Türk Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ağustos, 2014


Yazıma bir itirafla başlamak istiyorum. Vedat Türkali’nin romanlarını biraz sonra yorum yazacağım kitabını okuyana kadar okumamıştım. Türk Edebiyatı'nın en önemli kalemlerinden birini bu zamana kadar okumamış olmak da benim utancım olarak burada dursun. Aslında kendisinin senaryolarına daha fazla hâkimiz her halde, tanıdık hikâyeler bizim için. Mesela “Fatmagül’ün suçu ne?”

Güzel bir Ege kasabası Selimiye'den

Yalancı Tanıklar Kahvesi, 60’ların sonundan 80 darbesine kadar olan bir zaman aralığında geçiyor. Türkiye tarihine damgasını vurmuş bu dönemde yaşanmış, Maraş ve Çorum katliamları gibi belleklerde yer edinmiş olayları kitabı okurken tekrar hatırlıyorsunuz.


Kitabın ana kahramanı Muhsin, en yakın arkadaşı Salih’in de yönlendirmesiyle sol görüşü destekleyen bir devrimci. Kitabın bölümleri de Muhsin’in hayatında yaşadığı önemli değişikliklere göre ilerliyor. İlk bölümünde - aslında kitabın geneline de hakim olan - Muhsin’in kafa karışıklığına ve ciddi ilişkiye yanaşmayan aşkı Reyhan’la ilişkilerine tanıklık ediyoruz. Salih’in vurulması ve babasının ölmesiyle kişiliğinde yeni çalkantılar yaşayan Muhsin’in memleketine dönüşü ve orada insanlarla olan iletişimi sonucu yaşadığı değişim takip ediyor bu süreci.
Muhsin’in kafa karışıklığı hayatının her yerine yansıyor. Ne politik görüşünde, ne özel hayatında karşı cinsle olan ilişkilerinde bir karara varıp ve bu kararın da arkasında durmak gibi bir duruş sergileyebiliyor. “Kendine bir yol bulman gerek,” önerisine “O yolu göstersene bana” diyerek cevap veren bir karakter. Ağa çocuğu olarak hiçbir maddi sıkıntı çekmemiş ve ailesinin – özellikle de annesinin el altından - gönderdiği paralarla hayatını devam ettirirken Salih ile sınıf tartışmaları yapıyor. Babasının zenginliğinden hoşlanmadığını söylerken bunu köylüye nasıl anlatacağını bilemiyor ve “Güzel de, neyi, nasıl anlatacaktı; bilmiyordu ki. Bu topraklar sizin mi diyecekti!” diye düşünüyor.
Muhsin’in kitap boyunca iletişim içinde olduğu kişiler de farklı politik görüş ve bakış açılarını yansıtıyorlar. Kısaca, küçük bir Türkiye panoraması diyebiliriz. Solcu Salih, her şeyin en doğrusunun kendi düşündüğü gibi olduğunu savunan ve devrimi onların yapması gerektiğini düşünen, bir nevi tutucu diyebileceğimiz bir insan. Nedim Hoca hem kültürel birikimi hem de halkla empati kurabilmesi açısından aklın sesini temsil ediyor kitapta. Sahip olduğu kitapçı Fide de ismiyle de yansıtıldığı gibi özgür ve demokratik düşüncenin aşılandığı  “Ekmek, kitap çalanlara ceza olmaz! Ülkeyi çalıyorlar, kitap çalanla mı uğraşacağız?” ile belirttiği gibi kitap çalınmasına ses çıkarmayan bir yüce gönül. Rüştü ise halkın dinle olan ilişkisini farklı bir gözle yorumlayan ve antikapitalist müslümanlık çizgisinde olan bir dost olarak farklı bir ses. Özellikle Rüştü’nün sözleri entelektüel hezeyanlarımız içindeki bizlere bir tokat gibi çarpıyor bence: “En güçlü inancının karşısına dikileceksin; o da gelecek! Aklın alıyor mu?” “Doğru benim dediklerimdir!” diye kesin yargıyla girdin mi tartışmaya, yerinde sayar durursun! Bu bizim temel eksiğimiz”. Nedim Hoca da bu noktada kendisi “Bu din sorununda biz terse düştük Muhsinciğim. Bir türlü barışamadık bu halkla. Yalnız sen, ben değil, toptan yalnız kaldık! En doğruyu söyledik, kaç kişi geldi yanımıza?” sözleriyle eleştirerek akıl tarafını yeniden öne çıkartıyor. Hocanın her cümlesi bir motto aslında: “Dine karşı din! İslam’ın özünde var. Kureyş’in azgın, soyguncu varsıl egemenlerine karşı kölelerle, yoksullarla kurulmuş İslamiyet.” “Dinsel felsefe tartışmalarına kalkışmayın halkla...Allahlı Allahsız, soygunun değişmediğini gösterin!”
Zevkle okuduğum kitabın en sevdiğim yönü, Türkiye’nin belki de en devinimli siyasi dönemini insani bir bakış açısıyla anlatması. Ülkenin yaşadığı çalkantıyı insanların gözünden okumak dönemi daha iyi anlamamı sağladı. Sadece siyasi görüş değil, Muhsin’in kadınlarla olan ilişkisi de okumayı zevkli hale getiren bir nokta. En sıkıntılı noktalarda bile kadınlara dair iç sesi ve cinsellik ile ilgili düşünceleri kitabın gerçek insani yönü de diyebiliriz aslında. Diğer beğendiğim bir yön ise şimdiki zamanla kurduğum bağlantı. Siyasetin çürümüşlüğü, bireysel alan olan dinin kamusal bir konu haline getirilmesi kendi içimde de sorguladığım ve yanıt bulamadığım konular. Tabi içime sinmeyen noktalar da mevcut. Biri, şive kullanımı. Kitapta Ege şivesi kullanımının çok fazla karikatürize edildiğini düşünüyorum. Muhsin’in köyündeki insanlarla olan diyaloglarının bu zorlama şive nedeniyle bana uzak kaldığını söyleyebilirim. Burada aslında kitap boyunca “Yüzeysel bilgiler, yarım yurum, sığ kafalarıyla koca koca savlara kalkışan ünlü aydınlarlaydı sorunu,”cümlesinde olduğu gibi eleştirilen uzak aydın duruşu sergilenmiş gibime geldi. Muhsin gibi ancak uzaktan bakabiliyoruz insanlara bu yüzden. Çok doğru bir eleştiri yapılırken, eleştirilen şey kitapta tekrar vücut bulmuş.

PS: Kitabın ismi Anadolu’da bir kahveden geliyormuş. Adliye karşısındaki kıraathanede davanın seyrine göre fikir değiştiren ve tanıklık yapan kişiler mevcutmuş. Gerçekliğin yalanla birbirine girdiği bir diğer nokta işte.

PS2: Vedat Türkali'nin resmi adı Abdülkadir Pirhasan. Bu çocukları Deniz Türkali ve Barış Pirhasan'ın neden farklı soyadlarına sahip olduğunu açıklamasıdır. Benim gibi merak edenlere bilgi olarak gelsin :)

16 Ağustos, 2014


“Belki mucizelere inanmak hasta ruhların en iyi ilacıdır; ama mucizelere kanmak kimi zaman ölümcül bir hastalıktır.”

Aslında bir arkadaşıma hediye olarak aldığım, kendisine ulaştıramayınca “bari ben okuyayım” deyip uyutmayacak kadar nemli ve sıcak bir İstanbul gecesinde okumaya başladığım ve başladığım gece bitirdiğim bir kitap oldu Mine Söğüt’ün Beş Sevim Apartmanı adlı romanı. Bugüne kadar Mine Söğüt okumamıştım. Daha doğrusu, "okumam gereken yazarlar" başlıklı bir hayli uzun hayali* listemin içinde bulunup bir türlü okumaya fırsat bulamadığım, Cumhuriyet’teki yazılarını takip ettiğim birisiydi Mine Söğüt. İlk romanı olan Beş Sevim Apartmanı deneyimimden sonra ise diğer kitaplarını da muhakkak okumam gerektiğini düşündüğüm bir yazar oldu benim için.

YKY, Beş Sevim Apartmanı, Rüya Tabirli
Cinperi Yalanları 
Beş Sevim Apartmanı, ya da tam ismiyle Beş Sevim Apartmanı, Rüya Tabirli Cinperi Yalanları, Cihangir’in Pürtelaş Mahallesi’nin “tuhaf” bir apartmanının ve bu binanın içinde yaşadığı düşünülen beş akıl hastası ile yine hasta bir psikiyatristin cinlerle ve perilerle yoğrulmuş bir hikâyesi. Romanların özetini yaparken genellikle oldukça cüretkâr davranmama rağmen, bu yazıda içerikle ilgili internette bulabilecekleriniz dışında fazla bir bilgi vermek istemiyorum; zira bu kitabı merak ede ede okuyacaksınız ve muhtemelen sonunda da bir sürpriz ile karşılaşacaksınız. Burada, “muhtemelen” kelimesini özellikle kullanıyorum çünkü eğer psikolojik rahatsızlıklar ile ilgili bilginiz varsa sonlara doğru sizi bekleyen sonu tahmin edebilme ihtimaliniz var. 

Roman, ana karakterimiz Doktor Samimi’nin yaşam öyküsü ve Beş Sevim Apartmanı’nın geçmişteki hüzünlü ve efsunlu denebilecek hikâyesiyle başlıyor. Küçüklüğünden beri en yakın arkadaşları cinler ve periler olan Doktor Samimi, bu yaratıklarla arası bozulunca onları yok etmek gayesiyle deneyler ve çalışmalar yapmak istiyor. Bu doğrultuda, Beş Sevim Apartmanı’nı satın alıyor ve ortak sorunu cinler ve periler olan beş akıl hastasını hastaneden çıkararak bu apartmanın farklı katlarına yerleştiriyor. Ve sonrasında kitap, bu hastaların kendilerinin kurguladığı yaşam öyküleri, gerçek yaşam öyküleri ve Doktor Samimi’nin tuttuğu günlüklerle ilerliyor. Başlangıçta cinleri ve perileri yok etmeye kararlı olan Samimi, roman ilerledikçe onlar tarafından ele geçirildiği ve onlardan kurtulma olasılığının bulunmadığı noktasına doğru gidiyor.

Örneğin serüvenin başındaki günlüklerde, “Olduğuna inanmadığınız bir şeyi yok edemezsiniz. Ama bir şeyin varlığını zedelemek istiyorsanız ona olan inancı yok ederek işe başlayabilirsiniz," diye cinleri yok edeceğinden emin bir biçimde yazıyorken sonrasında,“Yenilgi. Artık tüm bedenim simsiyah” demeye başlıyor. Ve evde bir yangın çıkıyor…

Kitapta en sevdiğim nokta, beş hastanın cin-peri yalanlarıyla süslü hikâyeleri ile gerçekte var olan hikâyelerinin psikolojik olarak birbirine bağlanması oldu. İnsan psikolojisinin kişinin kendi öz hikâyesini - travmalarla çevrili olsun ya da olmasın - nasıl bir biçimde yeniden yazabileceği konusunun en güzel ve aynı zamanda en hastalıklı örneklerini bu kitapta bulabilirsiniz. Hastalardan biri olan Yusuf’u ele alalım. Gerçek hikâyesinde Yusuf ilgisiz ve zengin ebeveynlerinin dikkatini çekmek için kendisine defalarca zarar veriyor, son kertede akıl hastanesine yatırılacağını öğreniyor; böylece tamamen terkedileceğini düşündüğünden sinirlerine hâkim olamayıp babasının demir ökçeli ayakkabısıyla annesinin kafasına defalarca vurarak onu öldürüyor. Ancak o, kendi yaşam öyküsünü çok farklı anlatıyor. Yusuf’a göre Yusuf, yoksul bir ailede dayak yiyerek büyüyen bir çocuktur, babasıyla ilgili hatırladığı tek şey de kendisine tekme attığı demir ökçeli ayakkabılarıdır. Babası bir gün ölünce, annesi kendisini parasızlıktan- ve tabii istemediğinden- yetimhaneye terk ediyor. Ve Yusuf yetimhaneden kaçarak annesini öldürüyor. Ancak, Yusuf bunu kendi rızasıyla yapmadığını, bunu ona cinler ve perilerin yaptırdığını söylüyor. Kısaca, kitaptaki her kişi kendi tarihini yeniden yazıyor ve bunu yaparken de çeşitli imgeler farklı anlamlar ile her iki hikâyede de kendini gösteriyor. Aynı Yusuf’un anlatısındaki demir ökçeli ayakkabı gibi…

Kitabın bana göre zekice kurgulanmış bu hikâyelerinde iki ortak nokta da göze çarpıyor ki bu iki noktanın - yazar gözünüze sokmasa da - kitabın ana fikri olduğunu düşünüyorum. Birincisi, yalnızlık/eksiklik… Doktorumuz Samimi de dâhil her karakterin en önemli ortak özelliği çocukluk zamanlarından kalma anne-baba eksikliği, anne-baba sevgisizliği ve ilgisizliği, anne-babaya ilişkin travmalar. Doktor Samimi’yi halası büyütmüştür, Yusuf’un anne-babası ilgisizdir, Elif oğlan yerine kız bebek olarak dünyaya geldiğinden babası tarafından kabul görmemiştir, Melike babasını hiç tanımamıştır… Bu yoksunluk durumunun çocuk beden ve zihinlerde açtığı yaralar ise bizi ikinci ortak noktaya götürüyor: cinler ve periler. Her karakter cinler ve periler ile arkadaştır ve hikâyeleri boyunca karakterlerimiz ne zaman kötü bir şey yapacak olsa, bunların cinlerin ve perilerin emri olduğunu söylemektedir. Yani aslında hikâyedeki cinler ve periler, bizim yüzleşmekten kaçındığımız “kendimiz” olmaktadır. Belki bu romanda cinler ve periler çoğu zaman cinayet gibi büyük bir kötülüğün sorumluluğunu alıyor, hasta bir ruhu temsil ediyor. Ancak roman bittiğinde şunu düşünüyorsunuz: Hepimizin yüzleşmekten korktuğu, ortada bir suç olmasa dahi hoşumuza gitmeyeni başkasının hatasıymış gibi göstermekten çekinmediği bir “kendisi” ve hatta “kendileri” yok mudur? Ve zaten öz hikâyemizi de buna göre yeniden oluşturmuyor muyuz?

İnsan hiçbir zaman anlattığı insan değildir ve roman da hiçbir zaman sadece aktardığı olaylardan ibaret değildir. İşte bu sebeple, Mine Söğüt’ün kitabını bitirdiğimde yazarın anlattığı olaydan ziyade ne anlatmaya çalıştığı ile daha çok ilgilendim ve imgeleri uzun uzun düşündüm. Fakat şunu da belirtmek gerekiyor ki imgeler üzerine kafa yorarken kitabın bu başarılı kurgusuyla beyaz perdeye de uyarlanabileceği aklımın bir köşesinden geçti. İnternette zaten böyle bir planın da hâlihazırda var olduğunu gördüm, umarım ortaya iyi bir sonuç çıkar...

Mine Söğüt 
Yazıyı bitirmeden evvel iki önemli meseleyi daha vurgulamak gerekiyor. İlki, kitabın kapağına ilişkin... Karikatürist Bahadır Baruter, ki kendisi aynı zamanda Mine Söğüt’ün eşiymiş, gerçekten çok başarılı bir işe imza atmış. İkincisi ise, yukarıda hiç değinmediğim ama kitaba ismini de veren, olay örgüsünün içine karıştırılmış rüya tabirleri. Bence onlar olmasa da kitap değerinden büyük bir şey kaybetmez, ama olmaları da değişik bir tarz yaratmış denilebilir. En beğendiğimle yazıyı sonlandırayım:

“Rüyasında kendini âşık gören kimse aklını
yitirecek demektir. Rüyada aşk, şuur dünyasının kralıdır.
İçine girdiği ruhu isterse atlıkarıncalarla gezdirir,
isterse dipsiz uçurumların kasvetine düşürür. Nasıl isterse…”


Not: Doğaüstü yaratıklar hakkında Dr. Samimi’ye katılıyorum. Siz onlara inandığınız sürece onlar var oluyorlar. O bakımdan, eğer var edeceksiniz romanı gece okumamanızı tavsiye ederim. 

*Bu listeyi "hayali" olarak nitelemem, okumak istediğim yazar ve kitapların - tıpkı romandaki cinler ve periler gibi - zihnimde bir ortaya çıkıp sonra kaybolması, bazen de çoğalıp azalmasından kaynaklanmaktadır.  


22 Temmuz, 2014


Zamanın Nabzını Tutan Roman: deliduman



Deliduman, Emrah Serbes'in Haziran 2014 içinde çıkan kitabı. Blogumuzda daha önce  Emrah Serbes'in Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi ve Hikayem Paramparça adlı kitaplarına yer vermiştik. Önceki kitaplarına referansla ben Deliduman'ı da merakla bekliyordum. İletişim Yayınları kitap piyasa çıkmadan önce sosyal medya hesapları aracılığıyla kitaptan bazı parçaları okuyucuya sunmuştu. İlk bölümü içeren kısmı okuyunca merakım katlandı. Zira, Gezi hakkında olduğu söylenen kitabın başlangıcından anladığım kadarıyla Gezi'ye bağlanması bana epey zor gelmişti.

Neyse efendim, kitap çıktı ve ben alıp okumaya başladım.Tahmin ettiğimden ve beklediğimden daha kalın bir kitaptı; yaklaşık 350 sayfa kadar. (Beni tanıyanlar bilirler, kalın kitaplar benim gözümü korkutur. Ama neyse ki; psikolojik sınırımın üstünde değildi.) Deliduman, çok hızlı okunan bir kitap.  Kullanılan dil, o kadar aşina olduğumuz bir dil ki, okurken hiç bir zorluk yaşamıyorsunuz. Sayfalar akıp gidiyor, bir de bakmışsınız ki bitivermiş.
Kitap, 18 Mayıs 2013 günü  Çiğdem İyice ve abisi Çağlar İyice'nin bir yetenek yarışmasının ön eleme turunda sıra beklemeleri ile başlayıp 16 Haziran 2013 Pazar sabahı Gezi Parkı yakınlarında son bulmakta. Çağlar ergenlik çağında bir çocuk, hayat felsefesini pek çok yetişkinden daha net ve sağlam bir şekilde oturtmuş. O tarafta ya da diğer tarafta değil, kendi sözleriyle söylemek gerekirse; "olması gereken yerde" olan biri. Onun Gezi Parkı'na geliş hikayesi ise bizimkinden farklı. Çağlar, Gezi'ye kardeşini aramak için gidiyor.Bu açıdan bakıldığında Çağlar'ın durumu görece daha tarafsız ve yönelttiği eleştiriler de daha dikkate değer oluyor.
 
Romana ilişkin fazlaca ön bilgi vermemek için detaylara girmeden yazacağım kitap hakkındaki fikirlerimi. Öncelikle belirtmek isterim ki, ben bu romanı sevdim. Emrah Serbes'in önceki romanlarından daha canlı ve hareketli bir atmosfer var bu romanda. Gündelik hayat içinde karşılaştığımız ve hepimizin bir şekilde eleştirdiği pek çok olay, durum ve konu bu romanda yer alıyor. Televizyonlardaki yetenek yarışmalarından, evlilik programlarına, sevgiden aşka, dayatılan güzellik algısının yarattığı hasarlara, sosyal medya araçlarına, teknolojinin hayatımızdaki yerine, kentsel dönüşümden ranta, kadrolaşmaya, rüşvete ve yalana kadar pek çok şey kitapta var. Bu noktada dikkat çeken ve önem kazanan kısım ise; dil oluyor çünkü Serbes tüm bu eleştirileri Çağlar aracılığıyla bize aktarıyor. Ve doğal olarak  romanı, bir öğretmen edasından ya da akademik jargonla bezeli bir metinin mesafesinden kurtararak; renkli, esprili ve kolay anlaşılır hale getiriyor.
Romanı ele alırken iki kısma ayırmamız mümkün ilki, Çağlar ve kız kardeşinin Gezi'ye gelmeden önceki hayatlarına dair kısım, diğer ise; Gezi'ye geldikten sonraki kısım. Gezi öncesi bölümlerde yukarıda saydığım güzellik algısı, yetenek yarışmaları, sosyal medyanın hayatımızdaki yeri ve önemi, kentsel dönüşüm ve rant, adam kayırmacılık üstüne. Çok yerinde tespitler ve eleştiriler sunulmuş. Özellikle iki çürük domates bölümünü okurken hem eğleniyorsunuz hem de dönüp kendinize de bir bakma ihtiyacı hissediyorsunuz. 

"baktın manavlık seni kepaze ediyor, çünkü domates tartarken araya iki tane çürük domates sokuşturmadan edemiyorsun, o zaman neden böyle bir şey yapıyorum diye sormalısın kendine. derin bir nefes alıp o iki tane kodumun çürük domatesini araya sıkıştırmadan niçin duramadığını düşünmelisin. o iki tane çürük domatesi araya sokuşturamayınca kendini çok mu çaresiz hissediyorsun? uykuların mı kaçıyor, boğulacak gibi mi oluyorsun, tükenmişlik sendromuna mı giriyorsun o iki tane çürük domates araya sokuşmayınca? bütün dünyayı önüne de serseler o iki tane çürük domatesi araya sokuşturamadıktan sonra bir anlamı yok mu? "

Gezi ile ilgili ikinci bölüme geldiğinizde bambaşka duygular uyanmaya başlıyor içinizde. Ben 2013 Haziranında Gezi'de olanlardan biri olarak o kısımları okurken tarafsız davranamadım. Çok canlı bir anlatım vardı ve anlatının içinde bahsi geçen her yere adeta yeniden gittim, o hissi, atmosferi teneffüs ettim. Gözlerim doldu okurken, hüzünlendim. Her ne kadar Çağlar'ın, ilk etapta Gezi'de bulunmasının sebebi kız kardeşini aramak da olsa sonradan, orada yaşadıklarıyla ortama adapte olması metne bambaşka bir ruh katıyor. Ama belirtmek isterim ki, Deliduman Gezi'yi kutsayıp dokunulmazlaştıran bir roman değil; aksayan, eksik, kendi içindeki çelişkileriyle ortaya koymayı deneyen bir roman. Hele ki yaşananlar hala bu kadar taze ve demlenmemişken, Emrah Serbes'in Gezi sürecindeki duruşu da göz önüne alındığında, romanın kurgusunun ve anlatımının ne kadar başarılı olduğu daha açık görülebiliyor. Yine de temkinli yaklaşarak herkes tarafından sevilerek bir çırpıda okunabileceğini iddia etmiyorum. Bunun kendimce nedeni ise, Çağlar! Romanı okurken fark ettiğim ve bitirdikten sonra iyice anladığım şey şu oldu; Çağlar'ı bir roman kahramanı olarak ne kadar çok sevsem de, gerçek hayatta kolay kolay arkadaş olmayı başarabileceğim biri değil kendisi. Bunu bir de Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı okurken Holden için hissetmiştim. (Sanırım benim hayata bakışımdaki kaoslarla, onların hayata yalın bakışları arasındaki farktan kaynaklanıyor bu. )Yoksa ikisi de çok iyi çocuklar. ( Tabii bir de o kadar çok küfretmeseler daha güzel olur ama ne yapalım.)
 
Daha fazla dağılmadan yazıma son vermenin vakti geldi sanırım. Deliduman, Gezi'yi özleyenlerin okuması gereken bir roman. Akıcılık, dil, kurgu, hikaye anlamında bence Emrah Serbes'in diğer romanlarına kıyasla daha renkli, hareketli ve umutlu. Okuyunuz efendim, pişman olacağınızı sanmıyorum.



























































































































19 Temmuz, 2014


Rüzgara Karşı Yarım Yüzyıl Sosyal Kalkınma


Sevgili okuyucular, daha önce sizlerle Kalkınma Atölyesi'nin Kalkınmaya Katkı Verenler Gençlerle Buluşuyor, Gençler Sosyal Kalkınmaya Katılıyor adlı projesini paylaşmıştım. Bu proje kapsamında hazırlanan Carel Zwollo kitabı hakkında bilgi vermiştim. Bu projenin ikinci kitabı olan sevgili Ayşe Kudat'ın hayat hikayesinin de hazır olduğunu sizlere iletmek isterim. Sevgili Kalkınma gönüllüleri kalkınmaya olan katkınızı Kalkınmaya Katkı Verenler Fonu'na yapacağınız maddi desteklerle devam ettirebilirsiniz. Ben bu haftaki yazımda Ayşe Kudatla yaptığım röportajı sizlerle paylaşıyorum. Sayın Ayşe Kudata bana kendisiyle röportaj yapma imkanı sağladığı için çok teşekkür ediyorum. Kendisinin hayat hikayesinden çok etkilendiğimi ayrıca belirtmek istiyorum. Sizlere iyi okumalar!

Sosyal kalkınma nedir? Birey olarak kalkınmaya nasıl katkı verilir?
Sosyal kalkınma gelir,yaşam koşulları ve fırsat eşitsizliğinin azaltılması ve ortadan kaldırılması anlamına gelir. Sosyal kalkınma, devlet yatırımlarından ve politikalarından yoksulların ve mağdur sosyal grupların yararlanabilmesinin sağlanmasıyla ilgilidir. 

Birey olarak kalkınmaya sunacağımız katkı bilgimiz, mesleğimiz ve becerilerimiz çerçevesinde oluşur. Farklı bilgi, beceri ve donanıma sahip insanlar farklı katkılar yapabilirler. Bilim insanları sosyal kalkınmaya farklı açılardan katkı sağlayabilir. Örneğin Kalkınma Atölyesi’nde çalışan hukukçular, tarımcılar, işadamları farklı katkılar verebilirler. İşadamları ücretleri adil olarak
düzenleyerek sosyal kalkınmaya katkı sağlayabilir. En basit olarak insanlar gönüllü olarak sosyal kalkınmaya katkı sağlayabilir. Gönüllü olarak sivil toplum kuruluşlarında çalışabilirler. Bireyin neye inandığı önemli. Sosyal adalet kavramını benimsemiş olanların davranışları ve savundukları dünya görüşü onların sosyal kalkınmaya katkılarını biçimlendirir. Gençler dünya görüşlerini doğru şekilde düzenleyip, yoksulun yanında olmayı amaçlayabilirler. Gençlerin sosyal adaletsizliğin aza indirilmesi konusunda çalışabileceklerini düşünüyorum. Formasyonları doğruysa zaten doğru şeyi yapacaklardır.
Sosyal adalet kavramını benimsemiş olanların davranışları ve savundukları dünya görüşü onların sosyal kalkınmaya katkılarını biçimlendirir.
Kalkınmanın çarpan etkisi (bölgeselin ülkeye, ülkenin diğer ülkelere ve tüm dünyaya) nedir?
Kalkınmanın çarpan etkisi (that development will trickle down) olduğu görüşünü kabullenmiyorum. Bu görüşün yanlış olduğu kanaatindeyim. Kanıtlar bunu doğrulamıyor. “Sermayedarın kazancı er geç yoksulu da kalkındırır,” görüşü kapitalist düzeni desteklemek için uydurulmuş bir hikâyedir. Bu nedenle de örneğin ABD’de gelir eşitsizlikleri her yıl artmış ve günümüzde şirketleri yönetenlerle işçiler arasındaki gelir farkları binlerce kez artmıştır. Sosyal kalkınma zenginleri ve sermayedarı daha da zenginleştirerek, iş verenin önü sürekli açılarak sağlanamaz. Sağlanmamıştır.

Gençlerin önümüzdeki 10 yılda ilgilenmesi gereken konular, alanlar neler olmalıdır?
Sosyal adalet olmalıdır. Demokratik hakların gerçek anlamda oluşturulması olmalıdır. Terörizmin bir taraftan sosyal eşitsizlikten diğer taraftan da sermayenin, silah üreticilerinin, uyuşturucu kaçakçılarının kazançlarını zirveye ulaştırmak amacı ile arttığına eminim. Ortadoğu ülkelerindeki erkek işsizliği, korkunç büyük bir işsizler ordusunun  patlayacağı belliydi. Kimse bununla ilgilenmedi. Son derece kötü bir durumdayız. Silah kaçakçıları, silah üreticilerinin elinde kalmış durumdayız. Büyük silah üreticisi ülkeler bunu desteklemekte. Ayrıca, İsrail’in rahatlığı için Arap ülkelerinin paramparça olmasında da yarar olduğundan, zirveye varan bilge huzursuzluğunun kontrol altına alınması giderek imkânsız hale gelmektedir. Bu alanda birşeyler yapabileceğimizi düşünmüyorum.
Çalışma yaşamına atılan insanlar kendi becerileri çerçevesinde pek çok olumlu sosyal kalkınma hizmeti verebilir. Örneğin mühendislik odalarının, elektrik odalarının yaptığı çok olumlu işler var. Ticaret ve Sanayi Odaları, tarım ve hayvancılık konusundaki odalar, çevre veya eğitim konusunda çalışan STK’lar ülkemizde sosyal kalkınmaya büyük katkı vermekteler. Gençlerin bu kurumların yaptıklarını, yazdıklarını çok daha yakından izlemeleri önemlidir. Ülkemizde sosyal haklar ve fırsat eşitsizlikleri son derece hızla kaybolmakta. Oysa gençlerin ve sosyal bilimcilerimizin bu konulara yeterli biçimde eğilmediklerini görüyorum. Örneğin büyük bir mülksüzleştirme sürecinden geçiyoruz. Yoksullar şehir içlerinden, değerlenebilecek yerlerden kentsel gelişim, deprem önleme ve benzeri mazaretlerle evlerinden atılıyorlar. Bu alanda daha çok akademik çalışma yapılabilir.

Gençlerin küresel ölçekte sosyal kalkınma çalışmalarına katılımı için neler önerebilirsiniz?
Küresel konulara eğilebilmek için dil yetenekleri önemli. Dağılmadan belli konulara eğilmeleri ve üstünde çalışmak istedikleri sorunları bir an önce belirliyerek, konuları derinlemesine, yüzeysel kalmadan anlamaları da önemli. Gençler ilgilendiği konuyla ilgili çok okumalı, çok düşünmeli. Artık günümüzde internet devrimi var. Gençlerin her türlü bilgiye erişme olanakları var. Bizim zamanımızda bu yoktu. Kitap ve devlet radyosu vardı. İnternet başında edinilen bilgiyle, katılımcı bir ortamda edinilen deneyim ve verilen katkı çok farklı.

Emekli olduktan sonra neler yapmak istiyorsunuz? 
Emekli olduktan sonra kitap yazmak istiyorum. Meninist bir platform düzenlemek istiyorum. Son kitaplarım o çizgide. Erkek hakları savunucusu olarak tanımladığım meninist görüşü geliştirmek istiyorum. Bunu sosyal medya çerçevesinde geliştirebilirim, ama bu kullanımı becerebilmek için eğitim görmem gerekiyor. Twitterı nasıl kullanabilirim bunu öğrenmek istiyorum. Meninist kavramını 2006’dan bu yana geliştirdim ve bu konuda yayınlarım var. Erkeğin en çok öldürdüğü erkek, erkeğin en çok sövdüğü erkek, tarih boyunca cinsel taarruza uğrayan, gereksiz savaşlarda ölen, inanılmaz sorumluluklar yüklenenler de erkek. Çok uzun yıllar feminist platformda çalıştıktan sonra, şu anda meninist bir platform geliştirmek istiyorum. Birçok farklı konuda da araştırmam var, onları da geliştirmeye çalışacağım.





[i] Ayşe Kudat sosyal değerlendirme, sosyal politika ve eylem planları konusunda tanınmış uluslararası bir uzmandır.

14 Temmuz, 2014


Bazı kitaplar vardır. Sizi şok eder ve her satırıyla yerinize mıhlar. Hele ki bu kitabı ergenliğe adım attığınız yıllarda okumuşsanız ruhunuzda derin izler açar. Pınar Kür’ün “Asılacak Kadın” isimli romanı da benim için bu romanlardan biri. Yaklaşık 20 yıl sonra tekrar okuduğumda etkisini hiç de kaybetmediğini görmek ise dönemler ötesi bir eser olduğuna kanıt.
Pınar Kür, Türk edebiyatının en verimli ve kendine kadının romanını yazmayı şiar etmiş yazarlarından. Son dönemlerde yaptığı yorumlar ve aydın kimliğiyle ilgili tartışmalara burada girmeden yorumum öncesi  “Asılacak Kadın” hakkında kısa bir bilgi vermek gerekirse; ilk kez 1979’da yazılmış olan roman, Müjde Ar’ın başrolünde olduğu bir filme uyarlanmış, hakkında dava açılmış aslında gerçek bir olaydan uyarlanmış bir eser. Romanın ana konusu bir cinayet ancak bir cinayet romanı değil. Katili bulmak değil amaç. Katil belli ama aslında gerçek suçlu herkese göre farklı. Eseri enteresan kılan da bu, asıl suçlunun kişiye ve onun yaşadıklarına göre değişmesi.
Roman bir cinayete dair faklı bakış açılarının olduğu üç kısımdan oluşuyor. Dava zanlılarından, romanın ana karakteri Melek’i idama mahkum eden yargıç Faik İrfan Elverir’in geceyarısı düşünmeleri; Melek’in hücrede düşündükleri ve cinayeti işleyen Yalçın’ın yazdıkları. Kür’ün de tanımıyla “ezen-ezilen-kurtarıcı” üçgeni. Cinayet kurbanı Hüsrev de genel olarak kadınlarla ilişkilerinde tatmin yakalayamamış, o nedenle de Melek’e cinsel sapkınlıkları ile işkence eden hasta bir ruh ve onun hayatına dair yansımalar da romanda bulunuyor.
İlk kısma damgasını vuran yargıç Faik’in ezikliğini duyduğu kurtulamadığı geçmişi ve kadınlarla olan sorunlu ilişkileri. Bir sınıf atlama hikayesi bakış açısı söz konusu. Ona göre kadınlar “Pis. Ne kadar yıkanmış olsa da pis”. Pis kokmak fakirlik ve eziklik göstergesi onun için. Gündelikçi annesiyle başlayan, kendisini aldatan karısıyla yüzleşemeyen ve Melek’te ortaya çıkan bir kirlilik algısıyla bütün kadınları suçlayan ve taraflı bakan bir yargıç Faik. O kadar kendinden emin ki “Pisliğin ta kendisi. Masum olamaz onun gibiler. Bilmez miyim. Aralarında büyüdüm” diyerek önyargı ile Melek’in suçlu olduğuna kesin kanaat getirmiş, sözde adaleti sağlamakla yükümlü bir insan aslında. “Ben erkek kadın ayırt etmem” deyip dava hakkında şerh koyduran kadın hakime gönderme ile hissi karar verdiğinden kadından hakim olmaz diye taraflı bir insan olarak kadınların bütün yaptıkları yanlış ya da belli bir gizli amaca yönelik. Gerçekleri kendine göre çarpıttığından Melek’in sevgilisini kandırarak kocasını öldürttüğünü iddia ederken aslında öldürülen Hüsrev’in sadece zenginliği bile onun kafasında bir üstünlük ve haklılık belirtisi.
İkinci kısımda ise olayın faillerden Melek, eğitiminin elverdiğince kendi şivesiyle aktarıyor yaşananları. Nokta işareti olmadan, bir sürü imla hatasıyla ve şiveyle. Çünkü kendisi, çünkü gerçek. Hüsrev bey’in cinsel sapkınlıklarının etkisiz öznesi.  Hüsrev bey’in tutkuyla bağlandığı Josette’in kötü bir kopyası. Edilgen, ezik ve her türlü muameleye sessizce kabullenmiş, kullanılmış bir kadın. Hiçbir şeyi sorgulamayarak, hiçbir şeye karşı koymayarak kaderini kabullenmiş olması, Türkiye’deki kadına biçilen rolün de bir resmi aslında.
Son kısımda ise kendine kurtarıcı rolü biçmiş Yalçın’ın olaya bakış açısı mevcut. Olayların ana sahnesi yalının bahçıvanın oğlu Yalçın, Galatasaray’da okurken yaşadığı dönüşüm ile sol görüşü benimsemiş bir genç adam. Melek’in hayatını kurtarmayı kendi görevi sayıyor ve karısı Melek’i başka erkeklerle ilişkiye girmeye zorlayan ve bundan zevk alan Hüsrev’i öldürüyor. Solcu bilinci ile “buraya gömülen senin köleliğin” diyerek kendini yüceltiyor. Ancak bunu yaparken “Şimdi düşünüyorum da o ilk anda bana en korkunç gelen Melek’e yapılanlar değil de, bunu birçok kişinin yapabilmesi, birçok kişinin de yapılmasına göz yummasıydı sanırım” demesine rağmen Hüsrev’in çirkin oyunlarına dahil olmaktan da geri durmuyor. Melek’in “Kurtarmasını biliyordu diğerleri gibi çökmeyeydi üstüme” diyerek özetlediği gibi kurtarmaktaki amaç kendinin önemini vurgulamak aslında. Cinayet sonrası düşünürken ve Melek’in sessizliğini de yorumlarken ise aslında aydınlanma yaşıyor ve yaptığımı hatayı şu satırlarla anlatıyor: ”Oysa ben kurtarmaya kalkıştığım için şimdi ölümü bekliyor o. Nasıl da yalan yanlış yaptım her yaptığımı. Yaptık her yaptığımızı.” Melek’e gerçek bir insan değil de bir kavram olarak baktığından o da kötülük yapıyor aslında. Bu kavramı da genelde kadınlara ithaf edilen –babasının da bahçıvan olmasıyla bağlantılı olarak- çiçek türleri ile sembolize ediyor, çünkü o da gerçeklerden uzak bir insan. Ağaçtayken sağ ve beyaz koparılınca solan bir manolya, rüzgarla sürüklenen bir zambak ya da koparılmış ve vazoya konmuş bir gül. Ona göre her halükarda edilgen bir varlık, “.. düşünmezdi. Çünkü baskıya karşı çıkmamak üzere yetiştirilmişti. Bilmiyordu başkaldırabileceğini; baskıyı, zorbalığı yaşamın doğal bir öğesi bellemişti.”
Bütün karakterler, insanın ruhunun evrenselliğini dönemler ötesinde yansıtmasıyla bir başucu eseri aslında. Kitabı tekrar okudukça insan ırkının yaşadıklarından ders almadığını görmek, gerçekten de üzücü. Kitap ile ilgili davada yaptığı savunmada Pınar Kür gerçekten de dönemler üstünde insanlığın kolektif bilincine dair çok güzel bir şey söylemiş: “Düşünce özgürlüğünü bir kavram olarak bile ortadan kaldırmanın en iyi yolu, düşünmeyi bilmeyen kuşaklar yetiştirmektedir.” Keşke herkesin kulağına küpe olsa bu söz.

12 Temmuz, 2014



1921 yılında, Manastır/Bitola yakınlarında bulunan ve bugün Yunanistan sınırlarının içinde olan Florina'da doğmuştu Necati Cumalı... 2 yaşındayken de Türk-Yunan nüfus mübadelesi ile İzmir'e göç etmişti. Yaşı dolayısıyla her ne kadar o günleri hatırlamasa da, mübadil bir ailenin ferdi olarak göçten önce Balkanlar'daki hayatı tekrar tekrar dinlemiş, babasının hikayelerini not etmişti. Bugün bahsedeceğim kitap, Makedonya 1900, Cumalı'nın not ettiği anlatıların baş rolde olduğu bir öykü kitabı... Kimi zaman birbirine bağlı ilerleyen, kimi zaman kişiler ve zamanlar açısından farklılık gösteren, ancak ana temanın hep 20. yüzyıl başlarındaki Makedonya olduğu bu öyküler, aynı zamanda yazara ikinci kez Sait Faik Öykü ödülünü kazandırmakla da ünlü...



Hikayelerin birçoğunun farklı temaları olsa da yazarın ön ya da arka planda işlediği konular hep aynı ve 20. yüzyılın başındaki Makedonya'yı çok başarılı bir biçimde resmediyor: komitacılar, birlikte yaşa(yama)ma, etnik milliyetçilik, korku, göç ve hüsran... Sürekli bir çatışma hali ve ardından gelen yerinden edilme durumu yüzünüze bir tokat şeklinde inmese de içinizde sinsice ilerliyor. Belki her zaman bir çatışmaya denk gelmiyorsunuz ama insanların sürekli bir ölüm korkusu yaşadığını hissediyorsunuz...

Cumalı bu durumu bir öyküsünde çok güzel betimliyor. Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesini Makedonya için büyük bir şok olarak nitelemiyor. Büyük savaş tüm Avrupa'yı birbirine sokmuştu belki ama bu Makedonya için büyük bir kopuşu simgelemiyordu. "Makedonya zaten bitmeyen bir savaş içindeydi, Balkan Savaşı yeni bitmişti ve biz zaten devletler birbirleriyle savaşmasa da savaşıyorduk," diyerek Balkanlar'ın o dönemdeki durumunu güzelce vurguluyor Cumalı. Kitabı Srebrenitsa katliamının yıl dönümünde okuduğum için 1910'lardan 1990'lara bir bölgenin nasıl da aynı kalabileceğini, savaş ve şiddetin Balkanlar'ın kaderi olup olmadığını epey bir sorgulamak zorunda kaldım. Tabii ki net bir yanıta ulaşamadan...

Yalnız, varolan ve bitmeyen bu bölünmüşlük ve savaş halinin eseri sürekli depresif bir havada ilerlemek zorunda bıraktığını iddia edersem kitaba da yazara da haksızlık etmiş olurum. Bu yönüyle aslında kitap hayatın nasıl bir şey olduğunu bize güzelce anımsatıyor. Bazen, hatta çoğu zaman, hayatımızı ciddi ya da basit birçok olumsuzluk içinde devam ettiririz. Ancak bu olumsuzluklar içinde dahi hayatta yaşanası ve gülünesi birçok şey buluruz. Bu bakımdan, bu öyküler tıpkı hayat gibi: kardeşlik, yardımseverlik, aşk, merak ve belki de ikram edilen bir sigara bize hayatta hiçbir şeyin asla ve asla net bir biçimde siyah ya da beyaz şeklinde ikiye ayrılamayacağını, ikisinin birlikte var olmaya devam edeceğini gösteriyor. 

Makedonya 1900'de sevdiğim bir başka şey de, kitabın gerçekçi olmak gibi bir iddiaya sahip olmamasına rağmen, tarihsel bilgi ile çatışmaması ve bir iki öykü dışında geçmiş günlerin romantize edilmeden anlatılması oldu. Gerçek hayattan esinlenilmiş olmasından mıdır yoksa yazarın bir tarih araştırması yapmış olmasından mıdır bilinmez,  örneğin, 2. Meşrutiyet'in ilanının Florina'da nasıl karşılandığı tarihçilerin bildiğinden farklı değil. Aynı şekilde, devrimin getirdiği umudun var olan toplumsal ayrışmayı yenmeye yetmediği de küçük bir Makedon/Yunan kasabası üzerinden güzelce anlatılıyor... Eğer tarihe ilgiliyseniz, bu kitap size sorular da sordurabilir. Örneğin bana şunu sordurdu: Balkan Savaşları'ndan sonra İmparatorluk'tan kopan yerlerdeki yönetimsel ve bürokratik değişim ne ölçüde gerçekleşti ve bunun kırsala yansıması ne oldu? Bilen arkadaşların yorumlarını bekliyorum zira örneğin iltizamın devamlılığı gibi bir durum hissettim ben...

Yazıyı bitirmeden önce şunu da belirtmek isterim ki, Makedonya 1900'ü okurken, sürekli bir biçimde Elveda Rumeli'yi anımsadım. Bir esinlenme olmuş mudur açıkçası bir bilgiye ulaşamadım ancak eserin içindeki "Dila Hanım" öyküsünü okurken Kadir İnanır ve Türkan Şoray'ın oynadığı Dila Hanım filminin bu kitaptaki öyküden uyarlandığını fark ettim. Daha sonra bitmez tükenmez dramseverliğimizin öyküyü bir de tv dizisi yaptığını gördüm ki bir bölümü bir buçuk saat çekilen dizilerimizin 50 küsür bölümde 20 sayfalık öyküyü nasıl aktardığını da merak etmedim değil... Bir Yaprak Dökümü hadisesiyle karşılaşmış olmamız oldukça muhtemel... 

Merak edenler için Kadir İnanır ve Türkan Şoray'lı Dila Hanım ile bitirmiş olalım...






06 Temmuz, 2014

"Ölesiye yalnız, ölesiye mesudum. İçim kalabalık çekiyor. İnsanlar çekiyor. (...) Seyahatler çekiyor içim." - Yandan Çarklı isimli öyküden


Son Kuşlar ilk kez 1952 yılında Varlık Yayınları tarafından basılmış. İş Bankası Yayınlarından okuduğum versiyonunda, içindeki 19 öyküye ek olarak, sonunda bir de Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "Sait'ten Hatıralar"ı yer alıyor. Bedri Rahmi diyor ki: "Canım Sait! Hayatımda en çok iftihar edeceğim şeylerden biri de bu olacak: Okuduğum yazıların en güzellerinden birisinin kapı komşusu olmak."

Bu öyküleri 'yazmasaymış deli olacakmış' Sait Faik. İyi ki de yazmış. Ada ve deniz havasının eksik olmadığı bu kitapta kullandığı dolambaçsız diliyle, yalın cümleleriyle bize anlattığı o kadar çok şey var ki...

Son Kuşlar benim de okuduğum hikayelerin en güzellerinden biri oldu. Sait Faik'in, daha 1952 yılında, sanki bugünü gördüğünü ve başımıza gelecekleri çok önceden yazdığını görüyoruz. Ağacı, yeşili, kuşları ve güzel olan her şeyi yok etme eğilimimizin bir süre sonra bizi getireceği noktayı, geleceği görmüşcesine tespit etmiş Sait Faik bu öyküde.

"Kuşları boğdular. Çimenleri söktüler. Yollar çamur içinde kaldı." diyor ve yüzümüze tokat gibi vuran, ne kadar haklı olduğunu bugün çok net gördüğümüz cümleleri sıralıyor: "Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde  güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi."

Biz çocukların 31 Mayıs 2013'te başlayan ve haziran boyu süren tüm mücadelesi de bu yüzden değil miydi? Gezi'de direnişi başlatan tek bir ağaç değil miydi? Daha çok para ve oy kazanmak için her yeri betonlaştıran zihniyete karşı durmadık mı? Biz çocuklar aslında, senin yazdığın tehlikenin farkındaydık ve farkındayız sevgili Sait ama maalesef gücü elinde tutan zihniyet karşısında bizim gücümüz sınırlı. Koruyabildiklerimizi korumak için elimizden geleni yapıyoruz; ancak onları elimizde ne kadar süre tutabileceğimizi bilemiyoruz. Evimin penceresinden hala kuş sesi duyabildiğim için şanslıyım belki ama o kuşların da bir zaman sonra "son kuşlar" olacağını ve onları koruyamayacağımı düşündükçe hüznüm öfkeye dönüşüyor. Bizim için gerçekten kötü olacak.

Bu kitapta Sait Faik, içinde yaşadığı toplumla arasına mesafe koymuş gibi hissettim. Onların hırslarına, adaletsizliklerine, doğaya ve birbirine karşı acımasızlıklarına, belki Sait'in seçimleri nedeniyle belki de onu kendilerinden farklı gördükleri için kendisini dışlamalarına karşı, Sait de zihinsel, ruhsal ve fiziksel olarak uzaklaşmış insanlardan. Belki çok iddialı bir yorum olacak; ama satır aralarında bu uzaklaşmayı ve eleştirel bakışı gördüm öyküleri okurken. Örneğin,  Haritada Bir Nokta isimli öyküde diyor ki: "Biliyordum ki, insanlar beni pek sevmeyeceklerdi. Bir adam ki onlar gibi değildir. (...) Hiçbir zaman yeniden damla damla, dakikaları duya duya, sıkıla patlaya; rüzgarı, balığı, denizi, ağı seve seve, ölümü beklediğimi bilemeyeceklerdi." Burada, Sait'in, onu kendilerinden farklı gören insanlara karşı zihinsel bir uzaklık ve belki üstünlük içerisinde olduğunu görebiliriz. Benzer şekilde Dondurmacının Çırağı öyküsünde "Oh! Kimselere selam vermiyorum. Senede dört kelime konuşmadığım adama nezaketen gülmeye bile mecbur değilim. Görmemezliğe geliyorum. Başımı çeviriyorum." derken de bu uzaklığın eyleme dökülmüş haline tanıklık ediyoruz. Son bir örnek olarak da Yaşayacak isimli öyküyü verebilirim. Bu öyküde "Düşünmeye başlayalı beri bir gün sarhoş olmadan gülemedik ki." diyen Sait, çok balık tutulan günün sonunda balıkçıların oynayarak, zıplayarak, değişik birtakım hareketler yaparak sevinmesini garipser ve der ki: "Böyle irkiliriz işte dışarıdan görünce sevincin gösterisini. Meselesi ekmeğinde olanların bu halinden, meselesi insan, gökyüzü, yeryüzü, ölüm, sefalet, hastalık, incir çekirdeğinden başlayıp dünya yuvarlağındaki en manasız meseleye kadar çıkanlar nasıl irkilmez ki?" Buradan da anlıyoruz ki; Sait Faik'in meselesi ekmek parası değildir, dünyanın somut kazançları onun meselesi değildir; daha naiftir Sait, sevginin peşindedir o, yeşilin, ağacın, toprağın, kuşun peşindedir, bunlar üzerinde düşünmektir onun meselesi.



Bitirirken yine Sait'in kelimelerini kullanmak istiyorum. Barba Antimos'tan gelsin bize: "Seneler öylesine vefasızdır ki, yalnız dışarıda lodos, poyraz, karayel değişe değişe eser. Halbuki insan günleri hiç değişmemecesine sürüklenmektedir." Günlerimizin kıymetini bilsek fena olmayacak.
         
Ve son olarak, bu yazıyı "Son Kuşlar" eşiliğinde yazdım ve siz de mümkünse Sait Faik'in hikayelerini ve bu yazıyı onun eşliğinde okuyun.


29 Haziran, 2014





Evvel Zaman ile tanışalı çok olmamıştı doğru zamanda doğru yerde beni bulduğunu düşündüğüm kitaplardan biri olduğuna ikna olduğumda. Bunun üç nedeni vardı sanırım. Birincisi, kitabın Nuri Bilge Ceylan’ın (NBC) şiirsel başyapıtı Bir Zamanlar Anadolu’da’nın (BZA) yaratım süreci üzerine olması. İkincisi, kitabın yazarının Ercan Kesal olması. Radikal ve BirGün’deki yazıları ve Peri Gazozu* adlı kitabındaki öyküleriyle hikâye-anlatıcısı; Üç Maymun, Vavien, Ben O Değilim, Küf, Yozgat Blues filmlerinde oyuncu olarak karşımıza çıkan, beni ise en çok Bir Zamanlar Anadolu’da’daki muhtar rolüne hayat verme biçimi ile mest eden Kesal.
Üçüncü neden, bu maceranın (buna bir macera diyebiliyoruz yer yer) günlük yoluyla okura sunulması idi. Söz konusu tür film güncesi olduğundan, film üzerinden yazarın okuru kendi dünyasına bir buyur edişi de denebilir buna. Zira, senaryo yazımı, oyuncu seçimi, mekân belirleme, çekim vb süreçlerde ekip olarak iş çıkarmanın öğretici ya da zorluk yaşatan taraflarına değinmesinin yanı sıra, Kesal bu süre zarfındaki kaygılarını, ümitlerini, hayallerini, korkularını, tereddütlerini de paylaşıyor bu sayfalarda.
Sunuş bölümünde, yıllar önce Anadolu’da görev yapan çiçeği burnunda bir hekim iken çıktığı gece yolculuğunun BZA’da anlatılan hikâyenin aslında çıkış noktası olduğundan bahsetmesinin yanı sıra, gömülü bir ölüyü bulmaya adanmış o tuhaf – bir yanıyla da tekinsiz mi demeli – yolculuğu güç ilişkilerini açığa çıkaran, insanı zaafları, çelişkileriyle ve itinayla sakladığı yaralarıyla anlatan katmanlı bir film senaryosuna dönüştürene kadar günbegün kat ettikleri mesafeyi antropolojik bir çalışma yöntemiyle “üzerine uyumadan yazdığı” noktası dikkat çekiyor.
Kesal, mekânlar (İstanbul, Paris, Avanos, Keskin), zamanlar (geçmiş, bugün, gelecek) ve kimlikler (senarist, oyuncu, hekim, hastane yöneticisi, doktora öğrencisi, baba, oğul, eş) arasında gidip geldiği yaklaşık altı buçuk aylık yorucu ve zorlayıcı bir dönemin notlarını güncesine kısa, öz, sarih bir dilde tutuyor. Güncenin sayfalarında ilerledikçe, Kesal’in çekim sürecinde kimi zaman yönetmen perspektifinden, kimi zaman setteki diğer oyuncuların performansı üzerine gözlemde bulunarak sürekli notlar almasından ve ayrıntılara verdiği özenden bilgiyi biriktirerek ilerleyen, öğrenmeye meraklı, düşünen-karşılaştıran-uygulayan, farkındalık duygusu sağlam, iyi niyet ve inancını kaybetmeden yoluna devam edebilen bir yazar olduğunu düşünüyoruz.
Kitabının amacını, “sinema, zaman, bellek ve bilinç kavramlarının tartışılmasına katkıda bulunmak” (bu kavramları tam olarak ne manada kullandığını “Anadolu’da Hekimlik” bölümünde derinleştiriyor) olarak belirleyen Kesal’ın bu anlamda sadece bir yaratma sürecini kayıt altına aldığını söylersek meseleyi eksik anlatmış oluruz sanıyorum ki. Onun için bu, geçmişi bir süreliğine şimdiki zamanda misafir edip bunun üzerinden zamansız ve evrensel bir hikâye yaratma yolculuğu. Yirmi beş yıl önce filmdeki otopsi sahnesinin de çekildiği Keskin’deki hastanede göreve başladığı döneme, ideallere, hüsrana uğramalara ve tanıştığı insanlara ve onda bıraktıkları izlere de ziyaret bir nevi. Güncenin Kesal’in yazdığı 1985 tarihli “Keskin” başlığı taşıyan bir şiirle açılıp ve akabinde o dönemden kalma, hastanenin önünde çekilmiş siyah-beyaz bir fotoğrafının bizi karşılaması da bu ziyaretin işaretleri olsa gerek. Tabi Kesal için bu, gençlik yıllarına yolculuk olma yönü taşısa da Nuri Bilge ve Ebru Ceylan’la birlikte girdikleri yaratma/ yazım süreci, senaryonun gelişimi yönündeki yapıcı eleştirileri Keskin’den çıkan bu hikâyenin evrensellik kazanmasında belirleyici olmuş görünüyor. Özellikle, günce sayesinde, NBC’nin Cannes’da ödül alan son filmi Kış Uykusu’nun senaryosunu kimi geceler sabahlara kadar tartışarak birlikte yazdığını söylediği eşi Ebru Ceylan’in BZA’da senaryoya ne şekilde kritik katkılar sunduğuyla ilgili bilgilenmiş oluyoruz.
Bu noktada, Evvel Zaman’ın sadece bir film güncesi olarak değil, farklı zaman ve mekânlara ait metinleri biraraya getiren/ birbirine bağlayan, metinlerarası özelliği ile dikkat çeken bir kitap olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Bu metinlerden ilki, Kesal’in Keskin’de göreve ilk atandığı günlerde ciddi bir kararlılıkla tutmaya başladığı günlük. Hem birinci bölümde hem de kitabın sonundaki Ekler’de bu günlükten tadımlık parçalar var. Özellikle, sonda tam siz “film bitti!” derken 80’lerdeki idealist genç bir hekimin günlüğünün ilk sayfalarını okumaya başlatmak hem hoş bir sürpriz, hem de hayat ve gaileleri karşısında olur ya kendini güçsüz hisseden genç beyne biraz ilham aşısı olabilir. İkinci metin, daha önce de adı geçen “Anadolu’da Hekimlik” başlıklı birinci bölümde Kesal’in de kadrajda olduğu dört farklı görsel metin, mesela biri aşı kampanyasından (s.9), biri bir bozlak gecesinden (s.11) iki fotoğraf. Üçüncü olarak, “Setteyiz” başlıklı dördüncü bölümde yine Keskin’de ancak bu kez 2009 yılında bir film setinde çekilmiş kamera arkası fotoğraflar görüyoruz. Üç ayrı zaman ve mekândan metni biraraya belli bir seçim yaparak bir günce aracılığıyla getiren Evvel Zaman’ın kendisinin de kâğıt üzerindeki bir senaryo ve o senaryonun filme dönüşmüş hali ile doğrudan göbek bağının olması ve bunu da açıkça ismiyle andırması kitabı okuma biçimlerini genişletip derinleştiriyor. Belki de tam da bu nedenle, kitap bittiğinde sanki sadece zamanda ve mekânda bir yolculuğa çıkmamış, daha fazlasını yaşamışım, filmdeki karakterlerin; karakteri oynayan oyuncunun; Kesal'in ve yönetmen NBC'nin zihin dünyalarına da girmişim duygusuyla bitirebilirsiniz kitabı.
Kitabın ardından merakımı celbeden ve aslında Kesal’in kendisine yöneltmek icap eden soru: günceyi yayıma hazırlama aşamasında olmuşsa ne tür bir yeniden yazım, ekleme-çıkarma sürecinden geçmiş orijinal metin acaba?
Evvel Zaman’a açılışta atfettiğim önemin dördüncü bir nedeni daha vardı. Bitirmeden eklemeli. Kitaba sonundaki günlükten başlamıştım, şu cümlelerde kaldı aklım bir süre: “Eksikliklerimin üzerine üzerine gitmezsem, onlardan gittikçe daha çok korkacağımı ve yanlışlarıma, eksikliklerime yenileceğimi çok iyi biliyorum... Öyleyse yapılacak tek şey var = çalışmak, çok çalışmak, daha çok çalışmak.”
O hâlde şöyle demeli belki de: insanın korkuları olabilir, insan geç kalmış da olabilir ya da sadece öyle hissediyordur, tereddütler yaşayabilir. Önemli olan direnmek ve çalışmaktır, ama Kesal’in dediği gibi gerçeğin ve iyiliğin işine yarayacağı inancıyla...
Tam da bu nedenle, Kesal “sinemayı hayatı gibi ciddiye alan samimi ve sahici sinema tutkunlarını” davet ederken Evvel Zaman’a, benden de hayatı sinema gibi okuyabilen ya da en azından buna heves edenlere gelsin bu kitap.







[*] Daha önce blogda Kesal’ın bu kitabı üzerine yazılmış bir yazı Gözde arkadaşımızdan: http://www.begenmeyenokumasin.com/2014/04/peri-gazozu.html