15 Temmuz, 2013

Geçen ay bir kitabevinin arka raflarında rastlayıncaya kadar ne Mathias Enard’dan ne de sorulunca bir anda söyleyemediğim bir ismi olan bu kitabından haberim vardı. 


Can Yayınları, Nisan 2011
"Leonardo da Vinci'nin projesini reddettikten sonra, kendisinden Haliç üzerinde yapılacak bir köprü planı isteyen II. Bayezid'in davetini kabul eden Michelangelo, 13 Mayıs 1506 günü İstanbul'a ayak basar." Arka kapağının bu ilk cümlesini okuduktan sonra ve ön kapaktaki prestijli Gouncourt des Lyceens* ibaresini görünce kitabı çok da düşünmeden almaya karar verdim. 

Kendisini dünya vatandaşı olarak niteleyen ama aslen Fransız olan yazar Doğu Dilleri Enstitüsü'nde Arapça ve Farsça eğitimi aldıktan sonra Orta Doğu'ya çeşitli araştırma gezileri yapmış ve 2000 yılından itibaren de Barcelona'da yaşamaya başlamış. Bu kitaba ek olarak, Hırsızlar Sokağı isimli bir başka eseri de yine Can Yayınları'ndan Türkçe'ye çevrilmiş. 

İtiraf edeyim, kitabın edebi kısmı bana çok cazip gelmedi. Ancak konusuyla oldukça ilgilendim, zira kurgu da olsa içinde gerçeklik barındıran bir hikayeydi. Köprüleri çok seven ve rivayete göre zehirlenerek yine bir köprü kenarında vefat eden sultan II. Bayezid, Galata ve İstanbul'u birbirine bağlamak ve deyim yerindeyse medeniyetler arasında bir köprü inşa etmek için Leonardo da Vinci'yi İstanbul'a davet etmiş ancak da Vinci'nin eserini estetikten yoksun bulduğu için reddetmiştir. Sonrasında İtalyan heykeltraş ve ressam Michelangelo'ya aynı teklifle gitmiş ve Michelangelo da zaten Papalık müessesesi ile o dönem sorunlar yaşadığından bu teklifi kabul ederek çalışmalara başlamış. Bu noktada şunu belirtmek gerekiyor, internette kısa bir araştırma yaptığınızda tarihsel olarak Michelangelo'nun  bu teklifi reddettiği gibi bir bilgiyle karşılaşabilirsiniz, ancak Enard yaptığı araştırmalar sonucunda Michelangelo'nun İstanbul'a geldiğinin Osmanlı arşivleri vasıtasıyla yakın zamanda gün ışığına çıktığı sonucuna ulaşmış.

Eserin olay örgüsünde, Michelangelo İstanbul'a gelir, çalışmalara başlar, hikayenin sonunda ortaya çıkan proje de da Vinci'nin salt matematiksel eserinin tersine, estetik bir yapı olur. Her ne kadar yazar sonuç olarak projenin inşaasına başlandığından fakat 1509'daki Büyük İstanbul Depremi ile şehrin büyük bir bölümü gibi eserin de sulara gömüldüğünden bahsetse de, kitabın sonunda bunun gerçekliğiyle ilgili bir bilgi vermiyor. Michelangelo'nun İstanbul'da eseri üzerinde çalıştığı periyodu ele alan yazar, bu kısa zaman diliminde İstanbul'daki gündelik hayatla ilgili de tarihsel bir takım bilgiler vermeyi eksik etmiyor. Bu bakımdan da benim gibi tarihi ve kenti seven bir insana iyi bir okuma deneyimi yaşatıyor. Gerçeği ne kadar yansıtıyor bilmiyorum ama Michelangelo'nun ünlü divan şairi Mesihi (Priştineli) ile yaşadığı platonik aşk da, her tarihsel romanın olmazsa olmaz aşk hikayesini oluşturuyor. Mesihi'nin bazı dizelerinin sunulması da, yine yazarın kitabı yazmak için nasıl bir araştırma yaptığını ortaya koyan önemli örneklerden biri olarak görünüyor.

Edebi olarak çok sevmediğim bu kitabın, gayet başarılı bulduğum tarihsel yanları ile ilgili bir takım yorumlar yaparak yazımı sonlandırmak istiyorum. İçinde bulunduğumuz kentlerin dönüşümü sürecinde bu kitabı okumak bana yüksek oranda bir ironi sundu. Ucundan kıyısından tarihle ilgilenen bir kişi olarak, 2000'li yılları Cumhuriyet tarihi boyunca İmparatorluk nostaljisinin en çok yapıldığı dönem olarak niteleyebilirim. Ancak Osmanlı mirasının ve kültürünün nasıl yanlış anlaşıldığı sanıyorum ki sırf tek bir Galata köprüsü örneği üzerinden incelenebilir. Önemli soru şu, sizce, bir dahi olarak görülen Leonardo da Vinci'nin eserini estetik yoksunu olarak niteleyip reddeden ve proje için Davud Heykeli ve Sistine Şapeli gibi bugün dünya kültür mirasının parçalarını oluşturan eserlerin sahibi Michelangelo'yu davet eden bir Sultan'ın imparatorluğu, şehrin tüm silüetini görünmez hale getiren ve çok büyük bir ihtimal ışıklarla süslenecek olan köprüyü yapanlar tarafından ne kadar anlaşılmış olabilir? Bana, bu durumda bir terslik var gibi görünüyor. 

*Prix Gouncourt Fransa'da 1903'ten bu yana verilen bir edebiyat ödülü. Kazananlar arasında Marcel Proust ve Simone de Beauvoir gibi isimler de bulunuyor. 

0 yorum :

Yorum Gönder