Gezi Parkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi Parkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Haziran, 2014

 

"büyük şeyler yapmasan da hayat güzeldir aslında!"


“Meşrutiyetin ilanından sonra bir Fransız gazetesi Türkiye’de olup bitenleri ilk kaynaktan öğrenmek için İstanbul’a muhabir göndermeye karar verir. Türk asıllı bir Fransız gazeteci bu işe talip olur ve köklerinin bulunduğu şehre, İstanbul’a doğru yola çıkar.”diyor Gölgeler ve Hayaller Şehri’nin arka kapak yazısında.

Bir kısmımız Murat Gülsoy’u 1992 –2002 yılları arasında çıkardığı Hayalet Gemi dergisi ile, bir kısmımız Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazandığı “Bu Kitabı Çalın” adlı kitabıyla, bazılarımız Yunus Nadi roman Ödülüne layık görüldüğü “Bu Filmin Kötü Adamı Benim” romanıyla tanıyor. Üretken bir yazar olmasının yanı sıra "yazma üzerine düşünme"yi de seviyor. Hatta bu konudaki bilgi ve tecrübesini Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlediği “Yaratıcı Yazarlık Atölyesi” aracılığıyla edebiyat meraklıları ile de paylaşmaktan çekinmiyor.

Biz de kendisiyle buluşup son kitabı “Gölgeler ve Hayaller Şehri”nden yola çıkarak; Gezi süreci, Beşir Fuat, akıl ve delilik, yazarlık ve hayat üzerine tatlı bir sohbet yaptık. Size de tavsiyemiz kahvenizi alıp bu keyifli sohbete ortak olmanız.





Merve:
Yaratıcı yazarlık atölyesinde 31 Mayıs’ta, yani Gezi'nin ilk günü, sizinle yaptığımız son ders aklıma geldi. Yaşadığımız günleri iyi tahlil etmemiz gerektiğini söylemiştiniz. Kitabınızda anlattığınız  “Galata köprüsünün üstünde 72 milletten insanın coşkuyla hürriyeti kutlamaları” bana son dersimizi ve Gezi sürecini hatırlattı. Bu sahneyi önceden mi yazdınız yoksa Gezi’den sonra mı?

Murat Gülsoy:
O günlere denk geldi. Meşrutiyet’in ilanıyla ilgili sahneleri yazacaktım. Gezi yaşanırken Meşrutiyet’i yazmak başka bir anlam ifade ediyordu benim için o günlerde. Çünkü tarihin dönüm noktalarından birini yaşadığınızı görüyorsunuz, hissediyorsunuz. Her zaman aynı şeyler olmuyor. O farklı bir durumdu. Toplumsal mücadelelerin ivme kazandığı dönemler de insan ruhsal olarak çok yükseliyor. II. Meşrutiyet’in ilanı sırasında da benzer bir coşku var. Bu romanda o çalkantılı dönemi ve sonunu da görüyoruz. Kazandık, dize getirdik, harika olacak derken, her şey tekrar tepetaklak oluyor. Çünkü tarihte hiçbir olay romanlardaki gibi bir final ile bitmiyor. Sadece anlar var ve o anların içerisinde bir devinim var. Ama her devinim de kendi katkısını oluşturuyor. Bazen daha da özgürleştiriyor, bazen geriletebiliyor. Bence 1908’deki coşku ile Gezi arasında organik bir devamlılık var, her ikisinde de otoriter muhafazakarlığa karşı bir tepki vardı, özetle ikisi de herkes için özgürlük talep ediyordu.

Özlem:
Bu romanınızda bir taraftan Doğu-Batı ikilemine de değiniyorsunuz. Bu konuda farklı bir yaklaşımınız olduğunu söyleyebilir misiniz?

Murat Gülsoy: Doğu-Batı meselesi bu romanın temalarından bir tanesi. Birçok romanda da işlendi bu konu. Tanzimat’tan beri işlenir. Ama her işlendiğinde o yaşanılan günün ve zamanın etkisi o romanlara yansır. Yazan kişilerin, özellikle de roman ve öykü yazarlarının kendi konuları ve temalarıyla Doğu-Batı meselesinin nasıl harmanlandığı da önem kazanır. Roman bir inceleme kitabı ya da tarih yazımı değildir. Öyle olsaydı o zaman o tür bir analiz yapmak daha kolay olurdu. Bu bir roman olduğu için böyle konuşamayız. Bunun yerine şunu söyleyebilirim belki bu Doğru-Batı meselesinin birbiriyle çok da ilgili olmayan iki durumu bu romanda üst üste geldi. Bir tanesi Beşir Fuat. İntihar ediyor. 19. yüzyılın son çeyreğinde yaşamış birisi. II. Meşrutiyet’le hiç ilgisi olmayan bir karakter. Karakterlerin bir araya gelişi kurmacanın içinde yaratılmış olan oğul üzerinden gerçekleşiyor. Aslında ben böyle olsun diye de tasarlamadım bunu. Benim amacım Beşir Fuat’ı anlamaya çalışmaktı. Onun peşinden bir yere gitmeye çalıştım ama roman öyle bir noktaya geldi ki, Meşrutiyet ve özgürleşme çabası, batılılaşma meselesi, akıl ve delilik hep üst üste geldi. Bu meseleler benim diğer kitaplarımda da hep araştırdığım, incelemeyi sevdiğim konular. Bana özgü olan belki Doğu-Batı ile akıl-delilik meselelerinin üst üste binmesi oldu. Abdülaziz’in intiharı, V. Murat’ın deliliği, hem II. Abdülhamit’in hem de Beşir Fuat’ın delirme korkusu… O dönemin dünyasında bu var. Sadece Osmanlı’ya özgü bir şey de değil. Bilim ilerliyor ve inançlarla bilim arasındaki çatışma Batı’da da yaşanıyor. Modernleşmenin sancıları diyebiliriz. Ama biz bunu Doğu-Batı meselesi olarak da yaşıyoruz. Dolayısıyla bizdeki daha travmatik oluyor.

Merve: Romana post-modern bir roman deme şansımız var mı?

Murat Gülsoy: Benim kullanmak istediğim kategoriler değil bunlar. Bir açıdan bakıldığında son derece gerçekçi bir roman olduğu söyleyebilir. Bütün tarihi gerçeklere son derece sadık kalmaya çalıştım. Mesela bu bir postmodern roman özelliği sayılmaz. Öte yandan mektuplardan oluştuğu için belge roman özelliği taşıyor. Belge roman 17. ve 18. yüzyıllarda çok kullanılan eski bir tarzdır aslında. Eski bir tarzı yeniden ele almak bir postmodern özellik gibi görünebilir. Ama bunu bırakalım eleştirmenler düşünsün. Yazarı yola çıkarken heyecanlandıran noktalar çok daha farklı. Daha çok konusunda, içeriğinde, biçiminde nasıl bir dil kullandığı önemlidir. Mesela, dil benim için çok önemli bir sorundu bu romanı yazarken.

Merve: Dil meselesi çok güzel aşılmış ama.

Murat Gülsoy: Ben tarihi bir roman yazmayı hiçbir zaman düşünmedim. Düşünemememin en büyük nedeni bana sahte geliyor olması. 150 sene önce ya da 300 sene önce geçen bir hikâye bugünün diliyle anlatıldığı zaman inandırıcı olmaz. Bugünden farklı konuştukları gibi,bizim gibi düşünmüyorlardır da muhtemelen. Bunu aşabilmek için mektup romana başvurdum. Üstelik bu bir çeviri roman oldu. Ama yine de, “1908’de 20 yaşında olan yarı Fransız yarı Türk birinin zihninin içi nasıldır?”ı düşünerek yazmak zorundaydım.

Özlem: Tarihi roman yazmaya nasıl karar verdiniz? Tarihi arka planı ve romanın karakterlerini yaratırken nasıl bir ön çalışma yaptınız?

Murat Gülsoy: Beşir Fuat’la başladı her şey. Beni yola çıkaran şey, Beşir Fuat’tı. O hep aklımda olan bir karakterdi. Çocukluğumda okuyup aklımdan çıkaramadığım bir karakter. Yaşadığı dönemi okumaya başladım. Bir yandan yıllardır Boğaziçi Üniversitesi’ninYayınevi’nde anı kitapları yayımlıyoruz. 19. yüzyıl sonunda İstanbul’a gelen seyyahlara ait anı kitapları oluyor genellikle bunlar. Bu kitaplara ek olarak, o dönemde yazılmış diğer romanları da okudum. Ama asıl önemlisi tarih kitaplarıydı. II. Abdülhamit’i baştan sona okumak, öğrenmek gerekiyordu çünkü. O dinamikleri başka türlü anlamak mümkün değil. Bu romanımda küçük bir motif gibi geçen şeylerin kafamda yerli yerine oturması gerekiyordu. Hazırlık uzun sürdü. Prens Sabahattin işte o araştırma sırasında çıkıp, bir tip olarak romana dâhil oldu. Yoksa o hesapta yoktu. Çocuğu (Fuat’ı) İstanbul’a gemiyle getirmek istiyorum, trenle değil. Gemi yolculuğunu severim. O zaman için daha ucuz olduğunu da düşündüm aynı zamanda. Çünkü zaten Fuat parasız da. Fakat bir bakıyorum o tarihte Prens Sabahattin babasının cenazesiyle birlikte Paris’ten dönüyor. Onun peşinden gidecek bir gazetecidir diyerek Fuat’ı Prens Sabahattin’in yanına koydum. Üstelik de Prens Sabahattin babasının cenazesi ile dönüyor Fransa’dan, sürgünden. Fuat ise henüz bilmediği babasının ölümü ile hesaplaşmaya gidiyor aynı gemiyle.

Merve: Yazma üzerine de bir kitap değil mi bu?

Murat Gülsoy: Yer yer evet.

Merve: “602. Gece Kendini Fark Eden Hikâye” kitabınızda bahsettiğiniz, kendi kendini var ederek o sonsuza giden hikaye, konu bu romanınızda “Mekke marka tütün kutusu” ile var. Bu kendiliğinden mi geldi yoksa yazma üzerine düşünürken bu bir şekilde metnin içine sızıyor mu? 

Murat Gülsoy: Bazen öyle bazen de değil. Geçen sene Sabancı Müzesi’nde bir Oryantalizm sergisi açıldı. Gezmeye gittiğimde romanımda bahsettiğim kutuyu –tütün kutusunu- orada gördüm. Görünce de, onu hikayeye dahil etmek istedim. Çünkü evet benim çok sevdiğim o sonsuzluğa düşme hissi veren bir resimdi bu ve üstelik o dönemi anlatan sergide karşıma çıkmıştı. Bana doğru yoldasın, bu romanı yaz diyordu sanki.

Merve: Ben Fuat’a bazı noktalarda çok inandım. Mesela Mösyö Arakel ile konuşmasında Mösyö Arakel ona, “Dünyanın bir ucundan kalkıp babanı bulmaya gelmişsin”diyor. Fuat gerçekten babasını bulmaya mı geliyor?

Murat Gülsoy: Hiç haberi yok o anda. O kadar ki okur da hazırlıksız yakalanıyor Beşir Fuat’a. Tabii bu tür söyleşileri önceden okumuş okurlar için durum farklı olacaktır.

Merve: Tamam o zaman ben Fuat’a inanmakla doğruyu yapmışım. Çünkü pek çok eleştiride “babasını arayan bir adam” gibi görülmüş Fuat.

Murat Gülsoy:Öyle değil tabii. Fuat Paris’ten uzaklaşmak istiyor. Gazeteci, uzaklara, Doğu’ya gitmek istiyor. İstanbul’a gitmek gibi bir fırsatı oluyor. İstanbul da o sırada kaynıyor üstelik. Türkçe bildiği için de bu gazetecilik işini kapıyor.Annesini düşünüyor. Annesini yeni kaybetmiş. O yüzden İstanbul’a yaklaştıkça çocukluğuna da yaklaşıyor. Çocukluk demek anne demek, baba yok zaten. Babayla ilgili hiç bir fikri yok, onunla hiç tanımamış. Birden bire bir babası olduğunu öğrenmesi tam anlamıyla şok edici bir hikaye oluyor Fuat için.

Merve: Babasının Beşir Fuat olması gerçeğinin dışında da çok güç bir durumla karşılaşıyor.

Özlem: Yeniden bir tarihi roman yazmayı düşünür müsünüz? Bundan sonraki projeniz ile ilgili aklınızda bir fikir var mı?

Murat Gülsoy: Yok. Demin de dediğim gibi tarihi roman benim hemen yazabileceğim bir şey değil. Hakikaten ilgimi çeken bir konu olması lazım. Öte yandan tarihi romanın insanı çok çeken bir tarafı olduğunu da kabul etmek gerekir. Çünkü araştırdıkça,oradaki dünyayı keşfettikçe, birilerine bulduklarını anlatma ihtiyacı da duyuyorsun. Tarihi bir dönemi canlandırmanın verdiği ayrı bir zevk de var. Bu romanımı annem okudu. Yaşı çok büyük değil ama herhalde kendi çocukluğundan sahneleri hatırlatan yerler oldu, romanı okuduktan sonra “sanki oralara gitmiş gibi oldum” dedi. Bu benim çok hoşuma gitti. Diğer romanlarımla ilgili böyle bir şey söylememişti.

Merve: Satır aralarındaki anekdotları çok sevdim. Charles ile beraber keşfe çıktıkları zaman ki öyküler çok hoşuma gitti. Mesela Yenikapı’nın hikâyesi ya da Beşiktaş’taki kilise… Şimdi oralara gitsek anlattıklarınızı bulamayız değil mi?

Murat Gülsoy: Yok, onlar da bulamıyor zaten. Belki de efsanedir. O zamanlar her kilisenin efsaneleri vardı. Eski camilerde kutsal emanetler varsa, orada da işte İsa’nın yıkandığı bir taş beşik var. Beşiktaş o yani aslında. Benim ilgimi çeken adını sürekli kullandığımız isimlerin ya da kavramların tarihi. Bugün bunu unutuyoruz. Hatırlamıyoruz ya da hatırlamak istemiyoruz. Siliyoruz sürekli.

Merve:Kitap bana biraz hüzünlü bitmiş gibi geldi. Sonu umut vermiyor. Bu sürecin sizde bıraktığı etkiyle mi alakalı bu, yoksa Fuat çok yorulup, her şeyi bıraktığı için mi böyle oldu? Kitap hem hürriyet fikri açısından karamsar bitmiş hem de en sonunda Fuat nekahat döneminde kalmış, olmak istediği kişi olamamış.

Murat Gülsoy: Ben de iyi görmedim sonunu. Sevdiği kız öldü. Alex öldü. Zaten annesinin ölümünden sonra gelmişti İstanbul’a. Orada babasının kim olduğunu öğrendi. Delilik korkusu başladı ardından. O sırada ülke de baştan aşağı delirmiş durumda. Önce özgürlük deyip sonra insanları astılar. O sıradan bir insan olmayı seçti sanki. Bu kadar olaydan sonra hikâyeyi mutlu sonla bağlayamazdım. O zaman inandırıcı olmazdı, kendim de inanmazdım. En mutlu an balonun geçtiği an –bu gerçek bir hikâye bu arada. Bir an olsun insanlar heyecanlanıyorlar tekrar. Sonra oturuyorlar, nargile içiyorlar. İlk başlarda büyük şeyler yapacağım diye düşünüyor. Hayır, büyük şeyler yapmasan da hayat güzeldir aslında. O an, balonun geçtiği, güzel bir andı benim için. Muhtemelen arkadaşının yolunu seçti, onu anlıyoruz. O da orada bir şekilde yaşamını sürdürecek, evlenecek belki, işte oraya tekrar kendi mahallesine döndü.

Özlem: Yazarlık serüveninizi çok merak ettim. Önce mühendislik okuyup, sonra psikoloji yüksek lisansı yapıp, ardından da Biyomedikal Mühendislik alanında doktoranızı tamamlamışsınız. Yazmaya ne zaman karar verdiniz?

Murat Gülsoy: Ben daha hazırlık sınıfındaydım, 1984 yılıydı. Mühendislik okumaya başlamamıştım. Oğuz Atay okuduktan sonra yazar olma kararını verdim. Oğuz Atay okuduğumda şu fikre kapıldım: “benim de içine girebileceğim bir edebiyat varmış.” Bu çok önemli. İyi bir okur olmak yetmiyor çoğu zaman bir şeyleri yazmaya başlamak için. İçine girebileceğiniz bir dünya olduğunu, sizin de sözlerinizin edebi açıdan anlamlı olabileceğini düşündüğünüz bir alan olduğunu bilmeniz lazım. Yazabilmek aslında bir etki yaratmaktır. Etki yaratabilmek için de etkilenebilmek lazım. O etkiyi ben Oğuz Atay’dan aldım. O da bir mühendis. Kullandığı dil çok zekiceydi, kalıplara sığmıyordu. Benim için en önemlisi o. Oğuz Atay kalıpların dışında bir yazar. Her tür laf çıkabilir karşınıza Oğuz Atay okurken. Uyduruk bir espri de çıkabilir, Kafka’yla ilgili çok acayip bir analiz de…Dini bir durumdan da bahsedebilir, tam tersi sosyal bir eleştiri de yapabilir. Ama Oğuz Atay dille de çok oynuyor, çok dalga geçiyor. Yani bugün Zaytung varsa Oğuz Atay okumuş nesiller olduğu için var. Zaytung’da yapılan Oğuz Atay’ın yaptığından farklı değil, mevcut söylemi alaşağı ediyorlar. Edebiyatta bu açıdan en önemlisi yazarın yaşadığı psikolojik süreçlerdir. Kimisi beş tane dil bilir, matematiği de, felsefeyi de bilir ama oturup yazmaya gelince yazamaz. Çünkü eseri ortaya çıkarma süreci insanın kendi mahremiyle yüzleşmesi, içene dönüp bakabilmesi demektir. Bizim yaratıcı yazarlık atölyelerinde üstünde durduğumuz konular bunlar. İnsanın yazma eylemine karşı bir direnci var. Bazısı içinde belki de iyi bir şey de olmayabilir yazmak. Dengede duruyorsan belki de çok da kurcalamamak gerekir.

Merve: Derslerde bahsettiğiniz itiraf kültürü geldi geldi aklıma. Tanpınar’ın itiraf mekanizmasının bizde olmadığından ve romanın da bu yüzden çok gelişmediğinden bahsetmesi…


Murat Gülsoy: Evet, o içe bakışın olması lazım. Yoksa sürekli dışa bakıp, kendinizi zaten hep doğru ve haklı, başkalarını yanlış bulursunuz. Roman demek mücadele demek. Her sayfasında o mücadeleyi okur hisseder. Eğer yoksa onu da hisseder. Gerçek sanat ile diğerleri arasında böyle bir fark var. Fark yok demek, post-modern bir tavır ve ben ona katılmıyorum. Her şey birbiriyle eşit olamaz. Ama hiçbir şey birbiriyle kıyaslanmaz da değil. Ne koyarsan gider de değil. Tam tersi, milyonlarca kategori var, inceltebildiğin kadar inceltirsin. Zaten incelttikçe sanat değer kazanır. Bilim de öyle. 


               

24 Kasım, 2013


“Kaybetmeye alıştıkça daha çok özgürleşiyor insan”
Sevgili okur,

Yeni bir Ahmet Ümit yazısı ile karşınızdayım. Önceki yazımı (bknz:Patasana) okuyanlar için tekrar olacak belki ama yinelemek isterim ki Ahmet Ümit keşfettiğimden beri en sevdiğim yazarlardan biridir ve sıkı bir şekilde takip ederim. Son kitabı için de bu geleneği bozmadım ve kitabını çıkar çıkmaz aldım. Aslında aklımda başka sevdiğim bir yazar ve kitabı hakkında yazmak vardı ama bu önceliği hak ediyor diye düşünüyorum.
“Beyoğlu’nun en güzel abisi” adından da anlaşılacağı üzere bir Beyoğlu romanı. Ahmet Ümit’in genel tarzıyla uyumlu olarak polisiye kurgu dışında da farklı hikayeleri, farklı karakterleri ve tabi ki tarihi barındıran bir roman. Ahmet Ümit takipçilerinin bildiği gibi ana karakter Nevzat komiser ve yardımcıları Ali ve Zeynep gene iş başındalar. Sevenlerine müjdelemek isterim ki Ali ile Zeynep arasındaki duygusal bağlılık, bu kitapla resmileşiyor. Ana karakterimiz Nevzat ancak yazar Ahmet Ümit de romanın içinde gene yazar kimliğiyle. Bu sefer çok daha fazla yer almış kitap içinde.

Gezi ve buna yol açan açan inşaat rantı, romandaki iki önemli eksen. Tarlabaşı’nı yaşanılır kılmak için uğraşanlar, kültür merkezi ile buradaki gençleri topluma kazandırmaya çalışanlar ile Tarlabaşı’nda büyük vurgun yapmaya çalışanlar arasında dönüyor ana çatışma. Bu anlamda –her ne kadar biraz fazla erken ve aceleye getirilmiş olduğu düşünsem de- Gezi hakkında Ahmet Ümit gibi hem geniş bir okuyucu kitlesine sahip hem de barışçıl bir insan tarafından bir şeyler anlatılması güzel. Ne yazık ki medyamızın konuyu gazetecilik etiğine aykırı olarak aktarması sebebiyle eksik ya da yanlış bilgiye sahip okuyucuların çok fazla olduğu malum. İnşaat rantı konusunda da canım Süleymaniye Camii’nin görüntüsünü ve güzelim İstanbul silüetini jilet gibi kesen o korkunç metro köprüsünden bahsedilmesini kişisel olarak çok anlamlı buldum. İstanbul hayranı bir yazar için ana esin kaynağı olan yerlerin hunharca katledilmesi çok acı olsa gerek.
Kitaptaki bir diğer önemli eksen de azınlıklar ve hakları. Beyoğlu’nun zenginliğinin politik erk yüzünden halkın milliyetçiliğini körükleyerek kaybedilmiş olması, eski hikayeler ile oldukça güzel anlatılmış. Ancak Beyoğlu’nun geçmişine özlem duyulması ve yapılan nostalji, şu anki duruma uzak kalınmasına neden olmuş gibi geliyor. Fazla naif bir anlatım söz konusu. İnsanların kötülüğü biraz geri planda kalmış gibi geldi bana. Roman karakterlerinden söz etmekte ise tereddüt ediyorum açıkcası. Çok fazla ana karakter var aslında, hepsinin hikayesi de incelikle işlenmiş. Birisinden bahsedip diğerini atlasam sanki gerçek insanlarmış gibi haksızlık edecekmişim gibi geliyor. Kültür merkezi kurucusu Nazlı’yı takdir ettiğimi ve keşke böyle insanların çoğalmasını istediğimi söyleyeyim ve bu konuyu kapatayım en iyisi.
Kitaba bir de Ahmet Ümit’in portföyü açısından bakmak gerekirse, yazarın artık eskisi gibi şaşırtmayan kurgularıyla daha geniş ama normalde kitap okumayan kitleleri hedeflemiş gibi gözüktüğünü söyleyebilirim. Çok satanlar listesine giren kitapların yazarı olmak bu açıdan zor sanırım. Çıtayı hep daha yukarıya koymak ve bu çıtanın devamlı satış adediyle ölçülmesi. Ne yazık ki Patasana’da ya da ilk dönem kitaplarında yakaladığım tadı yakalayamadım, bu da belki benim polisiye kurgu beklentimin çok yüksek olmasından kaynaklanıyordur. Ahmet Ümit özellikle karakter ve atmosfer yaratımında, yeni hikayelerde iyice uzmanlaşırken polisiyeden bir uzaklaşıyor gibi geliyor. Bir de –ben konduramadığım için okurken atladığım- ancak bir arkadaşımın uyarısıyla fark ettiğim ciddi bir hata da beni bu anlamda üzdü açıkcası. Zeynep’in aile evinde masada konuşulanlar ile sonra ifade edilen şeylerin birbirini tutmaması, atlanmaması gereken bir hata diye düşünüyorum. Sanırım kitabı basım öncesi okuyanlar benim gibi bunu atlamışlar.
Aslında kitap, genel resme baktığımda okumaktan zevk aldığım ve tavsiye edeceğim bir roman. Detaylarda takılmam, dediğim gibi beklentimden. Yazarın bu dönemlerde devamlı kafamdan geçirdiğim şeyleri bu kadar güzel dile getirmesi, kitabı beğenmemdeki neden sanırım. Zorla evlendirilen insanlar, zorla evinden edilen insanlar. Hepsini bir karakterin ağzından çok güzel bir cümleyle özetlemiş aslında “Bu ülkede canlı cansız her şey satılık…Bu ülkenin sorunu ahlaksızlık, şeref yoksunluğu, onur kaybı…”. Şiddete bakış açısı da basit ama anlamlı “Şiddeti kullanarak ideal bir toplum yaratamazsın. Çünkü kullandığın yöntem, kendine benzetir seni.”

07 Ekim, 2013


İstanbul'un kurtuluşu için şehirle ilgili bir yazı yazmak istedim. Gezi olaylarıyla Türkiye'de herkesin gündemine giren kentsel dönüşüm, yaşadığı şehre karşı duyarlı olan insanların öncesinden de farkında olduğu ve tartıştığı bir konuydu. Tarlabaşı, Sulukule ıslahı gibi tepeden inme ve yaşayan insanların hayatını gözetmeyen, inşaat odaklı projeler; tarihi eserlere rağmen yapılan Marmaray ya da Four Seasons Sultanahmet çalışmaları gibi konular kısıtlı bir çevrede de olsa ses getirmişti. Çağımızdaki projelerden haberdardık ama İstanbul gibi organik, yaşayan bir şehrin geçmişinde neler olmuştu? Konuya ilgi duyanların kulağına çalınan Adnan Menderes'in yol yapımı için kilisenin bir kısmını kesmesi ve yola katması, Karaköy camisinin sökülerek Adalar'a götürülürken kaybedilmesi gibi hikayelerin aslı astarı neydi? Saymakla bitirilemeyecek bir çok konu hakkında detay öğrenmek istiyordum. Bu nedenle Murat Gül'ün kitabını görünce ben de kendi adıma çok sevinmiştim. Sonunda İstanbul'a dair derli toplu ve siyasi konjonktörü de içine alan bir eser okuyabilecektim. Kitap, aslında mimarlık ve şehir tarihçisi Murat Gül'ün ingilizce olarak yazdığı akademik eserinin Türkçeleştirilmiş hali. Bu akademik özelliği sebebiyle de araştırma bulguları ve konuya dair eserler kapsamlı bir şekilde belirtilmiş. Meraklılar ve daha da derine inmek isteyenler, kendilerine bir okuma listesi oluşturabilirler.

Kitabın akışı tarihsel olarak ilerliyor ve ana olarak altı bölüme ayrılıyor. Geç Osmanlı dönemi oluşturan ilk iki bölüm: Klasik Osmanlı'dan başlayan Gerileme dönemiden Kırım savaşına kadar uzanan dönem ve Kırım savaşından Birinci Dünya Savaşı arası. Erken Cumhuriyet dönemine ait iki bölüm: Ankara'nın gölgesinde kalan 1923-1933 dönemi ve İstanbul'un Kemalist yapılanmasının anlatıldığı 1933-1950. Son kısımsa Demokrat Parti dönemi: ilk dönem 1950-1955 ve Adnan Menderes'in yoğun bir yapılanma başlattığı 1956-1960. Osmanlı dönemi genel olarak sultanların, hanedan üyelerinin ve yüksek rütbeli tebaanın yaptırdığı cami ve külliye yapılanması olarak ilerlemiş. Diğer önemli yapılanma ise çarşılar olarak gelişmiş. Yerleşim yerleriyle ilgili ciddi bir düzenleme yapılmamış. Planlama eksikliği nedeniyle dar ve çıkmazı bol sokaklar, sıkça yaşanan yangınlarda yıkılmış ve buna rağmen tekrar aynı çarpıklıkla yapılmış. Şehir iade makamı eksik olduğundan farklı konulara farklı memurlar bakıyormuş.

İstanbul mimarisiyle ilgili ciddi anlamda ilk değişiklikler Osmanlı'nın Avrupa'ya karşı ağır yenilgiler almaya başladığı 18. Yüzyıl başlarında yaşanmaya başlamış. Avrupalı devletler ile ekonomik ilişkilerin artması imarda da modern gereklilikleri beraberinde getirmiş. Bu dönemde hazırlanan çalışmalardan ilk ciddi öneri Moltke'nin imzasının olduğu düşünülen 1839 İmar Yönetmeliği. Bu yönetmelik 1856'da uygulanmaya başlar ve 1866'da yollar genişletilmeye başlanır. 1853-1856 arasında yaşanan Kırım Savaşı'nın İstanbul üzerinde ciddi etkileri olmuş. Kentte yaşayanlar ilk defa İngiliz ve Fransız birlikleri ile irtibat fırsatı yaratmıştı. Bu durum ticaret, ulaşım vs gibi alanlarda gelişmeyle sur içi ile Galata-Pera arasındaki farkın belirginleşmesine sebep olmuştu. Vapur, tramvay ve tünel hatları ile ulaşım gelişmişti. II. Abdülhamit döneminde imparatorlukta yaşanan toprak kayıpları ile göç ve İstanbul'un nüfusu artmış. Ayrıca siyasi istikrar için siyasal İslam'ın desteklenmesi de şehrin mimarisinin İslam canlandırmacılığı etkisiyle gelişmesine yol açmış. Sirkeci Tren Garı ve şu anda İstanbul (Erkek) Lisesi olan Duyun-u Umumiye bu akımın en önemli örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı'nın yıkılması ve milli mücadele hareketinin başarısı İstanbul'un kaderini de değiştirdi. Cumhuriyet yeni bir devlet kurmanın devrimci gerekliliği nedeniyle geçmişe ait İstanbul yerine geleceği şekillendirece üzerine odaklanır.

1933'e kadar mimari gelişmenin odağı yeni başkent olur. 1933 sonrası dönemde İstanbul için düzenlenen imar yarışmasını Henri Prost kazanır ve yeni bir dönem başlar. Topçu Kışlası'nın yıkılarak yerine Gezi Parkı'nın yapılması da rekreasyon alanlarını önemseyen Prost'un planıydı. Devletin seküler ve modernleşmeci reformlarına uyum göstermesi itibariyle İstanbul için yeni bir başlangıç ifade ediyordu. Kamusal mimaride bu gelişmeler devam ederken yerleşim alanlarında farklı dinamikler yaşanıyordu. Her ne kadar katılınmasa da İkinci Dünya Savaşı nedeniyle devlet bütçesindeki kısıtlamalar, köy enstitülerini ve devlet politikası olan köycülüğü olumsuz etkiliyordu. Tarımın da makineleşmesi ile köylerde yaşanan ekonomik sıkıntılar, büyük göç hareketlerine sebep olduğundan İstanbul'da bu göçleri dikkate alan bir planlama yapılmadığından gecekondu sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bu dönem iktidara gelen DP, İstanbul için yeni bir dönemin başlangıcını yapacaktı. Menderes dönemindeki hızlı ve plansız ekonomik büyüme, hızlı kentleşmeyle sonuçlanırken İstanbul yeniden ilgi odağı haline geldi. Yazarın da belirttiği gibi "Ankara Türkiye'nin bürokratik, milli, planlı ve seküler yüzünü resmederken İstanbul ülkenin kozmopolit, doğal, dini ve dünyaya dönük yüzünü oluşturuyordu". DP'nin asıl imar planı, ekonomik sorunlarla uğraşılmaya başladığında gündeme gelir. Şehri farklı alanlara bölen bulvarlar Menderes'in imar planının belkemiğini oluşturur. Her ne kadar Osmanlı sempatizanı bir politika izlense de bu yolların yapımı sırasında bazı Osmanlı eserleri yıkılır. Kennedy Caddesi'nin yapılması ile kent görünümü toptan değişir. Ana bir plan eksikliği ile İstanbul silüeti kısım kısım değiştirilmeye devam eder. İstanbul'un bugünde yaşadığı ana problem olarak hiçbir planlama olmadan kendi kendini yenilemeye devam etmesi olarak gözüküyor. Kısa dönemli kazanç ve rant hedefleriyle şekillendirilmiş şehirlerdeki trafik, rekreasyon alanları gibi sıkıntılar artarak devam ediyor. Mümkün olduğunca çok örnek vermeye çalıştım ama kitabın yanına bile yaklaşamadım. Yaşadığı şehre özen gösteren herkesin bu kitabı okumasını tavsiye ediyorum.






15 Eylül, 2013


Bu hafta bloğumuz için yazacağım haftalık yazımda bir kitap üzerinde bahsetmek yerine blog okurlarımızla bize biraz uzak olan ve çok da bilmediğimiz Latin Amerika edebiyatıyla ilgili yaptığım bir mülakatı paylaşmaya karar verdim. Son dönemlerde özellikle sosyal bilimlerde ülkemiz ve Latin Amerika’daki farklı ülkelerle ilgili çok sayıda karşılaştırmalı çalışma yapılmakta. Bu çalışmalar bize önemli olanın bölgesel yakınlık değil de ortak sorunlar olduğunu net bir biçimde göstermekte. Türkiye’de Haziran ayında başlayan Gezi Parkı protestolarıyla Brezilya’da yaşanan protestoların eş zamanlı olarak ve birbirine benzer taleplerle ilerlemesi bu örneklerden belki de sadece bir tanesi.

Edebiyat alanında da ülkemiz okurlarının tanıdığı Gabriel Garcia Marquez ve Jose Mauro de Vasconcelos gibi önemli Latin Amerikalı yazarlar bulunuyor. Bu yazar listesini artırmak ve okuma listemizi zenginleştirmek de mümkün. Bu mülakatta arkadaşım Laura daha çok güncel yazar ve eser örneklerini bizimle paylaşıyor. Eminim ki aralarından beğenerek okuyacağınız yazarlar olacaktır. Beni Laurayla iletişime geçiren Ivana’ya ve zaman ayırıp ayrıntılı ve titiz bir biçimde sorularımı cevaplayan Laura’ya çok teşekkürler. Latin Amerikalı arkadaşlarımın ve okurların da okuyabilmeleri için mülakatı hem Türkçe hem de İspanyolca paylaşıyorum. Gracias a Ivana por contactarme con Laura y gracias a Laura por sus respuestas tan detalladas! Gracias amigas!

1. Latin Amerika edebiyatındaki en sevdiğin yazar kimdir? Latin Amerika edebiyatındaki en sevdiğin kitap nedir? Neden? Bu kitabın bazı özelliklerinden bahsedebilir misin?

Ben birçok Şilili yazarı okumayı seviyorum. Ancak özellikle iki tanesi en sevdiklerim arasında: Lina Meruane ve okuyucuda rahatsızlık hissi uyandıran eseri Las infantas (1998) ile Pedro Lemebel ve onun eseri Loco afán (1996). Bu iki eser de türlerinin en iyi örneklerini oluşturuyor.

Her iki kitap da trans bireylerin yaşamlarından bahsediyor: Bu bireylerin özel hayatlarında ve gizli olarak ne yaptıkları, başlarına gelenler, kendi özgür iradeleri dışında veya birşey karşılığında kabul ettikleri ve bu süreçte geçirdikleri küçük yıkımlar ve hatta büyük devrimler gibi.

¿Quién es tu autor favorito en la literatura Latinoamericana? ¿Cuál es tu libro favorito en la literatura Latinoamericana? ¿Por qué? ¿Podrías contar algunos aspectos de ese libro?

Me gustan muchos escritores chilenos. Pero voy a nombrar a dos: Lina Meruane y la inquietante escritura de Las infantas (1998) y a Pedro Lemebel, su Loco afán (1996), esas crónicas travestis, de adjetivación inigualable.

Ambos libros se sostienen sobre tráficos y tránsitos sexuales y genéricos: los que se hacen en privado o en secreto, los que atraviesan la historia, los que se aceptan contra la propia voluntad o a cambio de algo, los que implican pequeñas subversiones e incluso grandes revoluciones.




2. Arjantin edebiyatındaki en sevdiğin yazar kimdir? Arjantin edebiyatındaki en sevdiğin eser nedir? Neden? Bu kitabın bazı özelliklerinden bahsedebilir misin?

Sylvia Molloy Arjantin edebiyatındaki en sevdiğim yazarlardan bir tanesi. Yazarın ilk romanı En breve cárcel (1981), Arjantin edebiyatında lezbiyen bir başkahramanı olan ikinci yayınlanmış roman örneğidir. Adsız bir kadın küçük ve karanlık bir odada yazar. Sadece sigara almak için, barda bir randevu için, ve bir hafta sonu kıra gitmek için dışarı çıkar. Hikaye bir aşığın boşluğunun doldurulması için başlar, bu hatıranın boşluğunun doldurulması için. Bu süreç içerisinde bir kadın yazar, hatırlar, kendi hikayesini geri kazanır ve çatlamak üzere olan kabuklar gibi kendi hikayesini oluşturur ki böylece en sonunda metin- vücut, cinsellik – bir anlam ifade etsin. Böylece şu an ve büyük olasılıkla gelecek de anlamlı olsun. Lezbiyenlik de romanda benzer bir şekilde işlenir: bir tehdit ya da bir kimlik kategorisi olarak değil. Lezbiyenlik romanda daha çok bir yabancılaştırma etkisi işlevi görür: metinde ve vücutlar üzerinde etkisini gösteren sürekli bir şiddet etkisi yaratır.


Ama yazarın başka eserleri de vardır: El común olvido, Varia imaginación y Desarticulaciones. Ve bu eserleri de harikadır. Ayrıca yazar mükemmel bir edebiyat eleştirmenidir.

Gabriela Cabezón Cámara, 2012 yılında Le viste la cara a Dios adlı eserini yayınlayan genç bir yazardır. Yazar bu eserinde Arjantin edebiyatındaki farklı gelenekleri birleştirerek güncel bir sorun olan kadın ticareti konusunu ele almaktadır.

Aynı zamanda Flavia Costa’nın futuristik ve mitolojik öğeler içeren eseri Las anfibias (2010) kokular, renkler ve seslerle ilgili canlı betimlemelerinden dolayı beğendiğim eserlerden bir tanesidir.

¿Quién es tu autor favorito en la literatura Argentina? ¿Cuál es tu libro favorito en la literatura Argentina¿Por qué? ¿Podrías contar algunos aspectos de ese libro?

 Sylvia Molloy es una de mis escritoras argentinas preferidas. Su primera novela, En breve cárcel (1981), es la segunda novela publicada en Argentina con una protagonista lesbiana:  Una mujer sin nombre, en un cuarto pequeño y oscuro, escribe. Apenas sale para comprar cigarrillos, una cita en un bar, un fin de semana en el campo. El relato se inicia para cubrir el vacío dejado por una amante, para llenar el vacío de la memoria. Una mujer escribe, recuerda, recupera su historia; construye su relato a modo de costras que deberá arrancar para que finalmente el texto -el cuerpo, el sexo- tenga sentido. Para que el presente y, probablemente, el futuro tenga sentido. Y el lesbianismo opera, en la misma forma de la novela no bajo el signo de la injuria ni de la amenaza, tampoco como categoría identitaria. Actúa, más bien, como un efecto de extrañamiento, como violencia constante que se ejerce sobre el texto y sobre los cuerpos (porque funcionan metonímicamente).

Pero tiene otros: El común olvido, Varia imaginación y Desarticulaciones. Y son todos maravillosos. Además, es una excelente crítica literaria.

Gabriela Cabezón Cámara, una escritora joven, publicó en el 2012 Le viste la cara a Dios, una nouvelle en la que convergen diversas tradiciones de la literatura argentina (la gauchesca, Lamborghini, el neo-barroso) para darle cuerpo a un problema muy actual: el de la trata de mujeres.

También el universo mitológico y futurista de Las anfibias (Flavia Costa, 2010), sus vívidas descripciones (los olores, los colores, los sonidos cobran vida), me requiere periódicamente.






03 Haziran, 2013

Bu haftaki blog yazımda daha önce okumadığım bir eser üzerine yazmaya karar vermiştim. Geçen hafta kitapçılarda dolanıp bir kitap seçmeye çalışırken ve raflara göz gezdirirken ünlü yazar Patrick Süskind'in Güvercin isimli eseri bir anda dikkatimi çekti ve onu alıp okumaya karar verdim. Aslında bu kitabı alırken ülkemin siyasetinde yaşanan olaylarla bu eser arasında paralellik kurabileceğimi hiç düşünmemiştim. Ancak kendisini tekdüze, dingin bir hayat sürmeye öylesine alıştırmış eser kahramanı Jonathan Noel'in hikayesini okurken istemeden ülkemde son dönemde yaşananları düşündüm. O noktada eser benim için daha da anlamlı bir hal aldı.

Şöyle ki Süskind'in eseri aslında tekdüze yaşamların sıradan bir güvercinin etkisiyle yerle bir olabileceğini okurlarına çarpıcı bir biçimde gösteriyor. Eser kahramanımız Jonathan Noel hayatını bankada bekçilik yaparak kazanmaktadır ve Paris'te çatı katındaki odasında dingin, sakin, monoton bir hayat sürdürmektedir. Yakın zamanda yaşadığı bu çatı katının sahibi olmayı hayal etmektedir. Bu korunaklı yaşam odasına bir güvercinin girmesiyle alt üst olur. Öyle ki Noel her gün sabahın 8'inde çalıştığı bankanın önüne gelir, bütün gün boyunca kapının önünde ayakta dikilir, bir aşağı bir yukarı yürür ve Mösyö Roedel'in limuzinini karşılardı. Oysa o güvercin olayından sonra kendi sözcükleriyle kahramanımız: "Zaten tehlikeli bir yola girmişti, zaten bir deli gibi kavrama yeteneğinden yoksun biri gibi davranmaya başlamıştı, neredeyse toplum dışı biri gibi- Mösyö Roedel’in limuzinini atlamak! Parkta öğle yemeğinde üzümlü çörek yemek! Şimdi dikkat etmezse özellikle küçük şeylere dikkat etmeyip süt kartonunu bankta unutmak gibi sözümona en sıradan dikkatsizliklere en enerjik bir biçimde karşı koymazsa çok geçmeden tutunacağı hiçbir dal kalmayacaktı." (49) Aslında belki de aynı gün Noel'in özgürleşmesinin de hikayesiydi. Çünkü kahramanımız bu alışık olmadığı ve karşılaştığı zorluklarla hayatını da bir anlamda yeniden gözden geçiriyordu. Eserin sonunda da kahramanımızın yağmurda su birikintileri içerisinde yürüdüğünü okuyoruz: "Canla başla su birikintilerine daldı, ortalarına ortalarına zikzaklar çizerek birikintiden birikintiye dolaştı, hatta bir keresinde, karşı kaldırımda özellikle güzel, kocaman birikinti gördüğü için kaldırımı değiştirdi, şapırtılar çıkaran dümdüz tabanlarıyla ortasından geçti, öyle bir su fışkırdı ki vitrinlere, park edilmiş arabalara, kendi pantolonunun paçalarına, nefis bir şeydi, o ise bu küçük çocuksu yaramazlığın büyük yeniden kazanılmış bir özgürlükmüşçesine tadını çıkarıyordu. Ve daha coşkusu, keyfi yerindeydi." (76)

İşte Jonathan Noel'in tekdüze hayatının dönüşümünü okurken aynı anda da ülkemin polisini düşündüm, en temel hak taleplerine, en ufacık eylemlere, protestolara, barışçıl yürüyüşlere tahammül göstermeyerek emir kulu olarak sorgusuz sualsiz aldığı emiri uygulamaya geçiren ve kendi vatandaşlarını acımasızca biber gazı bombardımanına tutan ülkem polisini. Daha sonra son bir haftadır ülkemde yaşanan olayları düşündüm. Gezi Parkı direnişinde vücut bulan ülkem insanının meşru, demokratik taleplerini ve bu talepler etrafında yılmadan birleşmelerini, büyümelerini, pes etmemelerini, ne olursa olsun geri adım atmamalarını. Halk güvercinlerini çoktan bulmuştu. Şimdi umudum ülkem polisinin de fazla gecikmeden güvercinlerini bulmaları (belki ülkeyi yönetenlerden önce bunu fark etmeleri). Öyle ya da böyle aynı Jonathan Noel'in odasına güvercinin konduğu günden sonra onun hayatı için nasıl hiçbirşey eskisi gibi kalmadıysa hissediyorum ki sivil Gezi Parkı Direnişi hareketiyle birlikte hiçbirşey ülkem için de eskisi gibi olmayacak!