26 Nisan, 2014



13 Kasım 1918 günü başlamıştı işgal. Henüz ne kağıda dökülmüş ne de bu tarihten birkaç gün önce, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nda dile getirilmişti oysaki İstanbul’un başına gelecek olanlar. Aksine bir de bu antlaşma sırasında İtilaf Devletleri’nin İstanbul’da askeri gücünün olmayacağına dair bir söz verdiğini biliyoruz.

Aslına bakılırsa o zamana kadar eşi benzeri görülmemiş Avrupa merkezli bu küresel savaşın “galipleri” olarak İtilaf Devletleri’nin İstanbul işgali için kendilerine göre “haklı gerekçeleri” zaten hazırdı.

O gün Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’a gelen işgal güçleri, 55 gemiden oluşan deniz filosunu Haydarpaşa önünde demirlemişti. Ardından fiiliyatta eski İstanbul’un Fransız,  Pera, Galata ve Şişli’nin İngiliz ve Üsküdar’ın da İtalyan askerlerinin kontrolü altında bulunduğu bambaşka bir İstanbul dönemi başlamıştı. Bundan yaklaşık iki yıl sonra, 16 Mart 1920’de Müttefik Yüksek Konseyi tarafından alınan bir kararla bu fiiliyat bir “resmiyet” kazanacak, böylelikle işgal güçlerinin yetkileri arttırılacak ve İstanbul’un işgalinde yeni bir döneme girilecekti. (İstanbul’daki işgal, 6 Ekim 1923’de işgal askerlerinin tamamen İstanbul’u terk etmesiyle sona ermiştir.)

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, kendine göre toplumsal anlamda yozlaşmış, alafrangalığa özenen monden (sosyete) hayatların hüküm sürdüğü, bir tarafta işgalcilerin, bir tarafta da işbirlikçilerin bulunduğu bir zümrenin hayatına adeta okuyucuyu dahil ederek anlattığı işte bu işgal İstanbul’unu, Tevrat’ta adı geçen, Tanrı’nın gazabına uğramış Sodom ve Gomore kentlerine benzetiyor. Bu vesileyle, Türk edebiyatında benzer dönemde yazılan edebi eserlerde – ve hatta Karaosmanoğlu’nun diğer eserlerinde de- görüldüğü üzere, Yakup Kadri bir kere daha “milli kültür” ve Batı etkisine dair duyulan endişeleri sıklıkla dile getirmiş oluyor. 

Aslında 1928 senesinde yayımlanan bu romanı okurken, bu romanın, İstanbul’un işgal dönemini ve çılgın yirmiler olarak da geçen -kentli, modern bir kültürün baskın olduğu- caz çağını yaşayan bir yazarın kaleminden çıktığının farkında olmak gerekir. Ve yine bu kitabı okurken, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinin siyasal, ekonomik ve toplumsal belirsizliğine dair endişeler taşıyan, Mütareke döneminde ve sonrasında siyasette aktif bir şekilde yer almış, Yusuf Akçura ve Halide Edip Adıvar’ın da içinde bulunduğu, I. Dünya Savaşı’nın Anadolu’da yarattığı yıkımları incelemek ve raporlamak için kurulan Tetkik-i Mezalim Komisyonu’nda görevlendirilmiş bir yazarın bakış açısının bu kitabın anlatısına ne kadar hakim olduğunu göz ardı edemeyiz.

Belki burada Tetkik-i Mezalim Komisyonu’nun çalışmaları sırasında Halide Edip’le aralarında geçen bir konuşmayı da hatırlamak gerekir yeniden. Halide Edip’in, Ateşten Gömlek isimli romanının önsözünde kitabın isim babasına, Yakup Kadri’ye ithafen yazmış olduğu yazıdan öğrendiğimiz kadarıyla, Anadolu’nun o dönemde içinde bulunduğu durumu işaret ederek -ve bu kitabında da yine bir atıfta bulunduğu- bir “Ateşten Gömlek” tanımlamasını yapıyor Yakup Kadri. Bu tanımlamada idealize edilen bir Anadolu imgesi ve burada henüz söylenmemiş olsa da onun tam karşısında konumlandırdığı yozlaşmayı simgeleyen İstanbul yer alır. Aynen bu romanında gördüğümüz gibi, Yakup Kadri’nin anlatılarında bir “nereye gitsek bir ateşten gömleğe dönen derimizle beraber götürürüz” diyerek ruh halini tasvir ettiği Anadolu insanı vardır bir de zevk ve sefahat düşkünlüğünün hüküm sürdüğü, Anadolu’dan bihaber bir İstanbul hayatı.

Bütün bunların ötesinde, bu kitabı, İstanbul’un monden hayatına karşı önyargılarla dolu, Yakup Kadri’nin, ahlaki değerler açısından bu hayatı sorguladığı ve doğu-batı sorununu kadınsılık-erkeksilik ikiliği üzerinden inşa ettiği anlatım tarzından bağımsız bir şekilde düşünürsek aslında işgal İstanbul’unun çok merak edilen bir dönemine tanıklık ederken bulabiliriz kendimizi.

            İstanbul sosyetesinden Leyla İngilizlere karşı büyük bir düşmanlık besleyen, eğitimini Fransa ve Almanya’da tamamlamış dayısının oğlu Necdet’le nişanlıdır. Fakat aynı zamanda dönemin sosyetesinin bilinen simalarından, her kadının hayran olduğu bir İngiliz asker, Captain Gerald Jackson Read de Leyla’nın ilgisini cezbetmektedir ve kısa sürede bu ikili arasında yakın bir ilişki başlar. Leyla, İstanbul’un sosyete alemlerinde bu İngiliz askerle birlikte boy gösterir. Bu süreçte Necdet ise Leyla’yı kıskanmakta ve yeniden kendisiyle beraber olmasını istemektedir. Fakat Leyla bu gösterişli ve eğlenceli hayattan kolay kolay kopamaz. Böylelikle Leyla’nın hikayesi aracılığıyla biz de işgal İstanbul’unun sosyete alemine uzun ve sürükleyici bir yolculuğa çıkarız.

Sodom ve Gomore’de Yakup Kadri, aynı dönemde Anadolu’dan tamamen ayrı gördüğü bir şehri, işgal İstanbul’unu, işgal İstanbul’unun sosyete hayatını ve bu hayatın içindeki ilişkileri uzun uzadıya anlatır bize. Bu kitap bir yandan işgal güçlerinin ve devrimden sonra gelen Rus sığınmacıların şehrin sosyete hayatını nasıl büyük ölçüde şekillendirdiği gösterir. Bir yandan da İstanbul sosyetesinin baş döndürücü bir hızla bu yeni eğlence kültürüne ayak uydurduğundan bahseder ve özellikle işgal askerlerinin bu hayatın vazgeçilmez kahramanları olduğunu söyler.

Eğer siz de Cumhuriyet’in ilanından hemen önce yaşanan bu canlı sosyete hayatını yakından tanımak, bir yanda Rus kadınlara manikür yaptıran erkeklerin bulunduğu, monden flörtlerin yapıldığı, şuh kahkahaların işitildiği, asri kadın modasının, saç şekillerinin sergilendiği sosyete ortamlarını yaşamak, bir yandan da işgal İstanbul’unda bir gece yarısı kendinizi Beyoğlu’ndaki Maksim Bar’da, Rus bir kadın garson tarafından hizmet edilirken bulmak ya da bir partiye katılıp cazband eşliğinde çılgınca dans edip, başka bir partinin açılışında “hip hip hurrah” demek istiyorsanız, Sodom ve Gomore mutlaka okumanız gereken bir roman


0 yorum :

Yorum Gönder