madende makinistlik yapan Saovarin'e göre, yaşanlar grev ile çözülecek şeyler değildir. Ona göre kan ve ateş olmadan hiç bir şey düzelmeyektir.




Ancak önü alınamayan bu isyanda, işçiler çalıştıkları madenleri yakıp yıkmaya başlarlar. Ve işler bu noktadan sonra iyice kontrolden çıkıyor. İşletmeler validen ve jandarmadan duruma müdahale etmesini istiyorlar. Maden ocaklarının girişlerine asker yerleştirmeye başlanıyor. Grev devam ettiğinden ve işletmenin üretim yapmaya devam etmesi gerektiğinden Belçika'dan işçiler getirtiliyor. Buna karşı çıkan ve işlerini geri almak isteyen madenciler tekrar ocaklara gittiklerinde ise jandarmalarla karşılaşıyorlar. Çıkan çatışmada Manheu bir jandarma tarafından öldürülüyor. Bu olay grevdeki kırılma noktası oluyor ve Etinne de dahil olmak üzere çalışanlar yavaş yavaş işlerine geri dönmeye başlıyorlar. Ama her şey burada bitmiyor. Romanın başından itibaren sosyalizm ile anarşizmi karşılıklı konuşturan Zola, son darbeyi de Souvarine'nin hamlesiyle indiriyor. Souvarine'nin ocağa yaptığı sabotaj sonunda pek çok insan hayatını kaybediyor. Etinne ise ağır yaralı olarak kurtarılıyor. İyileştikten sonra da bir gün sabaha karşı Montsou'dan ayrılması ile roman sonlanıyor.

Romanı okurken, yaşanan sefalet, açlık ve acılardan dolayı içiniz dayanmasa da, her satırda umutsuzluğa kapılsanız da, Zola romanını umutsuzlukla bitirmez. Aksine ona göre yaşanan tüm bu acılar bir amaç uğruna yaşanmıştır ve hiçbiri tarihin tozlu sayfalarında kalmayacak, geleceği aydınlatan bir ışık olacaktır.

"Bu taptaze sabah vaktinde, güneşin yakıcı ışıkları altında, toprak işte bu uğultuya gebeydi. İnsanlar bitiyordu topraktan; karıkların arasında ağır ağır filizlenen, gelecek yüzyılın hasadı için boy atan ve yakında toprağı çatlatacak olan, intikamcı, kapkara bir ordu yetişiyordu."

Şimdi romandan çıkıp günümüze geldiğimizde değişen ne var diye bakınca ben değişen hiç bir şey göremiyorum. Klişeliğim nedeniyle affınıza sığınarak diyorum ki; Etinne'nin adını değiştirsek de Etem yapsak ve onu Soma'ya bıraksak; muhtemelen vasfına ve tecrübesine bakmaksızın ocağa indirirler. Aldığı üç beş kuruş para ancak karnının doymasına yeter. Çalıştığı yerin işçi güvenliği ise 130 sene önce yazılan bu romandakinden çok iyi sayılmaz büyük ihtimalle. Hatta Etem'in şu anki sendika temsilcileri o dönemin yeni yeni filizlenen sendikal anlayışına yaklaşamaz bile. Ama ocakta yaşanan felaket sonrası devlet yine iş verenin yanında yer alır. Nasıl romanda grev sırasında jandarmalar ocağı beklediyse, Soma'da da polis ve asker ocağı yine madencilerden korur.

Peki geçen bu 130 senede ne olmuş? İnsan hayatına değer verme noktasında ne kadar ilerlemişiz? Bana sorarsanız bu açıdan da bir ilerleme kaydedilmemiş, belki kötüye bile gitmiş olabilir. Sonuçta algı yönetimi konusunda o kadar çok oyun oynanıyor ki, hayatını kaybeden madenciler sayıyla ifade ediliyor. Sanki hiç seveni, sevdiği, annesi, babası, çocuğu, ailesi, kısacası hayatı olmamış bu insanların da, sadece "sayı" olmuşlar gibi. "301 tane" madenci... Hikayeleri hiçe sayılan 301 maden işçisi insan. Hatta bu durum daha da trajikomik bir hal alıp Radikal Gazetesi'nin 26/05/2014 tarihli internet sitesinde Aile ve sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam'ın şu sözlerini okuyoruz:
"İlk planda şehit ailesine bir konut yapmayı planlıyoruz. Bu konutların 301’ini bir arada yapabiliriz veya şu anki konutlarını yenileyebiliriz. Şimdilik bunlar plan aşamasında görüşülüyor. Ama konut işi kesinleşti. Şu anda nerede yapabiliriz bunu araştırıyoruz. Bunlar temin edildikten sonra konut problemlerini tamamen ortadan kaldırmış olacağız. 301 Evler gibi bir şey düşünüyoruz."
 Şu noktadan sonra hala iyi niyetimi koruyup "301 Evler derken aslında şöyle demek istemiştir" demeyeceğim. Bu satırları yazmak acı verici. İnsanları "şey" gibi gören ve "işlerinin kaderiyle" o insanların kaderini tanımlayan bir zihniyete karşı ne denir artık ben bilmiyorum. Vicdan, merhamet, acımak, üzülmek, kendini karşısındakinin yerine koymak gibi erdem belirtisi olan duygular ve eylemler, iktidarın erkek zihniyeti altında "zayıflık belirtisi" olduğu için kullanılmıyor. Karşı çıkmak, sesinizi duyurmak istediğinizde ise marjinalleştiriliyorsunuz. Oysa yaşanan bu acıda iktidar ve işverenin dışında bir kutup yok. Ama toplum olarak öyle bir noktaya geldik ki, ortak bir acı etrafında bile birbirimize saldırmadan duramıyoruz. Ya ben çok safım, anlamıyorum ve hala umut etmeye cüret ediyorum ya da işler o kadar çığırından çıktı ki; biz ( Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde yaşayan istisnasız herkes) bir daha "biz" olmamak üzere ayrıldık ve bunun geri dönüşü yok. Bakalım zaman bize ne gösterecek.

Not: Yukarıda kullandığım fotoğraflar Germinal'in 1993 yapımı film versiyonundan. Film olarak biraz uzun sürse de, romana sadık kalınarak çekildiği ve dönemi iyi yansıttığı için izlemenizi tavsiye ederim.

Kaynak
1- http://www.radikal.com.tr/turkiye/madenci_aileleri_icin_konut_projesi_301_evler-1193988 (erişim tarihi 26.05.2014)












0 yorum :

Yorum Gönder