24 Temmuz, 2013



            “Ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar çok alıştım ki.
Ve her şeyin yeniden bir bir var olmasına o kadar alışacağım ki.
Edip Cansever”


Askeri darbe üzerine yazılan eserlerin en çarpıcıları şüphesiz ki hapishane anılarıdır. Bu eserler, sadece yazıldığı dönemin içinden konuşabildikleri için tarihi bir önem arz etmez. Aynı zamanda, yazarlık deneyimlerini benzersiz kıldıkları ve yazara ve okuyucuya edebiyatın sınır tanımaz dilini sundukları için de farklılaşır. 12 Mart 1971’de Sevgi Soysal’ın sekiz ay boyunca tutuklu kaldığı Yıldırım Bölge Cezaevi’deki anılarından oluşan ve Oya Baydar’ın önsözüyle sunulan Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu da bu nitelikte bir eser. Bu kitabı benzerlerinden ayıran en önemli özelliği ise Sevgi Soysal'ın dilinin samimiyeti, açıkyürekliliği ve kendine has mizahı.

Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, hüznü mizahın dilinden anlatan bir kitap. Bunun için olsa gerek, 12 Mart’ın simge kitabından, üstelik bir de cezaevi anılarının, işkencelerin, türlü türlü eziyetlerin anlatıldığı bir kitaptan demir parmaklıklara teslim olmayan güçlü bir umudun sesi yükseliyor. Bu umudu, otoriteye karşı her türlü baskıyı reddeden, hem bireysel, hem de kollektif bir varoluş hikayesi besliyor. Bir de, kitap boyunca Sevgi Soysal’ın eğlenceli ve bir o kadar da düşündürücü alaycılığı…

Bu kitapta, Yıldırım Bölge Cezaevinde yaşadığı iki ayrı tutukluluk dönemini kaleme alıyor Sevgi Soysal. İlkini, 12 Mart rejimin tam anlamıyla inşa edilmediği, cezaevi koşullarının görece daha iyi olduğu ve sivri mizahının süzgecinden geçirerek sunduğu bir “sosyalizm dönemi” olarak tanımlıyor. Bu dönemi farklı kılan bir başka unsur da, en yalın halleriyle görebildiğimiz, siyasi tarihimizin tanıdık isimleri; Oya Baydar, Behice Boran ve Sevim Onursal.   

İkinci tutuklanışında ise, giderek daha da “sertleşen” 12 Mart rejimini yaşıyor. Yine aynı cezaevine getiriliyor ama eski koğuş arkadaşları ya çoktan tahliye olmuş ya da birbirleriyle görüşmelerine izin verilmiyor. (Bu durum, cezaevi yönetiminin, koğuş içindeki bütünlüğü bozmak için birbirine yakın olan kişileri ayrı ayrı koğuşlara koyma politikasından kaynaklanmaktadır.)

Bir yandan, Kızıldere olayı, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarının cezaevinde yarattığı yankılar, bir yandan da eski cezaevi kadrolarının değiştiği, tutukluların er kişi ilan edildiği kısacası şiddetin başkalaştığı bir dönem aslında. Sevgi Soysal bu dönemi anlatırken, hem cezaevinin askeri yönetim tarafından “hizaya getirilme” süreçlerine kendi ince ayarını ustalıkla yapıyor, hem de bu başkalaşıma karşı kadın mahkumların mücadele yöntemlerinden sık sık bahsediyor. Sözünü hiç sakınmıyor ve yeri geldiğinde sol hareket de onun eleştirilerinden fazlasıyla nasibini alıyor.    
  
  Sevgi Soysal’ın yazarlık hayatında 12 Mart önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Çeşitli dergilerde yayınlanan öyküleriyle başladığı yazarlığa, askeri rejim tarafından tutuklanma gerekçesi olarak gösterilen ve “hayvanlarla cinsi münasebeti övücü nitelikte bulunduğu için” toplatılan ilk romanı, Yürümek son noktayı koyar. Bu tarihten sonra yazdığı eserlerinde, 12 Mart’a karşı geliştirdiği eleştirel tutumu ve bu dönemin kendi hayatı üzerinde yarattığı izleri açıkça görebiliriz. Bunun en güzel örneklerinden birisi de Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’dur.

Not: Bu yazı, son birkaç yıldır düzenlenen Sevgi Soysal’ı anma çalışmalarına küçük bir katkı sunma ve onu “yeniden hatırla(t)ma" çabası olarak görülmelidir. 
   


0 yorum :

Yorum Gönder