20 Nisan, 2014



Görünmez Canavarlar

Dikkat: Bu yazı ciddi miktarda kişisellik içerir!



Bazı kitaplarla kendiniz tanışırsınız, bazı kitaplarla ise tanıştırılırsınız. Ben bu kitapla tanıştırıldım. "Dövüş Kulübü"nü izledikten bir kaç yıl sonraydı. Acımasız bir sarının hakim olduğu karanlık koridorlu bir hastane.. Yüksek, küçük ve parmaklıklı bir oda... Korkak, kendinin farkında olmayan, hayata küs, varoluşuyla sorunları olan ben. Ve çok şey borçlu olduğumu sonradan fark edeceğim bir adam, masanın iki yanında oturmuşuz. Beni "iyileştirmeye" çalışıyoruz. Bana terapi kitabı olarak iki kitap öneriyor; "Görünmez Canavarlar" ve "Yüzyıllık Yalnızlık". 
İlk kitabı bulmak o dönemde hiç de kolay olmamıştı, Taksim'de bir çok kitapçıya uğramış olmama rağmen kimsede yoktu. Sonrasında bir şekilde bulmayı başardığımda kitabın kapağı biraz 'garip' geldi. Her zaman yaptığım gibi hemen kitabın sonunu okuyarak 'kitabın sonunda ne oluyor?' merakından kendimi kurtarmak istedim ama başa döndüğümde okuduğum son bana hiç bir şey ifade etmedi. Çünkü Görünmez Canavarlar daha önce okuduğum hiç bir kitabın kurgusuna benzemiyordu. Romanı okumayı bitirdiğimde biliyordum ki, bu kitap bir başucu kitabıydı. Ve o kesinlikle haklıydı, Görünmez Canavarlar bir terapi kitabıydı. 

Şimdi asıl sorun şu ki, bu kitabın -her ne kadar Ayrıntı Yayınları kitabın arka kapağında kendince bir özet yapmışsa da- bir özetinin yapılması ya da hikayesinden kısaca bahsedilmesi 'spoiler' içermeden yapılamaz. Şahsen ben ne kadar çok ön bilgi ile kitaba başlarsam o kitaptan o kadar zevk alıyor olsam da; pek çok kişi için bu ön bilgilendirme hoş bir şey olmayabiliyor. Bu sebeple size altını çizdiklerim üzerinden kişisel hesaplaşmamı sunuyorum.





"Bana sempati ver"
Flaş
"Bana acımasız dürüstlük ver"
Flaş
"Bana varoluşçu can sıkıntısı ver"
Flaş
"Bana başa çıkma mekanizması olarak başıboş entelektüalizm ver"
Flaş
"Bana bir mola ver"





Romanda bunlara benzer pek çok cümle ile karşılaşabilirsiniz. En başta moda çekimlerinin atmosferini yansıtsa da sonra kitabın içinde ilerlemeye devam ettiğinizde  bu cümle ile karşılaşırsınız: "... izleyici olmadan histeri krizi geçirmek imkansızdır. İnsanın kendi başına paniğe kapılması, boş bir odada kendi kendine gülme krizine tutulmasıyla aynıdır. İnsan kendini gerçekten aptal hisseder." Her anımızın rollerimizle çevrili olduğu gerçeği artık daha serttir. İnsanlar üstünüze geldiğinde "Bana sabır ver" dersiniz, mutsuzluktan nefes alamazken "Bana cehalet ver" dersiniz. Seyircilerinize kendiniz olarak görünmek ya da rolünüze devam etmek arasında seçim yapmanız gerekir!

Bazen kitapta da denildiği gibi "algınız sıçar" Geçmişte başınıza gelen şeyler, büyümüş olmanıza, daha güçlü olmanıza, artık farkında olmanıza rağmen peşinizi bırakmaz. Sizi yormaya, hırpalamaya, hayatla aranızdaki o incecik bağı kopma noktasına getirmeye devam eder. Geçmiş, sırf sizin için hala geçmemiş olduğundan ölmek istersiniz. Ölümden türlü sebeplerle korksanız da, bedeninizde kalıp devam etmek ihtimali daha korkunç gelir. İşte bu noktada söze giren muhteşem kraliçe Brandy Alexander size yol gösterir: "Şimdi, az önce yaptığın gibi bana bütün hikayeni anlatacaksın. Hepsini yazacaksın. Bana hikayeni tekrar tekrar anlatacaksın. Bana bütün gece yürek parçalayıcı boktan hikayeni anlat. Anlattığın şeyin sadece bir hikaye olduğunu anlayacaksın. Ve aynı şeyleri bir daha yaşamayacağını. Anlattığın hikayenin sadece kelimelerden ibaret olduğunun farkına vardığında, geçmişini bir kağıt gibi buruşturup çöpe atabildiğinde, işte o zaman kim olacağına karar vereceğiz"  Yüce kraliçe haklıdır. Sizi o hale getiren ne yaşamışsanız anlatmanız gerek. En başta kanırtarak, acıtarak, kanatarak... Sonra sıkılarak, anlamsız bularak... Aynı kelime arka arkaya söylediğinizde anlamını kaybetmesi gibi, geçmişin anlamını elinden alıp içini boşaltmanız lazım! Kendini yeniden üretecek o iktidarı geçmişten aldıktan sonra o acı geçmiş "sabah uyandım, kahve içip dışarı çıktım" cümlesinde olduğu kadar "normal" olacaktır. O anılar artık güçsüz! Ve siz özgürsünüz! Ama bunun için sizi dinleyen birine ihtiyacınız var, onlarsız olmaz!

Sonra hayatınızda temizliğe başlamanız gerekir. Size "hafta sonu tatilinde ne yaptıklarını sormalarının tek sebebi kendi hafta sonu tatilini anlatma isteği olan" insanlardan kurtulmanız gerek. Sizi sadece kendini anlatma sırasının gelmesini bekleyerek dinleyen insanlardan arınmalısınız. Sizi cesaretlendirmek yerine karışık kafanıza daha çok soru sokan, siz basite indirgenmiş bir çözüm ararken sizi karmaşık yollara iten insanlardan arınmanız gerek. Bunu bir kez denedikten sonra hiç bir şey kaybetmediğinizi hatta hafiflediğinizi hissedeceksiniz.

Sonraki aşamada, takıntılarınızdan kurtulun. Brandy Alexander'a dönelim ve ne diyor dinleyelim: "Tatlım, bu gibi zamanlarda kendini, bir koltuk veya bir gazete gibi, bir sürü insan tarafından yapılmış ama sonsuza dek sürmeyecek herhangi bir şey olarak düşünmek çok iyi gelebilir." Düşünüyorum; basit ve net, kafa karışıklığına mahal bırakmıyor. Toplumun dayattığı ve olmamızı söylediği şeylerin bizi mahvetmesine izin vermiyor. Her ne kadar varoluşçu bakış açısının insana yüklediği sorumluluk anlayışından uzak olsa da, rahatlatıyor. Bazen hepimizin ihtiyacı olan ergen bakış açısına dönmemizi sağlıyor. "Sen de en az bir araba kadar ürünsün. Bir ürünün, ürününün, ürünü. Araba dizayn eden adamlar da birer ürün. Senin ailen bir ürün. Onların ailesi de birer üründü. Öğretmenlerin, ürün. Kilisedeki papaz, başka bir ürün." Sonra devam ediyor ve vurucu cümle dudaklarından dökülüyor; "Programlı bir bilgisayar kadar özgür davranabilirsin. Bir dolar banknotu kadar biriciksin." Yıllarca size dikte edilen her şeyin farkına varıyorsunuz. İçinde yaşadığımız çağın iki yüzlü "biriciklik" anlayışı artık size komik geliyor. Güzel olmak zorunda değilim, akıllı olmak zorunda değilim, kendi
mi size sevdirmek zorunda değilim, beni sevmeniz için eğilip bükülmek "bir başkası olmaya" çalışmak zorunda değilim. Önce kendimi sevmeliyim, olduğum gibi, ne kadarım kendimse oradan başlayarak.

Son aşama; kendinizden yeni bir 'ben' çıkarma! Önce "istediğimiz her şeyi, istemeye eğitildiğimiz için istiyoruz." dan yola çıkarak istemeye eğitildiğimiz her şeyden kendimizi soyutlamaya çalışalım. Fenomenoloji yöntemini kullanarak 'salt öz"ümüze ulaşmaya çalışalım. Orada ne var? Ben yöntemimle çelişecek de olsa kitaptan gitmeye devam ediyorum; "Etiketlerin dışında bir şey istiyorum. Tüm hayatımın tek kelimeyle anlatılabilmesini istemiyorum. Bir hikayeden ibaret olmasını. Bilinmeyen bir şey bulmak istiyorum, haritada olmayan bir yer gibi. Gerçek bir macera istiyorum." Bu kararı vermek kolay olmuyor, biliyorum. Ama ben aramaya inananlardanım, hala arıyorum ve belki hiç bir şey bulamadan öleceğim bunu da biliyorum. Yine de aramak beni canlı kılıyor. 

Başta da belirttiğim gibi bu yazı fazlasıyla kişisellik içerdi. Benim için manevi değeri yüksek bir romanı ve bu romanı ilk okuduğum günlerimi hatırlamak ve yüzleşmek zor oldu. Yapmam gerekmiyordu, yapmak istediğim için yaptım. Kendimi kesip açtım, dikip kapattım. Hayatla sorunuz olduğunda okumanızı tavsiye edeceğim bir kitap bu. Chuck Palahniuk'un yayınevleri tarafından reddedilen -Dövüş Kulübü'nden önce yazılmış- kitabı. Sert, acımasız, eleştirel ama yargılamayan, kalbinizi kırmayan hatta kırılmış kalbinizi nasıl onaracağınızı anlatan bir roman. Ve bonus olarak son bir alıntı; 

"Evie'den nefret etmemin önemli sebeplerinden birinin onun boş, aptal ve zavallı olması olduğunu fark ediyorum. Ama en çok da bana çok benziyor olmasından nefret ediyorum. Aslında ben kendimden nefret ediyorum ve dolayısıyla hemen hemen herkesten de nefret ediyorum."

                                       






0 yorum :

Yorum Gönder