Gözde Benzet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gözde Benzet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ağustos, 2014


Yazıma bir itirafla başlamak istiyorum. Vedat Türkali’nin romanlarını biraz sonra yorum yazacağım kitabını okuyana kadar okumamıştım. Türk Edebiyatı'nın en önemli kalemlerinden birini bu zamana kadar okumamış olmak da benim utancım olarak burada dursun. Aslında kendisinin senaryolarına daha fazla hâkimiz her halde, tanıdık hikâyeler bizim için. Mesela “Fatmagül’ün suçu ne?”

Güzel bir Ege kasabası Selimiye'den

Yalancı Tanıklar Kahvesi, 60’ların sonundan 80 darbesine kadar olan bir zaman aralığında geçiyor. Türkiye tarihine damgasını vurmuş bu dönemde yaşanmış, Maraş ve Çorum katliamları gibi belleklerde yer edinmiş olayları kitabı okurken tekrar hatırlıyorsunuz.


Kitabın ana kahramanı Muhsin, en yakın arkadaşı Salih’in de yönlendirmesiyle sol görüşü destekleyen bir devrimci. Kitabın bölümleri de Muhsin’in hayatında yaşadığı önemli değişikliklere göre ilerliyor. İlk bölümünde - aslında kitabın geneline de hakim olan - Muhsin’in kafa karışıklığına ve ciddi ilişkiye yanaşmayan aşkı Reyhan’la ilişkilerine tanıklık ediyoruz. Salih’in vurulması ve babasının ölmesiyle kişiliğinde yeni çalkantılar yaşayan Muhsin’in memleketine dönüşü ve orada insanlarla olan iletişimi sonucu yaşadığı değişim takip ediyor bu süreci.
Muhsin’in kafa karışıklığı hayatının her yerine yansıyor. Ne politik görüşünde, ne özel hayatında karşı cinsle olan ilişkilerinde bir karara varıp ve bu kararın da arkasında durmak gibi bir duruş sergileyebiliyor. “Kendine bir yol bulman gerek,” önerisine “O yolu göstersene bana” diyerek cevap veren bir karakter. Ağa çocuğu olarak hiçbir maddi sıkıntı çekmemiş ve ailesinin – özellikle de annesinin el altından - gönderdiği paralarla hayatını devam ettirirken Salih ile sınıf tartışmaları yapıyor. Babasının zenginliğinden hoşlanmadığını söylerken bunu köylüye nasıl anlatacağını bilemiyor ve “Güzel de, neyi, nasıl anlatacaktı; bilmiyordu ki. Bu topraklar sizin mi diyecekti!” diye düşünüyor.
Muhsin’in kitap boyunca iletişim içinde olduğu kişiler de farklı politik görüş ve bakış açılarını yansıtıyorlar. Kısaca, küçük bir Türkiye panoraması diyebiliriz. Solcu Salih, her şeyin en doğrusunun kendi düşündüğü gibi olduğunu savunan ve devrimi onların yapması gerektiğini düşünen, bir nevi tutucu diyebileceğimiz bir insan. Nedim Hoca hem kültürel birikimi hem de halkla empati kurabilmesi açısından aklın sesini temsil ediyor kitapta. Sahip olduğu kitapçı Fide de ismiyle de yansıtıldığı gibi özgür ve demokratik düşüncenin aşılandığı  “Ekmek, kitap çalanlara ceza olmaz! Ülkeyi çalıyorlar, kitap çalanla mı uğraşacağız?” ile belirttiği gibi kitap çalınmasına ses çıkarmayan bir yüce gönül. Rüştü ise halkın dinle olan ilişkisini farklı bir gözle yorumlayan ve antikapitalist müslümanlık çizgisinde olan bir dost olarak farklı bir ses. Özellikle Rüştü’nün sözleri entelektüel hezeyanlarımız içindeki bizlere bir tokat gibi çarpıyor bence: “En güçlü inancının karşısına dikileceksin; o da gelecek! Aklın alıyor mu?” “Doğru benim dediklerimdir!” diye kesin yargıyla girdin mi tartışmaya, yerinde sayar durursun! Bu bizim temel eksiğimiz”. Nedim Hoca da bu noktada kendisi “Bu din sorununda biz terse düştük Muhsinciğim. Bir türlü barışamadık bu halkla. Yalnız sen, ben değil, toptan yalnız kaldık! En doğruyu söyledik, kaç kişi geldi yanımıza?” sözleriyle eleştirerek akıl tarafını yeniden öne çıkartıyor. Hocanın her cümlesi bir motto aslında: “Dine karşı din! İslam’ın özünde var. Kureyş’in azgın, soyguncu varsıl egemenlerine karşı kölelerle, yoksullarla kurulmuş İslamiyet.” “Dinsel felsefe tartışmalarına kalkışmayın halkla...Allahlı Allahsız, soygunun değişmediğini gösterin!”
Zevkle okuduğum kitabın en sevdiğim yönü, Türkiye’nin belki de en devinimli siyasi dönemini insani bir bakış açısıyla anlatması. Ülkenin yaşadığı çalkantıyı insanların gözünden okumak dönemi daha iyi anlamamı sağladı. Sadece siyasi görüş değil, Muhsin’in kadınlarla olan ilişkisi de okumayı zevkli hale getiren bir nokta. En sıkıntılı noktalarda bile kadınlara dair iç sesi ve cinsellik ile ilgili düşünceleri kitabın gerçek insani yönü de diyebiliriz aslında. Diğer beğendiğim bir yön ise şimdiki zamanla kurduğum bağlantı. Siyasetin çürümüşlüğü, bireysel alan olan dinin kamusal bir konu haline getirilmesi kendi içimde de sorguladığım ve yanıt bulamadığım konular. Tabi içime sinmeyen noktalar da mevcut. Biri, şive kullanımı. Kitapta Ege şivesi kullanımının çok fazla karikatürize edildiğini düşünüyorum. Muhsin’in köyündeki insanlarla olan diyaloglarının bu zorlama şive nedeniyle bana uzak kaldığını söyleyebilirim. Burada aslında kitap boyunca “Yüzeysel bilgiler, yarım yurum, sığ kafalarıyla koca koca savlara kalkışan ünlü aydınlarlaydı sorunu,”cümlesinde olduğu gibi eleştirilen uzak aydın duruşu sergilenmiş gibime geldi. Muhsin gibi ancak uzaktan bakabiliyoruz insanlara bu yüzden. Çok doğru bir eleştiri yapılırken, eleştirilen şey kitapta tekrar vücut bulmuş.

PS: Kitabın ismi Anadolu’da bir kahveden geliyormuş. Adliye karşısındaki kıraathanede davanın seyrine göre fikir değiştiren ve tanıklık yapan kişiler mevcutmuş. Gerçekliğin yalanla birbirine girdiği bir diğer nokta işte.

PS2: Vedat Türkali'nin resmi adı Abdülkadir Pirhasan. Bu çocukları Deniz Türkali ve Barış Pirhasan'ın neden farklı soyadlarına sahip olduğunu açıklamasıdır. Benim gibi merak edenlere bilgi olarak gelsin :)

14 Temmuz, 2014


Bazı kitaplar vardır. Sizi şok eder ve her satırıyla yerinize mıhlar. Hele ki bu kitabı ergenliğe adım attığınız yıllarda okumuşsanız ruhunuzda derin izler açar. Pınar Kür’ün “Asılacak Kadın” isimli romanı da benim için bu romanlardan biri. Yaklaşık 20 yıl sonra tekrar okuduğumda etkisini hiç de kaybetmediğini görmek ise dönemler ötesi bir eser olduğuna kanıt.
Pınar Kür, Türk edebiyatının en verimli ve kendine kadının romanını yazmayı şiar etmiş yazarlarından. Son dönemlerde yaptığı yorumlar ve aydın kimliğiyle ilgili tartışmalara burada girmeden yorumum öncesi  “Asılacak Kadın” hakkında kısa bir bilgi vermek gerekirse; ilk kez 1979’da yazılmış olan roman, Müjde Ar’ın başrolünde olduğu bir filme uyarlanmış, hakkında dava açılmış aslında gerçek bir olaydan uyarlanmış bir eser. Romanın ana konusu bir cinayet ancak bir cinayet romanı değil. Katili bulmak değil amaç. Katil belli ama aslında gerçek suçlu herkese göre farklı. Eseri enteresan kılan da bu, asıl suçlunun kişiye ve onun yaşadıklarına göre değişmesi.
Roman bir cinayete dair faklı bakış açılarının olduğu üç kısımdan oluşuyor. Dava zanlılarından, romanın ana karakteri Melek’i idama mahkum eden yargıç Faik İrfan Elverir’in geceyarısı düşünmeleri; Melek’in hücrede düşündükleri ve cinayeti işleyen Yalçın’ın yazdıkları. Kür’ün de tanımıyla “ezen-ezilen-kurtarıcı” üçgeni. Cinayet kurbanı Hüsrev de genel olarak kadınlarla ilişkilerinde tatmin yakalayamamış, o nedenle de Melek’e cinsel sapkınlıkları ile işkence eden hasta bir ruh ve onun hayatına dair yansımalar da romanda bulunuyor.
İlk kısma damgasını vuran yargıç Faik’in ezikliğini duyduğu kurtulamadığı geçmişi ve kadınlarla olan sorunlu ilişkileri. Bir sınıf atlama hikayesi bakış açısı söz konusu. Ona göre kadınlar “Pis. Ne kadar yıkanmış olsa da pis”. Pis kokmak fakirlik ve eziklik göstergesi onun için. Gündelikçi annesiyle başlayan, kendisini aldatan karısıyla yüzleşemeyen ve Melek’te ortaya çıkan bir kirlilik algısıyla bütün kadınları suçlayan ve taraflı bakan bir yargıç Faik. O kadar kendinden emin ki “Pisliğin ta kendisi. Masum olamaz onun gibiler. Bilmez miyim. Aralarında büyüdüm” diyerek önyargı ile Melek’in suçlu olduğuna kesin kanaat getirmiş, sözde adaleti sağlamakla yükümlü bir insan aslında. “Ben erkek kadın ayırt etmem” deyip dava hakkında şerh koyduran kadın hakime gönderme ile hissi karar verdiğinden kadından hakim olmaz diye taraflı bir insan olarak kadınların bütün yaptıkları yanlış ya da belli bir gizli amaca yönelik. Gerçekleri kendine göre çarpıttığından Melek’in sevgilisini kandırarak kocasını öldürttüğünü iddia ederken aslında öldürülen Hüsrev’in sadece zenginliği bile onun kafasında bir üstünlük ve haklılık belirtisi.
İkinci kısımda ise olayın faillerden Melek, eğitiminin elverdiğince kendi şivesiyle aktarıyor yaşananları. Nokta işareti olmadan, bir sürü imla hatasıyla ve şiveyle. Çünkü kendisi, çünkü gerçek. Hüsrev bey’in cinsel sapkınlıklarının etkisiz öznesi.  Hüsrev bey’in tutkuyla bağlandığı Josette’in kötü bir kopyası. Edilgen, ezik ve her türlü muameleye sessizce kabullenmiş, kullanılmış bir kadın. Hiçbir şeyi sorgulamayarak, hiçbir şeye karşı koymayarak kaderini kabullenmiş olması, Türkiye’deki kadına biçilen rolün de bir resmi aslında.
Son kısımda ise kendine kurtarıcı rolü biçmiş Yalçın’ın olaya bakış açısı mevcut. Olayların ana sahnesi yalının bahçıvanın oğlu Yalçın, Galatasaray’da okurken yaşadığı dönüşüm ile sol görüşü benimsemiş bir genç adam. Melek’in hayatını kurtarmayı kendi görevi sayıyor ve karısı Melek’i başka erkeklerle ilişkiye girmeye zorlayan ve bundan zevk alan Hüsrev’i öldürüyor. Solcu bilinci ile “buraya gömülen senin köleliğin” diyerek kendini yüceltiyor. Ancak bunu yaparken “Şimdi düşünüyorum da o ilk anda bana en korkunç gelen Melek’e yapılanlar değil de, bunu birçok kişinin yapabilmesi, birçok kişinin de yapılmasına göz yummasıydı sanırım” demesine rağmen Hüsrev’in çirkin oyunlarına dahil olmaktan da geri durmuyor. Melek’in “Kurtarmasını biliyordu diğerleri gibi çökmeyeydi üstüme” diyerek özetlediği gibi kurtarmaktaki amaç kendinin önemini vurgulamak aslında. Cinayet sonrası düşünürken ve Melek’in sessizliğini de yorumlarken ise aslında aydınlanma yaşıyor ve yaptığımı hatayı şu satırlarla anlatıyor: ”Oysa ben kurtarmaya kalkıştığım için şimdi ölümü bekliyor o. Nasıl da yalan yanlış yaptım her yaptığımı. Yaptık her yaptığımızı.” Melek’e gerçek bir insan değil de bir kavram olarak baktığından o da kötülük yapıyor aslında. Bu kavramı da genelde kadınlara ithaf edilen –babasının da bahçıvan olmasıyla bağlantılı olarak- çiçek türleri ile sembolize ediyor, çünkü o da gerçeklerden uzak bir insan. Ağaçtayken sağ ve beyaz koparılınca solan bir manolya, rüzgarla sürüklenen bir zambak ya da koparılmış ve vazoya konmuş bir gül. Ona göre her halükarda edilgen bir varlık, “.. düşünmezdi. Çünkü baskıya karşı çıkmamak üzere yetiştirilmişti. Bilmiyordu başkaldırabileceğini; baskıyı, zorbalığı yaşamın doğal bir öğesi bellemişti.”
Bütün karakterler, insanın ruhunun evrenselliğini dönemler ötesinde yansıtmasıyla bir başucu eseri aslında. Kitabı tekrar okudukça insan ırkının yaşadıklarından ders almadığını görmek, gerçekten de üzücü. Kitap ile ilgili davada yaptığı savunmada Pınar Kür gerçekten de dönemler üstünde insanlığın kolektif bilincine dair çok güzel bir şey söylemiş: “Düşünce özgürlüğünü bir kavram olarak bile ortadan kaldırmanın en iyi yolu, düşünmeyi bilmeyen kuşaklar yetiştirmektedir.” Keşke herkesin kulağına küpe olsa bu söz.

07 Haziran, 2014

Pain is inevitable. Suffering is optional

Bir yazarın ilk okuduğum romanını sevdiysem devamını okumak benim için bir görev haline geliyor sanki. Sanırım “bir kere denedim, iyiydi ve bir daha hayal kırıklığına uğramam“ psikolojisi. Edebiyat dünyası çok geniş bir derya ama nedense ben bu deryanın kendi adıma sonuna gelmişim gibi bir hissiyat oluştu son dönemde bende. Sanırım nedeni de bu zamana kadar hiç adetim olmasa da birkaç kitabı beğenmeyip yarıda bırakmam. Bu sebeple şu sıralar okyanusa açılmak değil güvenli sularda yüzmek istiyorum. Sevdiğim bir yazarın farklı kitapları da aynı suyu besleyen birer nehir gibi geliyor.


Güvenli sulardan birisi de Murakami benim için. Halen külliyatının yarısını bile okumuş değilim, her okuduğumda da birbirine yakın tatları aldığımdan biraz da yavaştan alıp aralara serpiştiriyorum galiba kitapları.


1Q84 ve İmkansızın Şarkısı yazılarını okuyanlar yalın bir dile hakim  Murakami romanları hakkında az çok bilgi sahibidir. Bu sefer ise diğerlerinden tür ve dil olarak farklı olan bir kitaptan bahsetmek istiyorum.  “Koşmasaydım yazamazdım” yazarın koşu ve yazı arasında kurduğu bağlantıya dair bir günlük gibi aslında. Girizgahım da uzaktan bu konuya da temas ediyor. Tabi bayağı uzaktan. Murakami eserlerini yazarkenki yaşadığı tıkanmayı koşarak aşarken benim okumada tıkanma yaşamam oldukça küçük bir konu gibi gözükse  de bu insanlık için küçük benim için büyük bir adım. Bulduğum çare de çok yaratıcı farklı değil, farkındayım ama napalım daha iyisini bulana kadar çözümüm bu.



Murakami bu kitapla en başta kendisi sonra da okurları için kafalardaki bir klişeyi yıkmayı hedefliyor da diyebiliriz. Edebiyat gibi bir alanda eser ortaya koyan bir yazarın dramatize bir bakış açısıyla sağlıksız hatta hastalıklı bir insan olması gerekliliği. Murakami ise “Beden çökünce, (olasılıkla) ruh da istikametini kaybediverir.” cümlesiyle karşı görüşünü belirtiyor ve yazmanın en önemli noktalarından birisinin de beden üzerindeki hakimiyet olduğunu savunuyor.


Açıkcası bir yazar olarak ne kadar hayransam bir insan olarak da Murakami’yi takdir ettim bu kitabı okuduktan sonra. Böyle bir kişisel disiplin ve tutku herkese nasip olmuyor. Benim gibi ayran gönüllü ve her başladığını yarım bırakan bir insan için bu tutarlılık bulunmaz bir nimet. Belki de yazarın bu kadar başarılı olmasının ve her kitabıyla beğeni kazanmasının sebebi, sebat ettiği bir şey azimle devam ettirebilmesidir. Motivasyon sen nelere kadirsin demeden geçemiyorum bu noktada. Düz koşudan daha ziyade her sene belli bir hedefin konduğu uzun soluklu maratonlardan bahsediyor yazar ve bitirme olgusunu büyük terbiye ile nasıl içselleştirdiğini gösteriyor farklı maraton örnekleri ile. “Koşarken, “off! Başaramayacağım. Artık içim bitti!” diye düşünecek olursanız, “acı” kaçınılması zor bir gerçektir, ama “işinin bitip bitmediğini” düşünmek nihayetinde kişinin kendi tasarrufundadır. Bu sözün maraton dediğimiz mücadelenin özünü yakaladığı kanısındayım.” Paragrafında belirttiği gibi acı kaçınılmazdır ama acı çekmek bir seçim meselesidir. İngilizce tabirle “Pain is inevitable. Suffering is optional.”


Kitabın hep etrafında dolaşıyormuşum gibi bir his var içimde ama kitabın özelliği de bu. Edebi bir yapıt olmadığından sizi içine çekmiyor, Murakami’nin günlüğünü okur gibi hissediyorsun ama insana-spor ya da yazma- yapmak istediği şey neyse onu yapması  için ilham verdiği inkar edilemez. Kişisel gelişim kitaplarının gereksizliğini düşünen benim gibi bir insan için bu kitapları okumak yerine bunu okumanızı önermek de yerinde olacaktır. Verdiği en önemli mesajlardan birisi ise şu cümlelerde gizli; “Zaman ve enerjiyi ne şekilde dağıtabileceğimize dair bir sıralama gerekiyor. Belli bir yaşa kadar böylesi bir sistemi kendi içimizde oturtamadığımızda ömür denilen şey, odağından yoksun, amaçsız bir hale geliveriyor.”


Bir diğer enteresan olan ise kitabın Japonca ve İngilizce isimleri ile bir tekerleme dünyasında hissettirmesi. Japoncası “hashiru koto ni tsuite  kataru toki ni boku no kataru koto” aynı anlama gelen İngilizcesi “what I talk about when I talk about running". 1Q84 de olduğu gibi bu kitabın isminde de bir gönderme söz konusuymuş, Raymond Carver’in “what we talk about when we talk about love” isimli kitaba başka bir referansı da var mı merak ettim doğrusu. En kısa sürede bu kitabı da okuyup yorumumun formatını yükseltmeyi düşünüyorum sevgili okuyucu. Herkese istediği şeyi bulduğu, en azından bulmak için arayış içinde olduğu ve kararlılıkla ona ulaşmak için çalıştığı, dolu dolu bir ömür diliyorum.

12 Mayıs, 2014

Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektedir



Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna ve Canım Aliye Ruhum Filiz’den sonra ikinci romanı ile tekrar blogumuzda. Yazar, bu romanında da insana, zayıflıklarına, iniş çıkışlarına dair dönemler üstü bir analiz ortaya koymuş durumda. Erken Cumhuriyet döneminin aydınlanmacı yaklaşımı ile dönemin hem bireysel hem de toplumsal çürümüşlüğünü o dönem de çok iyi tahlil ve tarif ettiğinden bence bugün için de geçerliliğini korumakta.
Kitap; üç karakter, onların iç dünyaları ve çevreleri ile ilişkileri etrafında şekilleniyor. Ana karakter Ömer; tabiri caizse bir baltaya sap olamamış, postanedeki işine bile nerdeyse hiç uğramayan, dostlarından gördüğü yerde istediği paralarla asalak gibi yaşayan bir adam. “Aklı başında adamlarla hiçbir iş görülmez. Bize, itirazsız inanacak ve düşünmeden harekete geçecek insanlar lazım!”diyen pragmatist arkadaşı Nihat ile günlerini aylaklık etmekle, İstanbul’da dolaşmakla geçiriyor. Her türlü iş, onun için sıkıntıdan ibaret. Kendi tabiriyle “Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor.” Hiçbir şey istemediği gibi yaptığı her şey için de “İçimizdeki Şeytan”ı suçlayarak hiçbir mesuliyeti alamayan bir insan Ömer. "İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğimi fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiilerin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, içimizdeki şeytan yok... İçimizdeki aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç birşey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."
Macide ise Ömer’in vapurda ilk görüşünde vurulduğu,  aslında uzaktan da akrabası olan, konservatuar öğrencisi bir genç kadın. Balıkesir’den teyzesinin yanına, İstanbul’a tahsil yapmaya geliyor. Teyzesinin ailesinin bozulan durumlarına rağmen gösteriş için masraflara devam edilmesi, Macide’nin babasının kızı için yolladığı paraya muhtaç olunmasına sebep oluyor. Bu durum Macide’nin babasının vefatı sonrası gönderilen paranın kesilmesi ile son buluyor. Başka bahaneler ile Macide memlekete yollanmak istemiyor ve Macide de memlekete dönmek yerine “Tam yaşamaya başladığım bu andan itibaren beni öldü saysınlar...” diyerek yeni bir hayatın umuduyla Ömer ile kaçıyor. Hiçbir şeyde tutanamayan Ömer; “Artık korkuyorum. Saadetin bizi korkutacak kadar çok ve kesif olması nedir bilir misiniz?” ve  “Bugün canım insan yüzü görmek istemiyor; geniş,uçsuz bucaksız bir şeye...ve sana bakmak istiyorum!” sözleriyle tutunacak dalı Macide’ye daha da sıkı sarılıyor. Ömer ile resmen evlenmeseler de birlikte yaşamaya başlıyor ve Macide için gelgitli zamanlar başlıyor. Ömer’in maddi sıkıntıyla ve arkadaş baskısıyla yolsuzluğa buluşması, ilişkilerinin seyrini değiştiriyor.  Macide de “Sana yeni bir dünya açacağımı sanmıştım...Seni sükutu hayale uğrattım. Ben sana rehber değil, ancak yoldaş olabilirdim, fakat yolu ikimiz de bilmiyorduk ve birbirimize yük olmaktan, birbirimizi şaşırtmaktan başka bir şey elimizden gelmiyordu.” Sözleriyle hayatı üstündeki sorumluluğu başkalarına devretmiş oluyor.
Müzik öğretmeni Bedri ise Ömer ve Macide’nin ortak arkadaşı. Balıkesir’de lisede Macide ve Bedri arasında başlayan yakınlaşma, Bedri tarafında yoğunluğunu koruyarak devam ediyor. Biraz Macide’nin sıkıntı çekmemesi için gelirinin bir kısmını devamlı herkesten borç istemekten çekinmeyen Ömer’e veriyor. Ömer’in lakayt çevresinin de olduğu meclislerde Bedri, Macide için kurtarıcı bir liman gibi oluyor. “Bu manasız ve boş hayattan daha başka bir şey olması lazım geldiğini ve bu başkanın ne olduğunu...” bildiğinden yol gösterici aynı zamanda.
Burada belirtmeden geçemeyeceğim bir karakter var, aslında bütün kitabın şahane bir özeti belki de. Veznedar Hafız Hüsamettin bey kitaptaki ana karakterler arasında çok yer kaplamasa da kilit noktadaki rolü ve vurucu tespiti ile hikayeye damgasını vuruyor. “Sana teşekkür borçluyum evlat...Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat ettin.” Basit bir yolsuzluk ve onun devamında bu yolsuzlukla ilgili atılan adım, insan karakterinin ne kadar da çürümüş olduğunu kanıtlıyor.
En büyük problem belki de  “Kendimiz iyi olamıyoruz ve başkalarının iyiliğini küçük görmek için onlara reklamcı, hayır dua avcısı, hatta riyakar diyoruz” özeleştirisinde olduğu gibi iyilikten yapısal olarak uzak olmamız. Nihayetinde beşerdir şaşar demişler, en başta kişinin düşünmeye başlaması lazım. Belki de en önemli eksikliğimiz odur: Düşünmek. Belki de düşünmek ve ümidi tekrar canlandırmak. “Daha sarp yollardan yürüyen fakat buna mukabil insan denecek bir insan olmak isteyenler de var. Belki pek az...Ama var...Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektedir.”
Kitapla ilgili önemli bir konu da Sabahattim Ali’nin her eserinde olduğu gibi bunda da entelektüel birikimini görmemiz. Tasavvuf, Buda ve Laotse’yi yazısına dahil eden yazar, oldukça erken bir dönemde dinciliğin de eleştirisini yapıyor: "Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır.” Bu entelektüel birikim, dönemin aydınlarına yapılan eleştirinin de altyapısını oluşturuyor. Bu noktada edebiyat magazinini sizlerle paylaşmadan bitirmek olmaz. Rivayet olunuyor ki, Nihat karakteri milliyetçi Nihat Atsız’ı, İsmet Şerif ise Peyami Safa’yı betimliyor. Bu romanla da ilgili olarak Nihal Atsız dava açmış ve kapanmış sanırım.
Kitabın belki de en iyi özelliği halen güncelliğini koruması ve dönemimize de ışık tutması. İnsanın ruhundaki devinimler o kadar iyi aktarılmış ki 70 yıl öncesi ile şu an arasında hiçbir fark yok gibi geliyor insana. Bir de özellikle karakterlerin içlerine döndükleri ve özeleştiri yaptıkları monologları çok başarılı. Bu kadar alıntı yapmanın sebebi de kendi cümlelerimle yazsaydım bu kadar net aktaramayacağımdan endişe etmem.
PS: İçindeki şeytanlara saldıranlara MFÖ’den gelsin.

17 Nisan, 2014

“Belki de biricik mesele bu. Dünyanın bizimle birlikte kurulduğunu zannedip, kendimiz için sonsuz bir yaşam hayal etmek...”

Çok kıymetli okuyucu, bu kalbimden temiz yazıma bir itirafla başlamak istiyorum. Geçen ayki kitap seçimi sırasında iki okuyucumuzdan gelen “Peri Gazozu” önerisi ile Türk sinemasında son dönemde en beğendiğim oyunculardan biri olan Ercan Kesal’ın ilk kitabını çıkartmış olduğunu farkettim. Meğerse kendisi Radikal gazetesine yazdığı yazılara, birkaç basılmamış hikayesini de ekleyerek babasının Avanos’ta sattığı gazozun ismiyle raflarda yerini almış.
Hikayeler Kesal’ın çocukluk döneminden doktorluk yıllarına kadar farklı dönemlerden izler ve anılar taşıyor. Aslında hepsi aşina olduğumuz hikayeler, 3. Sayfalarda okuduğumuz haberler. Basit cümlelerle anlatılmış tanıdık öyküler. Ama basitliğin içindeki samimiyet, hikayeleri inandırıcı kılan ve başkası böyle yazamazdı dedirten şey olmuş. Hamasi laflar, süslü cümleler yok. Günlük hayatta kullanılmayan yüksek edebiyat kelimeleri de eksik. Ama bir şeyi tastamam, yaşanmışlığın verdiği duygu. Yazarın da dediği gibi “Kelimelerin ruhu var” ve o ruhu hissediyorsunuz.
Çocukluk dönemi hikayeleri aile sevgisinin karakter üzerinde ne kadar önemli olduğunun bir göstergesi nacizane fikrimle. Sevgiden kastım akıtılmış paralar, gönderilmiş özel okullar, aldırılmış özel dersler değil; yürekten gelen saf sevgi. Sanatçının bu anlamda şanslı insanlardan biri olduğu belli. Anne ve babasını buradan da rahmet ve saygıyla anmadan geçmek olmaz.
Sonrasında doktorluğun ilk yılları ve zorluklar. Hayatını acilde geçirmek zorunda kalmış bir insan olmasına rağmen umutla yoğrulmuş, insanlara faydalı olmak için çırpınan bir hayat. Yazarın “birbirimizin hayatlarının içindeyiz ve insan olmak galiba diğerkam olmaktan geçiyor” cümlesini nasıl da içten söylediğini bu hikayeler anlatıyor aslında. Doktorluk döneminde yaşanan sıkıntılı olaylar, "hiç, birileriyle aynı dünyada yaşamaktan utanç duyduğunuz anlar oldu mu?” cümlesine “evet” dedirtecek korkunçluktaki gerçekler ise insanı bir tokat gibi çarpıyor. Kesal’ın da “Tüm yazdıklarımız bizim olsa da ne fark eder ki. Üzerindeki kan, hikayelerini her gün kayıtsızca izlediğimiz o bahtsızların” cümlesinde ifade ettiği gibi başkalarının acılarına kahrolmak dışında bir şey yapamamanın utancı. Bunca hüzünlü ve isyan ettiren hikayeye rağmen, en kötü konuda bile insanı umutlandıran bir yan. Gerçekten de çok farklı duyguları birarada hissettiren bir sürü hikaye.
Ancak küçük bir eleştirim olacak. Kitap başlangıçtan itibariyle bu duygu yoğunluğuyla akıp giderken son kısımda hikayeler biraz aceleye gelmiş gibi. Belki de kitabı bitirmek güdüsüyle arka arkaya konular eklenivermiş. Önceki kısımda hissedilen yoğunluk bir nebze azalmış gibi. İnsanı şoke eden, üzen ya da sevindiren anılar var gene ama önceki hikayelerin tadı bir başka gibi. Bunda çocukluk hikayelerin, Avanos anılarının ağırlıkta olmasının etkisi var sanırım.
Özetle insana insan olduğunu ama başkalarıyla birlikte var olduğunu hatırlatan bir şey var bütün yazılanlarda. En büyük yanılgımızın bir özeti kitap: “Belki de biricik mesele bu. Dünyanın bizimle birlikte kurulduğunu zannedip, kendimiz için sonsuz bir yaşam hayal etmek...”
Kişisel not: Çoğu kişi Ercan Kesal’ı aynı zamanda senaristlerinden de biri olduğu “Üç Maymun” ve “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmlerindeki oyunculuğu ile tanıyacaktır. Ancak benim kişisel tavsiyem “Yozgat Blues”u seyretmeniz olur. Gerçekten son dönem Türk sinemasında seyrettiğim en iyi filmlerden biri ve Ercan Kesal başrolde efsane bir role hayat kazandırmış.

16 Mart, 2014

Hiçbir şey aşktan daha önemli değildir.


Sinemayı severim ama sinefil bir insan olduğum söylenemez. "Şu filmleri izlemem lazım" "bu yönetmen şöyledir" gibi genel yorumlar yapacak bir dağarcığım yoktur itiraf etmek gerekirse. Benim için önemli olan, gerçek hayatta yeterince kasvet ve sıkıntı olduğundan diğer sanat dallarının olduğu gibi sinemanın da keyif beklentimi karşılıyor olmasıdır. Bu durumu bozan nadir insanlardan biri Ferzan Özpetek'tir. Bütün filmlerini seyrederim, filmlerinin soundtrackini dinlerim ve yaptığı işleri takip ederim.
Kayıplarla ve üzüntülerle dolu bu haftada bir nebze olsun keyfimizin düzelmesi için yönetmenin gündemle de bağlantılı olan ilk kitabı hakkında yazmak istedim. Yönetmenin ilk kitabını alırken en büyük beklentim, filmlerinden aldığım keyfi kitabında da yakalamaktı. Daha detaylı yoruma geçmeden söyleyebilirim ki; filmlerin yazıya dökülmüş versiyonuydu bence ve evet çok keyif aldım.
Bilenler bilir; Ferzan Özpetek aşkı, sevgiyi ve insani duyguları anlatır, konulara güzel müzikler ve İtalya'nın ya da bazı filmlerinde olduğu gibi İstanbul'un güzel mekanları eşlik eder. Bu kitapta da İstanbul fonunda tesadüflerle kesişmiş iki hikaye söz konusu. İki akış da Ferzan Özpetek'in hayatından izler taşıyor.


Hikayelere konu olan ilk karakter erkek ve Ferzan Özpetek'in otobiyografisi aslında. Türkiye'de burjuva bir ailede doğup büyümüş ve İtalya'da sinema eğitimi almış. Aşkın yönetmeni kitapta da aşktan bahsediyor: "Aşk. Ne öğrendim aşk hakkında? Aşk hakkında öğrendiğim, aşkın var olduğudur. Ya da belki, daha yalın anlatımla aşk hakkında öğrendiğim ve öğrenmeyi sürdürdüğüm, filmlerimde, bütün filmlerimde anlattığımdır. Yani, sevdiğimiz insanları asla unutmadığımız, onların daima bizimle kaldıklarıdır; bizi onlara artık var olmasalar bile çözülmez biçimde bağlayan bir şeyler olduğudur." Kitapta annesine yaptığı ziyaret Gezi olaylarının etkisi ile de uzamış ve biraz da geçmişiyle iç hesaplaşmasına dönüşmüş. Gezi'nin konusu geçmişken kitapta bu konuyla yapılmış güzel bir ifadeyi de paylaşmak isterim: "Bize ne ad veriyorlar biliyor musun? Çapulcu. Oysa yıkmak, yok etmek isteyen biz değiliz ki; biz korumaktan yanayız."
Diğer kadın karakter ise İtalyan. Eşi ve bir diğer çift ile hem turizm hem de ticaret için Türkiye'ye yaptıkları ziyaret, trajik bir kazayla boyut değiştiriyor. Bu kaza sonrasında eşinin kendisini aldattığını öğrenen ve kalıpların arasına sıkışmış olan kadın, bütün fazlalıklarından kurtulup gene Gezi olaylarının fonunda kendi iç yolculuğuna başlıyor.
Kitap genel olarak çok akıcı olsa da edebi olarak daha tatmin edici olabilirdi, eser biraz senaryonun taslak versiyonu gibi kalmış. Karakterler daha iyi kurgulanabilir ve aralarındaki ilişkiler daha detaylı anlatılabilirdi ancak kitabın çıkışının yönetmenin son filmi "Kemerlerinizi Bağlayın"ın vizyona gireceği tarihe denk getirilmesi için biraz aceleye getirilmiş gibi gözüküyor. Böyle düşünmemde en önemli etken, kitapta işlenen bir konunun İtalya versiyonunun sadece kişiler ve isimler değişmiş olarak filmde de kullanılması oldu. Ergenlik çağında eşcinselliğini keşfeden iki çocuğun, birisinin babası tarafından basılmaları ve evdeki diğer insanlara aşağılayıcı bir üslupla teşhir edilmeleri. Burada da yönetmen sonradan babasının kendisi hakkında topladıklarını -hakkında çıkan haberler vs-görüyor ve babasıyla olan hesaplaşmasına gönderme yapıyor: "Duygulandım. Olabilecekken olamayan için. Sahip olamadığım kahraman için." Belki biraz daha üzerine çalışılsaydı bu zamana kadar Kapalıçarşı için duyduğum en güzel benzetmelerden biri olan "çiçek dürbünü" gibi örneklere daha fazla rastlayabilirdik. Kitaptan bahsederken Ferzan Özpetek'ten devamlı olarak yönetmen diye bahsetmem de bir izlenim yaratmıştır sanırım.
Daha fiziksel konuları eleştirmek gerekirse yayınevi baskı ve kağıt kalitesi konusunda daha seçici davranabilirdi. Ayrıca kitabın "Kahve Dünyası" şubelerinde satılması nasıl bir strateji anlayamadım.
Ancak özetle diyebilirim ki kitabı okurken yüzüme bir tebessüm geldi oturdu. Bunun için bile okumaya değer. Bir de Ferzan Özpetek filmlerini hiç izlememiş ancak kitabı okuyacak olanlar için naçizane tavsiyem olacak. Bu kitabın atmosferini daha iyi anlamak ve ortamı gözünüzde canlandırmak için yönetmenin birkaç filmini seyredin.
Kişisel not: Yönetmenin bu zamana kadar en sevdiğim filmi "Karşı Pencere" iken yeni vizyona giren filmi "Kemerlerinizi Bağlayın" onu geçmiş durumda. Filmin tanıtım videosunu da paylaşmak isterim. Yorumu okurken fonda size eşlik etsin.


04 Mart, 2014

Ekibimizin son buluşmasının konusu olan kitap Selim İleri'den Mel'un'du. Selim İleri'nin, "bir us yarılması" dediği, Osmanlı'dan Charles Dickens'a, Cahide Sonku'dan Pierre Loti'ye, Nurullah Ataç'tan Karl Marx'a kadar herkesten 'bilinç akışı' tekniğiyle bahsettiği eserekli bir aklın gelgitli hikayesi "Mel'un"u, şanına uygun bir şekilde ancak aşağıdaki  şekilde yorumlayabilirdik:
 
 
Burcu  Kadınların da erkeklerin de tırnakları var, ama kadınlar tırnaklarını çeşitli renklere boyuyor. Bu aslında düşünüldüğünde garip ve saçma bir şey. Güzellik algısının bu şekilde oluşmuş olması... Tamam sosyal bilim okudum, kadın bedenine yüklenen anlamları biliyorum ama çok basit düşünüldüğünde bu eylem çok saçma aslında. Bir fırça yardımıyla el tırnaklarını herhangi bir renge boyuyorsun. Sosyal bilimci olarak değil, oldukça basit bir beyin olarak düşündüğümde eylemin kendisi saçma. Çok düşündüğünde birçok şey çok saçma zaten.

Gözde  Acaba Virginia Woolf oje olan dönemde yaşasaydı n'apardı? Kendine ait bir odada çeşit çeşit ojesi mi olurdu yoksa karşı mı çıkardı? Bu kararsızlık ve emin olamama hali de sıkıntılı. Cahideciğim ise kesin tartışmaya ihtiyaç duymadan ojelerini bir başkasına sürdürüyordur, tabi ki kırmızı olacak. Hayatının son döneminde sefalet içinde yaşamasına rağmen o halde bile ojesini ihmal etmediği gibi bir his var içimde. Ojenin aslında başka bir yanı da olabilir. Kapitalist sistemde arz fazlası için talep de yaratmak önemli. Şöyle bir şey duymuştum; o sene saçlarda kızıl tonların ham maddesindeki bir maddenin arzında fazla olduğundan firmalar kızıl saç modası seferberliğine çıkmışlar. Belki ojenin de böyle bir hikayesi var, kim bilir...

Burcu  Ojenin öyle bir hikayesi var midir ya da Cahideciğim ne renk oje tercih ediyordur bilmiyorum ama ben yine düşündüm de, birinin bana aklını kaybedecek kadar, saplantısından ve tutkusundan bilincini akıtacak  derecede aşık olmasını isteyebilirdim. Düşünsene, bir Sayru var ve Cahide'ye olan aşkından ötürü usunu bile yarıyor. Gerçi ilk etapta bana çekici gelse de, eğer bu aşkın ucu bana direkt dokunursa ve ben o kisiyi sevmiyorsam çok boğucu da olabilir. Tek taraflı olursa bunalırım ben. Yalnız, birinin bana olan tek taraflı sevgisinden bunalabilirim ve onu sürdüremeyebilirim ancak benim bir başkasına olan tek taraflı kendi sevgimi sonsuza kadar devam ettirebilme potansiyeline de sahibim bence. Bu durumda hem Sayru hem Cahide olduğum söylenebilir mi acaba??

Gözde  Selim İleri'nin kitapta diğer insanlardan uzaklaşması gibi bir duruma neden olmaz mı acaba bu tek taraflı sevgi durumu? Orada da saykodelik bir durum var bence. Aslında aşırı narsisizm gibi bir şey. Bir başkasına seni sevme hakkı tanımıyorsun, kontrol sende olacak, sen seveceksin öyle mi? Sevginin de iyisini sen biliyorsun yani? Hem Sayru hem Cahide olma, genç Osman ol, cesedin yakışıklı kalsın :)  
Burcu   İyi de çevrene şöyle bir bak, bir metrobüse bin, İstiklal Caddesinde bir yürü... Sence bu insanlar, bu kalabalık uzaklaşılmayı hak etmiyor mu? Çok bir İlber Hoca gibi konuştum ama bence "Mel'un"daki Sayru da da biraz İlber Ortaylılık vardı: herkes cahil, kimse düşünmüyor, kimse okumuyor, tek muhteşem benim! :)

Gözde Muhteşem devirler Cahide zamanındaydı ve onlar da geçtiler. Şu anda sen dahil hiç kimse muhteşem değil, üzgünüm :)
 
Tabi ki ekip -herkes katılamasa da- olarak da toplanıp kitabı değerlendirdik. Bir klasik haline gelmiş cümlelerimizi ve buluşma fotoğrafımızı da ekledik.
 
 
Özlem: Us yarılması bana göre değil.
Burcu: Korkarım ki benim de usum yarılmış. 
Gözde: Uslu kelimesinin kökünün us olduğunu bu kitapta farkettim.
Hazal: Bana piyano çalan Avrupai kadın tiplemesiyle gelmeyin.
Merve: İnsanlardan çok çekmiş kafası karışık bir ötekinin içini döktüğü günlükler.
 
 

16 Şubat, 2014

“Doğrusu, dünyada rahat yaşamak için aptal olmak lazım. Fakat aptal olmaktansa biraz daha rahatsız yaşamak daha iyidir bence...”

Sabahattin Ali’nin Türk edebiyatı açısından değeri tartışılmaz. Daha önce de edebiyat tarihimizin en önemli eserlerinden olan “Kürk Mantolu Madonna”yı blogumuzda sizlerle paylaşmıştık. Benim bu paylaşımım ise Sabahattin Ali’nin eşine ve belli bir noktadan sonra da kızına yazdığı mektupların biraraya getirilmesinden oluşan “Canım Aliye, Ruhum Filiz” hakkında olacak.
 
Derlemeyi hazırlayan Sabahattin Ali hakkındaki en yetkin kişilerden biri olan Sevengül Sönmez. Kendisini Bilgi Üniversitesi’nin “Edebiyatçılar Edebiyatçıları Anlatıyor” programı kapsamında dinleme şansım olmuştu. Bu kitapla ilgili yapılan bir röportajı yayınlandı, burada Sabahattin Ali’nin Aziz Nesin ile birlikte çıkardığı Markopaşa yazılarının kitaplaşma olasılığına dair de güzel bir haber var.
Mektuplar Sabahattin Ali’nin eşi Aliye ile evlenmelerinden önceki dönemde başlıyor. Bu naif sevgiyi okuyabilmek gerçekten büyük şans. Yalnız bir ruh olan Ali’nin müstakbel eşine ve gelecek hayatlarına nasıl umutla sarıldığını satırlar arasında görebiliyorsunuz. Öyle bir duygu yoğunluğu ki hayatın merkezine sevgisini  koyduğunu bu satırlarla ifade ediyor: “Yalnız senin için yaşamak, hayatımdan senden başka her şeyi silip atmak istiyorum.” Sadece aşkları ya da ilişkileri değil, Sabahattin Ali’nin karakterine ve dünya görüşüne dair paylaşımlar da mektuplarda. “Dünyadaki bütün felaketlerin, uygunsuzlukların, bayağılıkların sebebi işte bu her şeyden evvel kendini düşünmek illetidir” satırlarında insanlığa dair ne kadar doğru bir kanaate sahip olduğunu görmek mümkün. Zamanın önemli isimleriyle olan çalışmaları, dostlukları da mektupta kendi ağzından anlatılmış. Mehmet Ali Aybar, Niyazi Berkes, Melih Cevdet Anday, Aziz Nesin sayabileceğimiz bazı isimler.
Bütün yaşadığı maddi ve manevi sıkıntılara rağmen ümidini koruyan ve bunu da çevresine aşılayan bir insan Sabahattin Ali. Hapis cezalarına, maddi zorluklara, yayın kısıtlamalarına rağmen ailesine “Şimdi gözlerim arkada değil, ileride, geçen güzel günleri değil, gelecek güzel günleri düşünüyorum” diyerek umut veren bir insan. Türkiye’nin en büyük edebiyatçılarından ama ailesinin geçimini düşünen bir eş, kızının sağlığını dert edinmiş bir baba. Ailesine bağlılığı mektuplarında gayet açık okunuyor.
 
Bir gün telefonda arkadaşım “Filiz hiç üzülmesin” cümlesini –ki aynı zamanda Sabahattin Ali’nin fotoğraflı yaşam öyküsünün de ismi- söyleyince ağlamaya başlamamı hiç unutamıyorum. O kadar dokunmuştu ki bu laf bana. Halen de bu satırları yazarken yüreğim burkuluyor. Bir babanın kızından bu kadar hunharca koparılması gerçekten acı. Ancak –bütün aksine çabalara rağmen- kendisinin hep başarı ile hatırlanacak olması bu acıyı bir nebze de olsa hafifletiyordur umarım. Kendisinin de eşine yazdığı gibi “İhtiyarlığımda çekilmez bir adam olacağım hakkındaki iltifatına teşekkür ederim. Ama bu tahminin doğru çıkmayacak sanırım. Çünkü ihtiyarlayacağımı kim söyledi? Hep genç kalacağım.”

20 Ocak, 2014

"Kendime soruyorum, acaba bedenimin içinde karanlık bir yer var mı diye, uzak bir bölge, en önemli anılarımın üst üste yığılıp balçığa dönüştüğü yer."


Türkiye insanının edebiyatla -hali hazırdaki az ve zayıf olan- ilişkisine kendi deneyimim üzerinden bakınca yüzümüzü net bir şekilde batıya dönmüş olduğumuzu görmek mümkün. Batı bizim için örnek alınması ve ulaşılması gerekilen bir fenomen olarak, kültürel tercihlerimize de etki etmiş denebilir. Bu bağlamda ben de "daha iyi bir edebi bakışa sahip olmak istiyorsak Amerikan, İngiliz, Fransız gibi gelişmiş batı kültürlerinin edebiyatlarını okumalıyız" gibi bakış açısına sahip olduğumdan Hazar denizinin doğusundaki kültürlere çok hakim değilimdir. Ancak bu yazının konusu olan yazar Haruki Murakami, bu konudaki fikrimi değiştirmiş durumda. Bu yazımda yazarın beşinci romanı olan "İmkansızın Şarkısı"nı yorumlayarak, 1Q84'ten sonraki ikinci Murakami analizimi yapmış olacağım.
Hikayemiz, 37 yaşındaki ana kahraman Toru Watanabe'nin Hamburg'a yaptığı uçak yolculuğu sırasında Beatles'in "Norwegian Wood" -Türkçe isme de ilham kaynağı olan- şarkısını dinlemesi ile başlar (Hiçbir hizmetten kaçınmadık ve linki ekledik, aşağıda). Anılar onu 20 yıl öncesine, üniversite yıllarına götürür. En yakın arkadaşı Kizuki intihar etmiştir. Kizuki'nin kız arkadaşı Naoko -ki ablası da aynı yaşlarda intihar etmiştir- ise bu trajik olayın travmasını yaşamaktadır. Aynı acıyı paylaşan Watanabe ve Naoko birbirlerine daha da yaklaşırlar ve birlikte olurlar. Bu olaydan sonra Naoko, kendi isteğiyle sanatoryuma yatar.

Bu dönemde Watanabe yurttaki yakın belki de tek arkadaşı Nagasawa ile takılmaya başlar. Watanabe ve Nagasawa; blog ekibi olarak bizim de çok sevdiğimiz Muhteşem Gatsby romanı vasıtasıyla yakınlaşmışlardır. Nagasawa, Watanabe'ye göre oldukça dominant ve acımasız denebilecek boyutta bencil bir insandır. Tek gecelik ilişkiler yaşadıkları kızları, Nagasawa'nın maddi imkanları ile farklı restaurantlara ve barlara götürürler. Gene böyle bir akşamda Watanabe, Naoko'nun tam zıttı bir karakter olan Midori ile yakınlaşır. Midori; hayat dolu, canlı bir kızdır. Midori'nin ilgisine rağmen, Watanabe için Naoko önemi korur, sanatoryumda onu ziyaret eder ve Naoko'nun arkadaşı Reiko ile o da arkadaş olur. Roman boyunca Watanabe'nin diğer insanlarla olan diyalogları ve bu ilişkiler üzerinden geliştirdiği duygularına şahit oluruz. Bundan sonrasında olan önemli ve romana yön veren olayları aktararak okumak isteyenlerin heyecanını kaçırmak istemiyorum ama kısaca "tarih tekerrürden ibarettir" ve "bazı şeylerin kıymeti kaybedilmeden anlaşılmıyor" demek mümkün.

Romanı genel hatlarıyla bu şekilde özetledikten sonra bende bıraktığı izlenimden söz etmek istiyorum biraz da. Okuduğum ikinci Murakami kitabı ve kesinlikle sonuncusu olmayacak. 1q84 kitabında da olduğu gibi yalın, akıcı, basit kelimelerle kurulmuş cümleler akıp gidiyor önünüzde. Vurucu bir hikaye ve naif karakterler, soslu bir anlatıma ihtiyaç duyulmadan anlatılmış ve içe işliyor. 1968 hareketinin de arka planda olduğu ortamda yoğun duyguların ve aşkların merkezinde Watanabe var. Saf aşkı arayanların kafa karışıklığı, okuyucuya çok iyi aktarılmış. Romandaki kimi karakter bunu delirme aşamasına gelerek yaşarken, kimi nihilizmin sınırlarında dolaşıyor. Ölüm de aşk kadar önemli bir konu kitapta ama genel kullanılan anlamının çok ötesinde. "Ölüm yaşamın karşıtı olarak değil, parçası olarak vardır" cümlesinde de dendiği gibi ölümü trajik, hayatı kesintiye uğratan bir öğe olarak değil; akışın bir parçası. Bu yüzden de farklı ölümler ve intiharlar, imkan verdikleri başka olaylara açılan kapılar gibi bir izlenim bırakıyor insanda. Kısaca diyebilirim ki anlattığı her şey, söylenen her diyalog bize çok yakın ve devamlı aklımızda ve dilimizde olan konular ama öyle bir işlenmiş ki sanki ilk defa karşılaşmış gibi hissediyorsunuz. Bu yüzden de okunmasını tavsiye ettiğim ve benim de zevkle okuduğum, hatta ileride tekrar okumayı düşündüğüm kitaplardan. Meraklısı için bir dipnot: Kitabın filme uyarlanmış hali mevcut, ancak bazı yerlerde okuduğum yorumlara göre pek de beğenilmemiş. Karar sizin.

15 Aralık, 2013


Bugün hayattaysak eğer, soyağacımızdan birileri “Ya o ya ben!” dediği için değil miydi?
Kitap okumayı tutku haline getirmiş insanlar için farklı bağları olduğunu düşündükleri bazı yazarlar vardır. Benim de çok sevdiğim ve popüler hale gelmeden önce naçizane farkına varmakla övündüğüm üç yazar var: Ahmet Ümit, Hakan Günday ve Amin Maalouf. Ahmet Ümit’in iki kitabını blogta yazarak (Patasana ve Beyoğlu’nun En Güzel Abisi) vefamı sergilemiş olduğumu düşünüyorum. Şimdi sıra Ahmet Ümit ile aynı zamanlarda son kitabını çıkartmış Hakan Günday’a geldi. Aslında Ahmet Ümit'te olduğu gibi Hakan Günday’ın da ilk okuduğum kitabı "Kinyas ve Kayra"nın her zaman en sevdiğim kitabı olacağını düşünüyordum ancak “Daha” bu fikrimi değiştirmeme sebep oldu.
Kitap  Rimbaud’un “Dayanılmaz tek şey, hiçbir şeyin dayanılmaz olmamasıdır” cümlesiyle başlıyor. Bu cümlenin aslında bütün hikaye boyunca yol gösterici olduğunu kitabı bitirdiğimde anladım. Kitabın ana konusu Gazâ’nın tabiri caize dehşetengiz öyküsü. Bir yerde olayların çözülüp normal bir seyre girmesini beklerken, bu kitapta hikaye gerilimi tırmanarak artıyor ve dehşet sınırlarını zorluyor.
Kitabın ana akışında dört önemli dönem var, bunlar İtalyan resmindeki teknik terimlerle tanımlanmış ve Gazâ’nın hikayesine dair ipuçları veriyor. İlk kısım olan “sfumato”nun anlamı, renk ve tonların karışması. Aydınlıktan karanlığa geçiş tıpkı Gazâ’nın hayatı gibi. Afganistan’dan Avrupa’ya kaçak göçmen yollarının üzerinde babası ile bağlantı noktalarından bir tanesi Gazâ. İsmi de göçmenlerin bildiği tek kelime olan “Daha”dan geliyor, aynı zamanda “Daha” Gazâ’nın babasının ismi olan Ahad’ın da tersten okunuşu. 9 yaşındaki bir çocuğun “İnsanın kullandığı ilk alet, başka bir insandır” cümlesini nasıl içselleştirdiğini okuyoruz bu satırlarda. Güç olgusunun nasıl kullanıldığını, bir insanın diğer insan üzerinde nasıl tahakküm kurduğunu daha iyi anlıyoruz. Kitapta dendiği gibi “Tabii eğer ortada bir ölüm korkusu varsa, elbet ölümsüzlük isteği de oluyordu. İşte, otorite olmak da bu isteği karşılıyordu.” Bu kısımda bana en ilginç gelen kısım, Gazâ’nın kaçaklar üzerinde yaptığı yönetim deneyi oldu. Demokrasi algısının nasıl yönetildiğinin ve diktatörlükle bağlantısının günümüzle taşıdığı paralellikler enteresan. “Korkakların intikamı” olarak nitelendirilen nefretin nasıl kolektifleştiğini ve nasıl faşizme dönüşebileceğini berrak bir şekilde anlıyoruz. Yazarın da dediği gibi “Peki, kim kimden sırf var olduğu için nefret ederdi? Tabii ki ırkçılar ve mezhepçiler ve de kendi dinlerinden olmayan her insanı yok etmeye ant içmiş olanlar!”
Bana göre şu ana kadarki Günday  romanlarının en siyasisi olan bu romanda çok yerinde bulduğum bir Türkiye tanımı var, onu da paylaşmadan geçmek istemiyorum:  “Türkiye, doğusundaki aynaya bakınca şişman olduğunu, batısındaki aynaya bakınca da kemiklerinin sayıldığını düşünen, üstüne giydiği hiçbir şeyi kendine yakıştıramayan, bulimik ve depresif bir genç kızdı. Yirmi yıl boyunca boğulacakmış gibi yiyip sonra pişman oluyor, bir yirmi yıl da boğazını kanatana kadar kusup sonra yeniden yemeye başlıyordu.”
İkinci bölümün terimi ise Cangiante, yani aynı rengin farklı bir tonuna geçilemediği ya da tercih edilmediği durumdaki ani renk değişimi. Kaçak göçmenleri diğer bir aktarma noktasına taşıdıkları yolculuk sırasında yaşadıkları –babasına tam o sırada annesini sorduğu için aslında bir intihar olan- kaza ile ani bir kırılma yaşanıyor Gazâ’nın hayatında. Kazadan sonra sıkıştığı çukurda etrafı ölülerle sarılı halde iken yaşadıkları o kadar iyi anlatılmış ki okurken bile boğuluyormuş gibi hissettim. Romanın genel gidişatını manik depresif olarak nitelendirmek gerekirse kaza sonrasına Gazâ’nın manik dönemi diyebiliriz. Okuldaki performansı, başarıları hep bir çıkış yakalama arzusunun ve tutkusunun sonuçları. Ama tabi ki yaşananlar bir şekilde hayatta er ya da geç yansımasını buluyor ve Gazâ deliliği sınırlarını zorlamaya başlıyor.
Üçüncü bölüm olan “Chiaroscuro”ya - aydınlık ve karanlığın vurgulanarak birbirinden ayrılması, ışık ve gölge arasındaki zıtlık- geçtiğimizde, Gazâ akıl hastanesinde tedavi sürecinde ve sonrasında akıl hastanesinden çıktığında insanlara dokunamaz durumda. Bu süreçte  teklik ve kalabalık kavramını sorgulamaya başlıyor. Ona göre “Teklik kavramı bir buluş, bir mucizeydi. Sonunda, herkesin herkesle savaşma ihtimalini, herkesin tek kişiye karşı savaşması gerektiğini savunarak sonsuza kadar ortadan kaldırabilirdik.” Ama  “Kalabalık öylesine büyülü bir şeydi ki, içine girildiğinde ne ad ne de kütle kalıyordu.” İnsanlara dokunma korkusunu linç ile yeneceğini düşünüyor. “Evet, linç, bir tür savaştı. Çoğunluğun azınlığa karşı açtığı bir savaş. Tek olana karşı verilen bir savaş. Her şeyin olduğu gibi, elbette bunun da bir Latincesi vardı: Bellum omnium contra unum” yani herkesin herkese karşı savaşı.“ Burada çok yerinde bir kullanımla “Linç turizm”ine başlayan Gazâ,  dünya haritası üzerindeki potansiyel linç noktalarına seyahat ederek ediyor.
En son kısım olan “Unione” da  “sfumato”da olduğu gibi renk ve tonlar birbirine karışıyor ama renkler daima canlı ve renkli hale geliyor. Burada bir kendini tamamlama hikayesine şahitlik ediyoruz. Hikaye çocuk olamadan göçmen taciri olan Gazâ’nın Afganistan’a yaptığı yolculuk ile son buluyor. Bireyin her yaptığının sorumluluğunu almasının en güzel örneği Gazâ. Kişisel sorumluluğu konfor alanını yıkma pahasına kabullenmek, delirmesinin ana nedeni. Acaba “Bütün mesele, kime itaat edeceğini seçmekteydi. Tek bir seçim yapıp,gelecekteki bütün seçimlerden muaf olmak!... Vicdan azabından delirmemenin ve bir toplum olarak temiz kalmanın tek şartı, zincirleme itaattı.” sözlerine uysaydı ne olurdu diye düşünmeden geçemiyor insan. Bu sırada kendi sorumluluklarını da sorguluyor. Sonunu söyleyerek büyüyü daha fazla kaçırmak istemiyorum, diğer bölümler hakkında şu anda bile fazlasıyla detay verdim.
Kitap boyunca süregelen metaforlar, beyne kazınan aforizmalar; Hakan Günday takipçilerinin alışkın olduğu öğeler. Hikaye ise o kadar yoğun ki nasıl anlatsam nasıl aktarsam bilemedim. Yazdıklarımı dönüp okuduğumda bende bıraktığı duygunun ancak küçük bir kısmını aktarabildiğimi fark ettiğimi itiraf etmem lazım. Mümkün olduğunca önemli gördüklerimi burada yazmaya çalıştım ama hepsini buraya taşımak ne mümkün. Sarsılmaya hazırsanız ilk okuyacağınız kitap olsun derim. Bir de küçük bir itiraf: Kitap bende uzun zaman önce okuduğum ve çok sevdiğim Hermann Hesse kitabı Siddhartha’nın hissiyatını bıraktı. O da beni sarsmıştı. İki kitapta da Buda bağlantısı olması da bu duygumu güçlendiriyor açıkçası.

24 Kasım, 2013


“Kaybetmeye alıştıkça daha çok özgürleşiyor insan”
Sevgili okur,

Yeni bir Ahmet Ümit yazısı ile karşınızdayım. Önceki yazımı (bknz:Patasana) okuyanlar için tekrar olacak belki ama yinelemek isterim ki Ahmet Ümit keşfettiğimden beri en sevdiğim yazarlardan biridir ve sıkı bir şekilde takip ederim. Son kitabı için de bu geleneği bozmadım ve kitabını çıkar çıkmaz aldım. Aslında aklımda başka sevdiğim bir yazar ve kitabı hakkında yazmak vardı ama bu önceliği hak ediyor diye düşünüyorum.
“Beyoğlu’nun en güzel abisi” adından da anlaşılacağı üzere bir Beyoğlu romanı. Ahmet Ümit’in genel tarzıyla uyumlu olarak polisiye kurgu dışında da farklı hikayeleri, farklı karakterleri ve tabi ki tarihi barındıran bir roman. Ahmet Ümit takipçilerinin bildiği gibi ana karakter Nevzat komiser ve yardımcıları Ali ve Zeynep gene iş başındalar. Sevenlerine müjdelemek isterim ki Ali ile Zeynep arasındaki duygusal bağlılık, bu kitapla resmileşiyor. Ana karakterimiz Nevzat ancak yazar Ahmet Ümit de romanın içinde gene yazar kimliğiyle. Bu sefer çok daha fazla yer almış kitap içinde.

Gezi ve buna yol açan açan inşaat rantı, romandaki iki önemli eksen. Tarlabaşı’nı yaşanılır kılmak için uğraşanlar, kültür merkezi ile buradaki gençleri topluma kazandırmaya çalışanlar ile Tarlabaşı’nda büyük vurgun yapmaya çalışanlar arasında dönüyor ana çatışma. Bu anlamda –her ne kadar biraz fazla erken ve aceleye getirilmiş olduğu düşünsem de- Gezi hakkında Ahmet Ümit gibi hem geniş bir okuyucu kitlesine sahip hem de barışçıl bir insan tarafından bir şeyler anlatılması güzel. Ne yazık ki medyamızın konuyu gazetecilik etiğine aykırı olarak aktarması sebebiyle eksik ya da yanlış bilgiye sahip okuyucuların çok fazla olduğu malum. İnşaat rantı konusunda da canım Süleymaniye Camii’nin görüntüsünü ve güzelim İstanbul silüetini jilet gibi kesen o korkunç metro köprüsünden bahsedilmesini kişisel olarak çok anlamlı buldum. İstanbul hayranı bir yazar için ana esin kaynağı olan yerlerin hunharca katledilmesi çok acı olsa gerek.
Kitaptaki bir diğer önemli eksen de azınlıklar ve hakları. Beyoğlu’nun zenginliğinin politik erk yüzünden halkın milliyetçiliğini körükleyerek kaybedilmiş olması, eski hikayeler ile oldukça güzel anlatılmış. Ancak Beyoğlu’nun geçmişine özlem duyulması ve yapılan nostalji, şu anki duruma uzak kalınmasına neden olmuş gibi geliyor. Fazla naif bir anlatım söz konusu. İnsanların kötülüğü biraz geri planda kalmış gibi geldi bana. Roman karakterlerinden söz etmekte ise tereddüt ediyorum açıkcası. Çok fazla ana karakter var aslında, hepsinin hikayesi de incelikle işlenmiş. Birisinden bahsedip diğerini atlasam sanki gerçek insanlarmış gibi haksızlık edecekmişim gibi geliyor. Kültür merkezi kurucusu Nazlı’yı takdir ettiğimi ve keşke böyle insanların çoğalmasını istediğimi söyleyeyim ve bu konuyu kapatayım en iyisi.
Kitaba bir de Ahmet Ümit’in portföyü açısından bakmak gerekirse, yazarın artık eskisi gibi şaşırtmayan kurgularıyla daha geniş ama normalde kitap okumayan kitleleri hedeflemiş gibi gözüktüğünü söyleyebilirim. Çok satanlar listesine giren kitapların yazarı olmak bu açıdan zor sanırım. Çıtayı hep daha yukarıya koymak ve bu çıtanın devamlı satış adediyle ölçülmesi. Ne yazık ki Patasana’da ya da ilk dönem kitaplarında yakaladığım tadı yakalayamadım, bu da belki benim polisiye kurgu beklentimin çok yüksek olmasından kaynaklanıyordur. Ahmet Ümit özellikle karakter ve atmosfer yaratımında, yeni hikayelerde iyice uzmanlaşırken polisiyeden bir uzaklaşıyor gibi geliyor. Bir de –ben konduramadığım için okurken atladığım- ancak bir arkadaşımın uyarısıyla fark ettiğim ciddi bir hata da beni bu anlamda üzdü açıkcası. Zeynep’in aile evinde masada konuşulanlar ile sonra ifade edilen şeylerin birbirini tutmaması, atlanmaması gereken bir hata diye düşünüyorum. Sanırım kitabı basım öncesi okuyanlar benim gibi bunu atlamışlar.
Aslında kitap, genel resme baktığımda okumaktan zevk aldığım ve tavsiye edeceğim bir roman. Detaylarda takılmam, dediğim gibi beklentimden. Yazarın bu dönemlerde devamlı kafamdan geçirdiğim şeyleri bu kadar güzel dile getirmesi, kitabı beğenmemdeki neden sanırım. Zorla evlendirilen insanlar, zorla evinden edilen insanlar. Hepsini bir karakterin ağzından çok güzel bir cümleyle özetlemiş aslında “Bu ülkede canlı cansız her şey satılık…Bu ülkenin sorunu ahlaksızlık, şeref yoksunluğu, onur kaybı…”. Şiddete bakış açısı da basit ama anlamlı “Şiddeti kullanarak ideal bir toplum yaratamazsın. Çünkü kullandığın yöntem, kendine benzetir seni.”

29 Ekim, 2013


Beğenmeyen Okumasın ekibi olarak bu zamana kadar ortak okuyacağımız kitapları hep beraber belirledik. Okuduğunuz çoğu yorum kişisel olarak okuduğumuz kitaplara ait ancak en eğlencelileri  ve verimlileri de ortak okunanlardan sonra yazıldı. Bu yazımız da ortak bir kitaba dair ancak bu kitap diğerlerinden biraz farklı. Takip edenler bilirler –takip etmeyenleri de buradan tekrar davet edelim- twitterda edebiyat dünyasıyla ilgili farklı bilgiler ve yazarlardan alıntılar paylaştığımız bir hesabımız da var: @bgnmynkmsn. İsmimizin uzunluğu itibariyle twitter hesabımızı sessiz harflerimiz olarak belirledik. Blogumuza kıyasla oldukça yeni bir mecra bizim için, mümkün olduğunca orayı da desteklemeye çalışıyoruz. Bu çalışmaların bir örneği olarak da daha fazla takipçiye ulaşabilmek için kendi çapımızda bir aktivite düzenledik ve 100. Takipçimizin seçeceği kitabı okuyacağımızı duyurduk.

 Sayın JimmyCarrier’in belirlediği kitap yazar Çağatay Güney’in kaleminden “Fatih’in Cenovalı Sırdaşı: Lupo’nun Adı” isimli kitap oldu. Kitabı okuduktan da sonra takipçimize tekrar yazıp katkıda bulunmak isteyip istemediğini sorduk ama dönüş alamadık, umarız buradan bizi görür ve yorumlarını iletir.
Cenova’da bir kerhanede doğan ve hırsızlıkla geçinen Lupo’nun önce İtalya’dan sonra Osmanlı ve Macar hakimiyetindeki bölgelere uzanan hikayesini konu alıyor. Tabi bu sadece bizim okuduğumuz kısım. Her ne kadar biz bir cildini okumuş olsak da isminden anlaşılacağı Fatih Sultan Mehmet’e kadar dönemine kadar giden bir kitap aslında. O dönemi anlatmaya gerek yok, tarihle uzaktan bile ilgilenen insanlar için dönemin ana dinamiği malum: Özellikle Balkanlarda yaşanan toprak alıp kaybetme ile sınırların belirsiz hale geldiği savaşlar ve sonrasında Osmanlı’nın kesin hakimiyeti. Lupo’nun kişisel gelişimi de farklı bölgelerde de olsa biraz Osmanlı’nın güçlenmesi ile paralel ilerliyor. Osmanlı kontrolündeki sınır bölgesinde aldığı askerlik eğitimi, Macar Hünyadi komutasındaki bölgede Latin papazdan aldığı okuma yazma eğitimi vs. bu süreçte birer adım. Ana olarak savaşlar ve Lupo’nun gelişimi işlense de tabi ki aşk konusu da göz ardı edilmemiş. Hem Lupo’nun çok da imkanlı olmayan aşkı ve diğer yasak aşklar baharat olarak tat vermesi için konuya dahil edilmiş.

Son dönemde yükselen değer Osmanlı konsepti ile ilgilenenler için ilginç olabilecek bir kitap ancak neredeyse bir senaryo detayında anlatılmış hikaye, görüntü yönetmeni titizliğinde bir anlatım ve ince detaylar hikayeyi takip etmeyi zorlaştırıyor ve sıkıcı hale getiriyor.  Savaş alanındaki bir askerin etrafında dönüşü bile bir paragrafta anlatıldığından ilk cilt bile 600 sayfayı bulmuş. Bu detayda okuyarak sahneleri gözünde canlandırmak isteyenler de olacaktır muhakkak ancak yaratıcı bir eser olarak edebi bir beklenti içine de giriyor insan ve kendisine şu ana kadar okuduklarından farklı bir şey katsın istiyor. Maalesef ki bunu kitapta bulamadım. Klişe birkaç felsefik cümle ne yazık ki bunun için yeterli değil. Tabi bunlar kişisel fikrim.  Bu tarzı da beğenenler olabilir. Ancak kitabın ciddi başka bir problemi var: Yazım hataları. Her türlü eser emek harcanarak yazılıyor ve binbir uğraşla basılıp okuyucu ile buluşuyor. Bu noktada bu tarz hataları kabul edilmez buluyorum.
Şahsen başlarken bir seri kitap olduğunu fark etmemişim ve hevesle tamamlamaya çalıştım ama kitabın sonunda hikayenin yarım kalması ve daha 5 cilt olduğu gerçeği beni hayal kırıklığına uğrattı. Yazım hataları ve edebi değer eksikliği nedeniyle de diğer ciltleri okuyamayacağım maalesef. Ekip olarak benzer yorumlara sahibiz, her toplaşmanın vazgeçilmezi bir cümlelik yorumlarımızı bu kitap için de yaptık. Ayrıca - belki de dayanıklılık anlamında gururla- söyleyebilirim ki sonuna kadar gelebilen tek kişiyim.
Ekipten notlar
Merve: Yazar kitap yazmadan önce anlatım bozukluğu yapmamayı öğrenseymiş.
Hazal: Murat Menteş’ten özür diliyorum.
Burcu: Bari yazı karakterini küçültüp daha ince bir kitap basıp daha az ağaç katletselermiş.

07 Ekim, 2013


İstanbul'un kurtuluşu için şehirle ilgili bir yazı yazmak istedim. Gezi olaylarıyla Türkiye'de herkesin gündemine giren kentsel dönüşüm, yaşadığı şehre karşı duyarlı olan insanların öncesinden de farkında olduğu ve tartıştığı bir konuydu. Tarlabaşı, Sulukule ıslahı gibi tepeden inme ve yaşayan insanların hayatını gözetmeyen, inşaat odaklı projeler; tarihi eserlere rağmen yapılan Marmaray ya da Four Seasons Sultanahmet çalışmaları gibi konular kısıtlı bir çevrede de olsa ses getirmişti. Çağımızdaki projelerden haberdardık ama İstanbul gibi organik, yaşayan bir şehrin geçmişinde neler olmuştu? Konuya ilgi duyanların kulağına çalınan Adnan Menderes'in yol yapımı için kilisenin bir kısmını kesmesi ve yola katması, Karaköy camisinin sökülerek Adalar'a götürülürken kaybedilmesi gibi hikayelerin aslı astarı neydi? Saymakla bitirilemeyecek bir çok konu hakkında detay öğrenmek istiyordum. Bu nedenle Murat Gül'ün kitabını görünce ben de kendi adıma çok sevinmiştim. Sonunda İstanbul'a dair derli toplu ve siyasi konjonktörü de içine alan bir eser okuyabilecektim. Kitap, aslında mimarlık ve şehir tarihçisi Murat Gül'ün ingilizce olarak yazdığı akademik eserinin Türkçeleştirilmiş hali. Bu akademik özelliği sebebiyle de araştırma bulguları ve konuya dair eserler kapsamlı bir şekilde belirtilmiş. Meraklılar ve daha da derine inmek isteyenler, kendilerine bir okuma listesi oluşturabilirler.

Kitabın akışı tarihsel olarak ilerliyor ve ana olarak altı bölüme ayrılıyor. Geç Osmanlı dönemi oluşturan ilk iki bölüm: Klasik Osmanlı'dan başlayan Gerileme dönemiden Kırım savaşına kadar uzanan dönem ve Kırım savaşından Birinci Dünya Savaşı arası. Erken Cumhuriyet dönemine ait iki bölüm: Ankara'nın gölgesinde kalan 1923-1933 dönemi ve İstanbul'un Kemalist yapılanmasının anlatıldığı 1933-1950. Son kısımsa Demokrat Parti dönemi: ilk dönem 1950-1955 ve Adnan Menderes'in yoğun bir yapılanma başlattığı 1956-1960. Osmanlı dönemi genel olarak sultanların, hanedan üyelerinin ve yüksek rütbeli tebaanın yaptırdığı cami ve külliye yapılanması olarak ilerlemiş. Diğer önemli yapılanma ise çarşılar olarak gelişmiş. Yerleşim yerleriyle ilgili ciddi bir düzenleme yapılmamış. Planlama eksikliği nedeniyle dar ve çıkmazı bol sokaklar, sıkça yaşanan yangınlarda yıkılmış ve buna rağmen tekrar aynı çarpıklıkla yapılmış. Şehir iade makamı eksik olduğundan farklı konulara farklı memurlar bakıyormuş.

İstanbul mimarisiyle ilgili ciddi anlamda ilk değişiklikler Osmanlı'nın Avrupa'ya karşı ağır yenilgiler almaya başladığı 18. Yüzyıl başlarında yaşanmaya başlamış. Avrupalı devletler ile ekonomik ilişkilerin artması imarda da modern gereklilikleri beraberinde getirmiş. Bu dönemde hazırlanan çalışmalardan ilk ciddi öneri Moltke'nin imzasının olduğu düşünülen 1839 İmar Yönetmeliği. Bu yönetmelik 1856'da uygulanmaya başlar ve 1866'da yollar genişletilmeye başlanır. 1853-1856 arasında yaşanan Kırım Savaşı'nın İstanbul üzerinde ciddi etkileri olmuş. Kentte yaşayanlar ilk defa İngiliz ve Fransız birlikleri ile irtibat fırsatı yaratmıştı. Bu durum ticaret, ulaşım vs gibi alanlarda gelişmeyle sur içi ile Galata-Pera arasındaki farkın belirginleşmesine sebep olmuştu. Vapur, tramvay ve tünel hatları ile ulaşım gelişmişti. II. Abdülhamit döneminde imparatorlukta yaşanan toprak kayıpları ile göç ve İstanbul'un nüfusu artmış. Ayrıca siyasi istikrar için siyasal İslam'ın desteklenmesi de şehrin mimarisinin İslam canlandırmacılığı etkisiyle gelişmesine yol açmış. Sirkeci Tren Garı ve şu anda İstanbul (Erkek) Lisesi olan Duyun-u Umumiye bu akımın en önemli örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı'nın yıkılması ve milli mücadele hareketinin başarısı İstanbul'un kaderini de değiştirdi. Cumhuriyet yeni bir devlet kurmanın devrimci gerekliliği nedeniyle geçmişe ait İstanbul yerine geleceği şekillendirece üzerine odaklanır.

1933'e kadar mimari gelişmenin odağı yeni başkent olur. 1933 sonrası dönemde İstanbul için düzenlenen imar yarışmasını Henri Prost kazanır ve yeni bir dönem başlar. Topçu Kışlası'nın yıkılarak yerine Gezi Parkı'nın yapılması da rekreasyon alanlarını önemseyen Prost'un planıydı. Devletin seküler ve modernleşmeci reformlarına uyum göstermesi itibariyle İstanbul için yeni bir başlangıç ifade ediyordu. Kamusal mimaride bu gelişmeler devam ederken yerleşim alanlarında farklı dinamikler yaşanıyordu. Her ne kadar katılınmasa da İkinci Dünya Savaşı nedeniyle devlet bütçesindeki kısıtlamalar, köy enstitülerini ve devlet politikası olan köycülüğü olumsuz etkiliyordu. Tarımın da makineleşmesi ile köylerde yaşanan ekonomik sıkıntılar, büyük göç hareketlerine sebep olduğundan İstanbul'da bu göçleri dikkate alan bir planlama yapılmadığından gecekondu sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bu dönem iktidara gelen DP, İstanbul için yeni bir dönemin başlangıcını yapacaktı. Menderes dönemindeki hızlı ve plansız ekonomik büyüme, hızlı kentleşmeyle sonuçlanırken İstanbul yeniden ilgi odağı haline geldi. Yazarın da belirttiği gibi "Ankara Türkiye'nin bürokratik, milli, planlı ve seküler yüzünü resmederken İstanbul ülkenin kozmopolit, doğal, dini ve dünyaya dönük yüzünü oluşturuyordu". DP'nin asıl imar planı, ekonomik sorunlarla uğraşılmaya başladığında gündeme gelir. Şehri farklı alanlara bölen bulvarlar Menderes'in imar planının belkemiğini oluşturur. Her ne kadar Osmanlı sempatizanı bir politika izlense de bu yolların yapımı sırasında bazı Osmanlı eserleri yıkılır. Kennedy Caddesi'nin yapılması ile kent görünümü toptan değişir. Ana bir plan eksikliği ile İstanbul silüeti kısım kısım değiştirilmeye devam eder. İstanbul'un bugünde yaşadığı ana problem olarak hiçbir planlama olmadan kendi kendini yenilemeye devam etmesi olarak gözüküyor. Kısa dönemli kazanç ve rant hedefleriyle şekillendirilmiş şehirlerdeki trafik, rekreasyon alanları gibi sıkıntılar artarak devam ediyor. Mümkün olduğunca çok örnek vermeye çalıştım ama kitabın yanına bile yaklaşamadım. Yaşadığı şehre özen gösteren herkesin bu kitabı okumasını tavsiye ediyorum.