1990’ların ilk yarısında henüz ilkokula giden küçük bir çocukken ben, yazları “şehirlerarası” bir otobüse binip Silivri’nin biraz ötesindeki yazlığımıza giderdik topluca. Öyle bir dönemdi ki, otobüslerde buram buram sigara içilirdi, muavinler Mercedes O 303’lerin kapılarından sarkıp bağırarak yolun kenarından yolcu toplamaya çalışırlardı. Her yolculukta yanımdaki kişi değişirdi, kimi zaman anne, çoğunlukla okul biter bitmez beni yanına katan teyze, bazen kuzen, kimi zaman da 1918 doğumlu dede. Hiç unutmam, bir keresinde, çok sıkıldığımdan olacak, bir süre boşluk bir araziden geçerken “neredeyiz” diye sorduğumda dedem, bana bakıp, “daha var Haramidere’deyiz” demişti. Uzunca boşluğa ve yeşilimsi sarı olan düzlüğe bakıp, “Haramidere ne ki dede” dediğimde, dedem, “burada bir dere var, haramilerin yaşadığı bir yer, yaramazlık yapan çocukları da otobüslerden alıp götürüyorlar” demişti. Dedem 2003 yılından beri yok ve çocuklara güzel haber; Haramidere’deki “harami”lerin yerinde de artık toplu konutlar ve alışveriş merkezleri var.
2013 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan Milyonluk Manzara kitabının
önsözünde Tanıl Bora, kentsel dönüşüm meselesinin “buralar hep dutluktu”
nostaljisinden arındırılarak çalışılması gerektiğini söylüyor. Aslında çok da
haklı: Hayattaki diğer her şey gibi kentler de dönüşüyor, genişliyor, ölüyor ya
da diriliyor. Ama söz konusu İstanbul olduğunda, bir 90’lar çocuğu olarak benim
bile birden fazla “dutluğumun” olması, içinde
bulunduğumuz hızlı dönüşümün iyi bir göstergesi. Zaten Bora da kabul ediyor bu
durumun olağandışılığını. Güncel kentsel dönüşüm kavramının, imar ve inşa
döneminin, alışılagelenin dışında bir kapsamı olduğunun altını çiziyor. Ve yine benim çocukluğuma dönersek, mesele
artık İstanbul’un çeperlerinin yapılaşmasından çok daha çetrefilli. Yani tartıştığımız
Haramidere değil; Tarlabaşı ve Taksim gibi kentin merkezindeki yerler… Halkların sürülüp milyon dolarlık tarihimsi ev projelerinin yapıldığı,
ideolojik özellikleri dolayısıyla çeşitli mahallelerin dönüşüm adı altında
dağıtılmaya çalışıldığı ve kent merkezindeki tek ve son yeşil alanın yok edilip
yerine kışla görünümlü bir alışveriş merkezinin kondurulması rüyasının
siyasilerin ve siyasi sarmala tutunmuş müteahhitlerin iştahını kabarttığı çok
katmanlı sosyal ve siyasi bir mesele… Kentsel dönüşüm şu haliyle, yapısaldan
ziyade bir toplum mühendisliği sorunu: Veli Göçer’den Ali Ağaoğlu’na giden
yolun acıklı hikâyesi.
Nar Photos |
Birikim Dergisi, Sayı 270 "İnşaat Ya Resulullah" |
Peki betonlaşma dışında dikkatimizi çeken noktalar neler? Sosyal bilimci gözüyle birkaç fikre temas etmek istiyorum...
- Kentsel dönüşüm hiçbir zaman çok katlı yüksek binaların oluşmasından ibaret değil. Bu süreç beraberinde belirli bir yaşam tarzını da empoze ediyor; kapitalist tüketim çılgınlığını pompalıyor:
“Her dönüşümün altında, bu
tüketim alışkanlıklarındaki kavileştirme ve şişirme ile beraber,
dönüştürülenlerin ciddi bir banka kredi sistemine sokulması kaydedilebilir.
Çift bir borçlanma süreci söz konusudur: Hem daire sahibi olmak için hem de
modern bir tüketici olmak için. Bu bağlamda kentsel dönüşüm bir nevi sosyal
mühendisliğe benziyor. Toplu konuta geçmeye paralel olarak yeni bir hayat
tarzına bir geçiş meydana gelir, zoraki bir şekilde.” (Jean-François Perouse, Kentsel
Dönüşümün Yaygınlaştırılması ya da Suskun Çoğunluğun Zaferi, s.53.)
Gerçekten de, şehir merkezinden görece uzakta site içinde yaşayan
insanların en büyük sosyalleşme araçlarının yakınlarındaki alışveriş merkezi ve orada bulunan Starbucks Coffee olmasını hüzünlü bir tesadüf olarak tanımlayamayız.
- İktidarın yıkım kararı aldığı bölgelerin, bilinçli seçimleri yansıttığı ve siyaseten sorun olarak gördüğü yerleşim yerlerini “halletme” derdinde olduğu:
Okmeydanı, Gazi Mahallesi, Sulukule için ortaya çıkan dönüşüm projeleri, bu
gözle bakıldığında daha da büyük bir resme işaret ediyor.
Nar Photos |
- Sadece sınıfsal ayrımlar değil, mekânsal ayrımlar da keskinleşiyor...
Örneğin, Pınar Öğünç yazısında şu sıralar çok revaçta olan Bomonti’den
bahsediyor. Anthill gibi lüks konut projelerinin yapıldığı bir bölge burası. Öğünç,
gazeteci kimliğini de gizleyerek, oradan bir ev kiralamak istermiş gibi emlakçıyla
görüşüyor. Yolun karşısı Paşa Mahallesi, çoğunluğu tapusuz evlerden oluşan gecekondudan
bozma bir yerleşim alanı.
“Koridorlardan kart okutarak
geçerken “Peki karşı taraf…” demekle sorulmamış sorunun cevabını veriyorlar
hemen… Tam bu cümle kurulmasa da, tam şunu anlamamız isteniyor: Merak etmeyin ‘karşıdan’
hiç kimse bu binaya giremez.” (Pınar Öğünç, Takdir Edersiniz ki bir Milyon Dolar Veren Kimse Bu Manzaraya
Bakmak İstemez, s. 131)
Bir taraftan üst sınıfların steril güvenli yaşamlarının idamesini sağlarken, diğer taraftan karşıdan “bu” tarafa geçemeyecek insanların hiç
orada olmamasına da son hızla çalışır devlet ve sermaye.
“Birkaç temel sorunun
ardından ‘karşı taraf’ meselesini açınca, her şeyi toparlayan o cümleyi
söylüyor bir kadın görevli: ‘Takdir edersiniz ki bir milyon dolar veren hiç kimse
bu manzaraya bakmak istemez. O kısım çözülecek.’ İster mi?” (Öğünç, s.131)
Bomonti |
Hakan Bıçakçı da “Mağaza Devri”nde güzelce anlatıyor bu durumun bir başka versiyonunu. Bir semtin sakini olan öykünün başkarakteri, mutenalaştırma (gentrification) süreciyle öykünün sonunda, o semtte daha fazla kalamadığı için başka yere yerleşmiş, o semtteki lüks restoranda garsonluk
yapmış ancak iş dönüşü o semtteki lüks mağazadan istediği şeyi bile alacak bir
haftalığa sahip olamamıştır. Semt ismi verilmese de aslında klasik bir Cihangir
öyküsü olarak da adlandırabiliriz. Birkaç sene sonra kuvvetle muhtemel bir Tarlabaşı
hikâyesi de olacaktır diye düşünüyorum.
Yeni Tarlabaşı, gelecektir, berekettir, tarihtir, umuttur... ? |
Aslında hem kentsel dönüşümün özünde hem de kitabın içeriğinde, bunun gibi
işaret edilecek çok fazla sosyal ve de ekolojik olgu var. Ve bahsedebildiğimden çok daha fazla
yazar ve yazı var kitapta... Hepsine değinmem imkansız... Bu konunun sosyal hatlarına değinmeye çalışırken de, çevresel kısmını göz ardı ettiğim sanılmasın... Üçüncü köprü, üçüncü havalimanı, 1453 gibi projelerin yarattığı çevre tahribatının bence ayrıca bir yazıyla uzun uzadıya tartışılması gerekiyor. Ama meselenin hem ekolojik hem sosyolojik olguları Haydar Ergülenli bir bitişi hakediyor:
“Unutmak mı, hayır, asla! İstanbul sana yapılanları unutma!” (Tebdil-i Mekanda İktidar Vardır: Devrim,
Direniş, Taksim, s.214.)
Kesmedi değil mi?
Hadi o zaman… Youtube yasaklanmadan...
0 yorum :
Yorum Gönder