Buluşmalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Buluşmalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Nisan, 2014


Kırmızı Pelerinli Kent için önceden belirlemiş olduğumuz tarihten yaklaşık bir hafta sonra, yani biraz da ülke gündeminden ve yoğun geçen bir günün ardından yorgun düşmüş ama edebiyata dair duyduğumuz heyecanı hiç kaybetmemiş bir şekilde yine Beyoğlu’nda, güzel bir mekanda buluşuyoruz. Üstelik bu sefer bir de “ciddi şıklık” adını verdiğimiz, herkesin takım elbiseli -bunu ilk duyduğumda aklımda canlanan beyaz gömlek ve etek-ceket ya da pantolon-ceketti-, topuklu ayakkabılarla, kuaför eli değmiş bir saç modeli ve bu ciddiyetin gerektirdiği gibi hafif olmayan bir makyajla katılacağı tematik bir buluşmaydı hedeflediğimiz. Bundan sonra yapmayı planladığımız tematik buluşmaların bir ilkiydi aslında bu.

Deep, Taksim 
   Herkes kendince yorumlamıştı “ciddi şıklık” temasını; kimimiz biraz daha ciddiydik, kimimiz takım elbiseli olmasa da kendine has bir şıklık yaratmıştı, kimimiz de grup arasında verilen bu kararın –kendi aramızda konuşurken kahkahalarla güldüğümüzden ötürü olsa gerek- bir şakadan ibaret olduğunu düşünmüş ve spor kıyafetlerle katılmıştı toplantıya. Bu yüzden ilk tematik buluşmamızda acemiliğin ve şaşkınlığın izleriyle birlikte hepimizde yine bir başka basmakalıplığı tiye almanın verdiği keyifli bir ruh hali de vardı.

Takipçilerimizin önerileri arasından Aslı Erdoğan’ın Kırmızı Pelerinli Kent’ini seçmiştik bu ayki buluşma için. Aslı Erdoğan’ın, söyledikleri ve anlattıkları kısa olmasına rağmen aynı oranda bir kısalıkta bitirilemeyen, felsefik ve düşündürücü bu romanını uzun uzun konuştuk, tartıştık.

Aslı Erdoğan bilinenden farklı bir Rio de Janeiro hikayesi anlatıyor bu kitabında. Bir yandan kenti sanki sokak sokak tasvir edip, okuyucuyu kentte uzun soluklu bir gezintiye çıkarırken, bir yandan da herkesin aklına önce karnavalları, sonra eğlence, müzik ve dansı getiren bu kentin bambaşka bir yüzünü, favela’larındaki –yani gettolarındaki- farklı hayatları bütün gerçekliğiyle aktarıyor.

Bu kitabı okurken, Aslı Erdoğan gibi, aklımıza takılan hep aynı soru oluyor: Neden kitabın ana karakteri olan Özgür, Rio de Janeiro’da çok mutsuz olmasına rağmen, çocuk ölümleri, cinayetler, yersiz yurtsuz, aç, yoksul insanlar, çeteler ve kokain ticaretiyle anılan ve hatta “dünyanın en tehlikeli kenti” olarak nitelendirilen, üstelik bir yandan da sıcaklığın her zaman çok yüksek, havanın çok nemli olduğu, insanın ağzında “hep bir kül tablası tadı” ya da “zımpara kağıdı hissi” yaratan Rio de Janeiro’da kalmayı tercih ediyor ya da oradan ayrılmıyor? Kırmızı Pelerinli Kent’te Aslı Erdoğan tam da bu soru üzerinden varoluşa dair en temel soruları sormaya çalışıyor.

Aslında romanın konusuna ve yazarın romanda benimsediği üsluba dair merak edilebilecek bütün soruların cevapları Aslı Erdoğan’ın hayat hikayesinde saklı. Zaten Aslı Erdoğan da Kırmızı Pelerinli Kent’te, Rio de Janeiro’da yaşadığı deneyimler üzerinden otobiyografik nitelikte bir roman yazdığını her fırsatta belirtiyor gibi.

Bilgisayar mühendisliği ve fizik okuduktan sonra yüksek lisansını İsviçre ve Fransa’nın sınırında yer alan CERN’de tamamlamış, fizik doktorası yapmak için gittiği Rio de Janeiro’da eğitimini yarıda bırakarak yazar olmaya karar vermiş Aslı Erdoğan. Tıpkı kitabı okurken kendisiyle benzerlikleri teker teker ortaya çıkan, yeşil kaplı defterine fırsat buldukça iki yıllık “dev bir bilinçaltına dönüşen” Rio de Janeiro deneyimlerini aktaran Kırmızı Pelerinli Kent’teki Özgür gibi.

Aslı Erdoğan’ın anlatısında pek fazla olay yok, aksine yazar, içinde yalnızlık, ölüm, aşk, özlem, nefret, mutluluk gibi birçok konuyu ele aldığı durumlardan sık sık bahsediyor. Bunu bir de her bir cümlesi üzerine sanki günlerce düşünülmüş gibi bir dille yaptığı için, Aslı Erdoğan, bir yazarın kendini anlama / tanıma ve hayata dair düşünsel bir tartışma alanı yaratma çabası açısından başarılı bir edebi eser yaratmış olmanın ötesinde yeni edebiyatçılar arasında da çok daha özgün bir yeri hak ediyor.

Gözde’ye göre Aslı Erdoğan bu romanında hiçliğin peşinde ve tam da bu yüzden “kadın atomu parçalamak istememiş, kendini parçalamak istemiş”.

Merve daha çok yazarın kendisine dair bir yolculuk yaptığını düşünüyor ve hatta ona göre Aslı Erdoğan’ın kafası biraz da karışık. Gecenin sonunda “benim bu kitaba dair gerçekten bir cümlem yok” demeyi tercih ediyor.

Hazal ise kitabın dilinden çok etkilenmiş. Fakat Aslı Erdoğan’ın karamsar bir dünyası olduğunu vurgulamak istediği için olsa gerek bu buluşmadaki son sözü “kendi düşen ağlamaz” oldu.

Burcu da daha çok Aslı Erdoğan’ın anlatım tarzının samimi olmayan bir tarafı olduğunda ısrarcıydı. Ona göre üzerine çok çalışılmış, düşünülmüş ama içinden geldiği gibi yazılmamıştı sanki bu kitap ve belki de sırf bu yüzden Burcu “dramda sanat sanat için anlayışına karşıyım” diye noktalandırıyordu tartışmayı.

Ben bu kitapla ilk olarak 2011 yılının Eylül ayında, birkaç günlüğüne tatil için gittiğim Ayvalık’ta tanışmıştım. Ayvalık’ın en güzel ve sakin zamanlarından biriydi. Sahil kenarında vakit geçirirken, hiç acele etmeden, yavaş yavaş okumuştum bu kitabı. O zaman beni de en çok romanın dili etkilemiş, anlatılması imkansız diye düşündüğüm birçok duyguyu ve anı çok güzel bir şekilde ete kemiğe büründürdüğüne karar vermiştim Aslı Erdoğan’ın. Fakat bugün içinse Kırmızı Pelerinli Kent bende daha farklı bir etki yaratıyor. Kitabı edebi açıdan çok beğenmiş olmama rağmen, bu sefer bende yarattığı ağır ve hatta kapkaranlık karamsarlığından bir an önce sıyrılmak isteği duydum. İşte bu yüzden benim gecenin sonunda kitap için söylediğim son söz “lütfen bir daha Rio de Janeiro’da kimse kalmasın” oldu.  






04 Mart, 2014

Ekibimizin son buluşmasının konusu olan kitap Selim İleri'den Mel'un'du. Selim İleri'nin, "bir us yarılması" dediği, Osmanlı'dan Charles Dickens'a, Cahide Sonku'dan Pierre Loti'ye, Nurullah Ataç'tan Karl Marx'a kadar herkesten 'bilinç akışı' tekniğiyle bahsettiği eserekli bir aklın gelgitli hikayesi "Mel'un"u, şanına uygun bir şekilde ancak aşağıdaki  şekilde yorumlayabilirdik:
 
 
Burcu  Kadınların da erkeklerin de tırnakları var, ama kadınlar tırnaklarını çeşitli renklere boyuyor. Bu aslında düşünüldüğünde garip ve saçma bir şey. Güzellik algısının bu şekilde oluşmuş olması... Tamam sosyal bilim okudum, kadın bedenine yüklenen anlamları biliyorum ama çok basit düşünüldüğünde bu eylem çok saçma aslında. Bir fırça yardımıyla el tırnaklarını herhangi bir renge boyuyorsun. Sosyal bilimci olarak değil, oldukça basit bir beyin olarak düşündüğümde eylemin kendisi saçma. Çok düşündüğünde birçok şey çok saçma zaten.

Gözde  Acaba Virginia Woolf oje olan dönemde yaşasaydı n'apardı? Kendine ait bir odada çeşit çeşit ojesi mi olurdu yoksa karşı mı çıkardı? Bu kararsızlık ve emin olamama hali de sıkıntılı. Cahideciğim ise kesin tartışmaya ihtiyaç duymadan ojelerini bir başkasına sürdürüyordur, tabi ki kırmızı olacak. Hayatının son döneminde sefalet içinde yaşamasına rağmen o halde bile ojesini ihmal etmediği gibi bir his var içimde. Ojenin aslında başka bir yanı da olabilir. Kapitalist sistemde arz fazlası için talep de yaratmak önemli. Şöyle bir şey duymuştum; o sene saçlarda kızıl tonların ham maddesindeki bir maddenin arzında fazla olduğundan firmalar kızıl saç modası seferberliğine çıkmışlar. Belki ojenin de böyle bir hikayesi var, kim bilir...

Burcu  Ojenin öyle bir hikayesi var midir ya da Cahideciğim ne renk oje tercih ediyordur bilmiyorum ama ben yine düşündüm de, birinin bana aklını kaybedecek kadar, saplantısından ve tutkusundan bilincini akıtacak  derecede aşık olmasını isteyebilirdim. Düşünsene, bir Sayru var ve Cahide'ye olan aşkından ötürü usunu bile yarıyor. Gerçi ilk etapta bana çekici gelse de, eğer bu aşkın ucu bana direkt dokunursa ve ben o kisiyi sevmiyorsam çok boğucu da olabilir. Tek taraflı olursa bunalırım ben. Yalnız, birinin bana olan tek taraflı sevgisinden bunalabilirim ve onu sürdüremeyebilirim ancak benim bir başkasına olan tek taraflı kendi sevgimi sonsuza kadar devam ettirebilme potansiyeline de sahibim bence. Bu durumda hem Sayru hem Cahide olduğum söylenebilir mi acaba??

Gözde  Selim İleri'nin kitapta diğer insanlardan uzaklaşması gibi bir duruma neden olmaz mı acaba bu tek taraflı sevgi durumu? Orada da saykodelik bir durum var bence. Aslında aşırı narsisizm gibi bir şey. Bir başkasına seni sevme hakkı tanımıyorsun, kontrol sende olacak, sen seveceksin öyle mi? Sevginin de iyisini sen biliyorsun yani? Hem Sayru hem Cahide olma, genç Osman ol, cesedin yakışıklı kalsın :)  
Burcu   İyi de çevrene şöyle bir bak, bir metrobüse bin, İstiklal Caddesinde bir yürü... Sence bu insanlar, bu kalabalık uzaklaşılmayı hak etmiyor mu? Çok bir İlber Hoca gibi konuştum ama bence "Mel'un"daki Sayru da da biraz İlber Ortaylılık vardı: herkes cahil, kimse düşünmüyor, kimse okumuyor, tek muhteşem benim! :)

Gözde Muhteşem devirler Cahide zamanındaydı ve onlar da geçtiler. Şu anda sen dahil hiç kimse muhteşem değil, üzgünüm :)
 
Tabi ki ekip -herkes katılamasa da- olarak da toplanıp kitabı değerlendirdik. Bir klasik haline gelmiş cümlelerimizi ve buluşma fotoğrafımızı da ekledik.
 
 
Özlem: Us yarılması bana göre değil.
Burcu: Korkarım ki benim de usum yarılmış. 
Gözde: Uslu kelimesinin kökünün us olduğunu bu kitapta farkettim.
Hazal: Bana piyano çalan Avrupai kadın tiplemesiyle gelmeyin.
Merve: İnsanlardan çok çekmiş kafası karışık bir ötekinin içini döktüğü günlükler.
 
 

10 Ocak, 2014

Bir takipçimizin seçtiği "Lupo'nun Adı"ndan sonra okumak için seçtiğimiz kitap "Trainspotting" oldu. Ekipten Burcu ve Merve Beşiktaş Alkım'da "Hangi kitabı alsak, acaba bu nasıldır?" diye dolaşırken Burcu "Trainspotting"in arka kapağını ilgi çekici bulup, almaya karar verdi. Ne diyor arka kapakta? "Trainspotting, dibe vurmaktan çekinmeyenlerin öyküsü. Kısa ve hayal kırıklıklarıyla dolu hayatların baştan kabulü… Trainspotting, şimdi ve her zaman, bir iş-bir eş-bir yuva masallarıyla doymaktansa hayatın gerçekleriyle aç kalmayı seçenlerin gün sonu özeti. Yaşamlarını kariyerle ya da ilişkileriyle anlamlandırmaya çalışanlara inat, bambaşka şeylerin üzerine şeytan arabalarıyla tam gaz gidenlerin çarpıcı, unutulmaz, kafası güzel ve hazmı zor hikâyesi Trainspotting."



Gözde ve Merve'nin kitabın çok sert olması yönündeki tüm uyarılarına rağmen "Trainspotting" okuma kitabımız haline de geldi. Kitabı seçiş hikayemiz böyleydi ama kitap buluşmamızda kitabı bitirmeyi başaran az kişi vardı. Çünkü kitapta kullanılan dilin argo yüklü olması ve anlatılan "iğrençlik"lerin sertliği okumayı gerçekten de zor bir hale getiriyordu.


Ekip arkadaşlarımızın bir kısmı İstanbul'da bulunmadığı için buluşmamıza katılım diğer buluşmalarımızdan daha düşüktü. Kitabın okunma sayısı da düşük olunca biz de kitap hakkında eleştiri yapmaktan çok Mine'nin doğum günü kutlaması ve bir sonraki kitabımızın seçimine ağırlık verdik. 


Bu arada unutmadan belirtelim bir sonraki kitabımız Selim İleri'den "Mel'un".


"Trainspotting" sevilmesi zor bir kitap olsa da, kitabı bitirmeyi başaran ekip üyelerimizin kitabı sevdiğini belirtebiliriz. İlk 70-80 sayfasının okunması, anlatılan -kelimenin gerçek anlamıyla- pislikler dolayısıyla zor ve mide bulandırıcı denebilir. Tavsiyemiz aç karnına ve metrobüs, tren, vapur, hatta uçak gibi toplu taşıma araçlarında okunmaması yönünde. İlerledikçe küfür ve argo kullanımı azalmasa da, kitabın akıcılığı artıyor, hatta bazı satırların altını bile çizebiliyorsunuz. Bu hususta başka bir tavsiyemiz; sevdiğiniz, saydığınız, iş yaptığınız kişilerle iletişim halinde iken okumayınız. Çünkü size seslenildiğinde en basit ve 'terbiyeli' şekliyle "Ne var be b.k?" gibi cevaplar verebilme olasılığınız çok artıyor.


Şaka bir yana kitap dışlanmış, eğitimsiz, işsiz gençlerin 'hayat'la olan dertlerini gayet net ifade ediyor. Uyarıcı maddelere ilişkin övgü ya da yergi yapmıyor, olanı olduğu gibi gösteriyor. Hatta kitabı baştan sona okuduktan ve üstüne filmi de izledikten sonra uyarıcı maddelere ilişkin bakışınız tamamen tiksinme ve kaçınmaya dönüyor. Özellikle Renton'ın uyuşturucudan kurtulması için evde annesi ve babası tarafından bakıldığı zamanın anlatıldığı kısım okunmaya ve izlenmeye değer.  Anlatım tarzı ve kurgusu açısından anlaşılması, faklı karakterlerin ağzından anlatılan bölümler ve her karakterin birden fazla adı olması nedeniyle, biraz zor ancak keyifli.


Biraz bulanık da olsa buluşmadan bir kare


Şimdi geldik bir klasik olan "Ne dediler?" kısmına:

Burcu: "Sert ama ruhumun derinliklerine işleyemedi."
Hazal:  "Tuvalet kısmına kadar iyi dayandım bence ben"
Gözde: "Kusura bakmayın ama ben bunu okuyamayacağım"
Mine:   "Ben de okuyamayanlar kulubündeyim!"
Merve:  "Filmi yıllar sonra tekrar izleyince kitap daha iyiymiş bence."

08 Kasım, 2013

Kitabın ve kitapçının dostu Beğenmeyen Okumasın ekibi, bu günlerde 32'ncisi gerçekleşen Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nı ziyaret etmese olmazdı... E madem ki gittik, hakkında yazı yazmasak da olmazdı! İşte fuardan notlar:

1- Kitap fuarı eskiden Tepebaşı gibi merkezi bir yerde yapılırdı. O günleri özlüyoruz. (Ki içimizden bazıları, sırf bu yüzden fuarı senelerdir boykot ediyordu, onu da belirtmiş olalım). Ancak tüm İstanbul'un üzerine bir güneş gibi doğan Metrobüs'ün güzergahı Beylikdüzü'ne kadar uzadığından fuar alanına ulaşım artık nispeten daha kolay. Araba ile gelenler içinse civarda ücretli otoparklar mevcut. Biz daha otantik olsun diye şantiye görünümlü olanı seçtik... 

Otopark 


2-Fuara giriş 7 TL. Öğrenci, öğretmen ve öğretim görevlilerine ise ücretsiz. 

3- Fuar-en azından gittiğimiz gün-oldukça hareketliydi. Kitap satın alan, hatta "alınacak kitaplar" listesi yapan kişilerin arttığını görmek umut verici. Yayınevleri etiket fiyatı üzerinden %25-30 indirim yapıyor. Yine de diyoruz ki, keşke vergiler daha düşük olsa da kitaplar daha ucuza satılsa! 

32. İstanbul Kitap Fuarı 



4-Çin bu senenin onur konuğu. Çin Pavyonu biraz daha tenha ancak biz uğramanızı tavsiye ediyoruz.

Çin Pavyonu

5- Fuar alanının çeşitli yerlerinde farklı temalarda fotoğraf sergileri mevcut. En dikkat çekenlerinden biri de, İşgal altındaki Türkiye/İstanbul fotoğrafları. İstanbul'un o dönemde nasıl bir yer olduğunu görmek isterseniz uğrayın diyoruz. Bir örnekle açıklayalım: 

Arkadaki yapı Taksim Topçu Kışlası imiş...

Kısacası gidin gezin, kitap almayı da unutmayın sevgili okurlar... Son gün 10 Kasım 2013-yani son iki gün-hatırlatmış olalım!




29 Ekim, 2013


Beğenmeyen Okumasın ekibi olarak bu zamana kadar ortak okuyacağımız kitapları hep beraber belirledik. Okuduğunuz çoğu yorum kişisel olarak okuduğumuz kitaplara ait ancak en eğlencelileri  ve verimlileri de ortak okunanlardan sonra yazıldı. Bu yazımız da ortak bir kitaba dair ancak bu kitap diğerlerinden biraz farklı. Takip edenler bilirler –takip etmeyenleri de buradan tekrar davet edelim- twitterda edebiyat dünyasıyla ilgili farklı bilgiler ve yazarlardan alıntılar paylaştığımız bir hesabımız da var: @bgnmynkmsn. İsmimizin uzunluğu itibariyle twitter hesabımızı sessiz harflerimiz olarak belirledik. Blogumuza kıyasla oldukça yeni bir mecra bizim için, mümkün olduğunca orayı da desteklemeye çalışıyoruz. Bu çalışmaların bir örneği olarak da daha fazla takipçiye ulaşabilmek için kendi çapımızda bir aktivite düzenledik ve 100. Takipçimizin seçeceği kitabı okuyacağımızı duyurduk.

 Sayın JimmyCarrier’in belirlediği kitap yazar Çağatay Güney’in kaleminden “Fatih’in Cenovalı Sırdaşı: Lupo’nun Adı” isimli kitap oldu. Kitabı okuduktan da sonra takipçimize tekrar yazıp katkıda bulunmak isteyip istemediğini sorduk ama dönüş alamadık, umarız buradan bizi görür ve yorumlarını iletir.
Cenova’da bir kerhanede doğan ve hırsızlıkla geçinen Lupo’nun önce İtalya’dan sonra Osmanlı ve Macar hakimiyetindeki bölgelere uzanan hikayesini konu alıyor. Tabi bu sadece bizim okuduğumuz kısım. Her ne kadar biz bir cildini okumuş olsak da isminden anlaşılacağı Fatih Sultan Mehmet’e kadar dönemine kadar giden bir kitap aslında. O dönemi anlatmaya gerek yok, tarihle uzaktan bile ilgilenen insanlar için dönemin ana dinamiği malum: Özellikle Balkanlarda yaşanan toprak alıp kaybetme ile sınırların belirsiz hale geldiği savaşlar ve sonrasında Osmanlı’nın kesin hakimiyeti. Lupo’nun kişisel gelişimi de farklı bölgelerde de olsa biraz Osmanlı’nın güçlenmesi ile paralel ilerliyor. Osmanlı kontrolündeki sınır bölgesinde aldığı askerlik eğitimi, Macar Hünyadi komutasındaki bölgede Latin papazdan aldığı okuma yazma eğitimi vs. bu süreçte birer adım. Ana olarak savaşlar ve Lupo’nun gelişimi işlense de tabi ki aşk konusu da göz ardı edilmemiş. Hem Lupo’nun çok da imkanlı olmayan aşkı ve diğer yasak aşklar baharat olarak tat vermesi için konuya dahil edilmiş.

Son dönemde yükselen değer Osmanlı konsepti ile ilgilenenler için ilginç olabilecek bir kitap ancak neredeyse bir senaryo detayında anlatılmış hikaye, görüntü yönetmeni titizliğinde bir anlatım ve ince detaylar hikayeyi takip etmeyi zorlaştırıyor ve sıkıcı hale getiriyor.  Savaş alanındaki bir askerin etrafında dönüşü bile bir paragrafta anlatıldığından ilk cilt bile 600 sayfayı bulmuş. Bu detayda okuyarak sahneleri gözünde canlandırmak isteyenler de olacaktır muhakkak ancak yaratıcı bir eser olarak edebi bir beklenti içine de giriyor insan ve kendisine şu ana kadar okuduklarından farklı bir şey katsın istiyor. Maalesef ki bunu kitapta bulamadım. Klişe birkaç felsefik cümle ne yazık ki bunun için yeterli değil. Tabi bunlar kişisel fikrim.  Bu tarzı da beğenenler olabilir. Ancak kitabın ciddi başka bir problemi var: Yazım hataları. Her türlü eser emek harcanarak yazılıyor ve binbir uğraşla basılıp okuyucu ile buluşuyor. Bu noktada bu tarz hataları kabul edilmez buluyorum.
Şahsen başlarken bir seri kitap olduğunu fark etmemişim ve hevesle tamamlamaya çalıştım ama kitabın sonunda hikayenin yarım kalması ve daha 5 cilt olduğu gerçeği beni hayal kırıklığına uğrattı. Yazım hataları ve edebi değer eksikliği nedeniyle de diğer ciltleri okuyamayacağım maalesef. Ekip olarak benzer yorumlara sahibiz, her toplaşmanın vazgeçilmezi bir cümlelik yorumlarımızı bu kitap için de yaptık. Ayrıca - belki de dayanıklılık anlamında gururla- söyleyebilirim ki sonuna kadar gelebilen tek kişiyim.
Ekipten notlar
Merve: Yazar kitap yazmadan önce anlatım bozukluğu yapmamayı öğrenseymiş.
Hazal: Murat Menteş’ten özür diliyorum.
Burcu: Bari yazı karakterini küçültüp daha ince bir kitap basıp daha az ağaç katletselermiş.

13 Eylül, 2013



Okuması En Zor Kitaplardan: Deniz Feneri

Ruhi Mücerret buluşmasının ve kitabın beklentilerimizin -bir nevi- altında kalışının ardından, bizi edebi anlamda tatmin etmesini istediğimiz bir roman seçmeye karar verdik. Ve kararımızı edebiyat tarihinin en zor okunan romanlarından biri -hatta bazı kaynaklara göre ilk sırada yer alan- olduğunu kitabı seçtikten sonra fark ettiğimiz Deniz Feneri yönünde verdik.



Buluşmamıza -son zamanlarda bizim için popüler bir mekan haline gelen- Boğaziçi Üniversitesi'nin Güney Kampüsünde başlayıp sonrasında kısa bir yürüşle Bebek sahlinde kahve molası şeklinde gerçekleştirdik. Ancak cuma olmasına rağmen fazla mesaiye kalmaktan kaçamayan arkadaşlarımız oldu, Gözde ve Burcu. Gerçi Burcu buluşmamızın ikinci ayağı olan Bebek kısmına dahil olabildi ama Gözde maalesef aramıza katılmadı. Bildiğiniz gibi Mine şu an yurt dışında olduğundan o da maalesef yanımızda olamadı.

İtiraf etmek gerekirse hepimiz kitabı okurken biraz zorlandık ( kitabın özen ve dikkat isteyen yapısının hakkını verecek geniş zamanlarımız olmadığından belki de). Roman Virginia Woolf'ten yer yer otobiyografik izler taşıyan bir özelliğe sahip. Bilinç akışı tekniği ile yazılması kitabı hem cazip ve çekici hem de zor kılıyor.

Daha önce buluşma yazısı yazmadığımdan, buluşma yazısı acemisi sayılırım ve eksikliklerim için şimdiden "affola" demek isterim. Deniz Feneri 1927 yılında yayımlanmıştır, yazarın Dışa Yolculuk, Gece ve Gündüz, Jacob'un Odası ve Mrs. Dolloway sonrasında yayımladığı beşinci kitabıdır. Woolf'un edebiyatta yeni bir şey deneme azminin ürünü sayılabilecek ve kendinden sonra gelenlerin de denediği bilinç akışı tekniğiyle yazdığı bir eserdir. Bu okuması, takip etmesi ve anlaması zor bir tekniktir zira; zaman kavramı neredeyse ortadan kalkar ve siz insanların zihinlerinde düşünce ve hayalleri arasında seyahate çıkarsınız. Buluşma sonrasında hepimizin ortak kararı kitabı tekrar ve sakin bir zamanımızda okumak istediğimiz yönündeydi.

Bitirmeden önce eklemek istediğim bir diğer not ise - Gözde ve Mine'nin hangi yayınevinden okuduklarını bilmiyorum ama- bana göre çeviri konusunda İletişim'in çevirisi sanırsam ki Kırmızıkedi'den daha kolay  anlaşılırdı.




Şimdi bence en eğlenceli kısma geliyoruz, ne dediler:

Burcu: "Bu güzel kitabı bilincim aka aka okudum."
Özlem: " Benim şu an bir cümlem yok."
Hazal : "Deniz fenerine yaklaşamadım bile."
Merve: " O deniz feneri bu kitaba çok yakışmış."



19 Temmuz, 2013

Bundan önceki buluşma yazımızın tarihi 26 Mayıs’ı gösterirken “gelecek ay görüşmek üzere” diye bir temennide bulunmuşuz. Tabi ki hiçbirimiz birkaç gün sonra başlayacak ve ana gündemimiz haline gelecek Gezi olayları hakkında bir öngörü yapamamışız.
Halen de gündemimizin en önemli konusu olan ve katmanlar halinde ve farklı boyutlara bürünerek büyüyen bu hareketi blogumuz ile entegre etmek istedik. Bu yüzden de bu buluşmamızı Gezi direnişinin önemli olaylarından biri olan "Yeryüzü Sofrası" etkinliğinin Boğaziçi ayağı ile birleştirdik. Kafası karışık Hiç Kıyafetim Yok blogunun sahibi anarşist prenses de bizlerleydi. Bu vesileyle ona da yaptığı lojistik destek için teşekkür ediyorum.

Etkinliğin başlarında çekilmiş bir fotoğraf, çok daha kalabalık olduk
“Dünya nimetlerini parselleyenlere inat Yeryüzü Sofrası’nı açmaya geldik”

Kitabımız son dönemin popüler yazarlarından olan Murat Menteş'in Ruhi Mücerret. İtiraf etmek gerekirse yaz aylarının da getirdiği bir rehavet ve tatil havası nedeniyle hafif bir kitap -bizim gibi bir kitap blogu için enteresan bir beklenti farkındayım ama biz de insanız- okumak isteyerek bu kitapta karar kılmıştık.
Kitap hakkında genel kanı: “Olmamış!”. Göze sokulan, gönderme deneyemeyecek açıklıktaki ifadeler; insanı mesaj bombardımanına tutuyor. Ancak gündemle de alakalı çok güzel cümleler de yok değil: “Sistem ve kurumların öncelikli fonksiyonu kendini korumaktır, insanı değil” veya “Cehennemi cehennem yapan ateş değil zebanilerdir”. Bu tarz aforizmalar bir kitabı iyi yapmaya yeter mi bilemiyorum. Ama maalesef ki edebiyatımızda bazı yazarların önceki çalışmaları nedeniyle yeni eserlerinin eleştirilemez boyuta gelmesi problemi Murat Menteş için de geçerli. Kusura bakmasın kimse ama entellektüel birikimi yüksek diye kötü edebiyata kötü diyememiz komik.
Bir klasik haline gelen üyelerimizin ağzından kitap hakkındaki birer cümlelik yorumlarımız tabi ki bu sefer de mevcut. Ama dediğimiz gibi hiçbirimiz kitabın içine tam olarak girememişiz, "heralde yaz yüzünden" demek en kibar açıklama olacak sanırım.
Burcu: Ay benim hiç cümlem yok!
Özlem: Bu kitap çok sağlam reklam almış olmalı.
Hazal: Bu adam yazarsa hepimiz Tolstoy'uz (uuu çok ağır konuştu)
Merve: Mizahı yavan, ironisi light olmuş.
Gözde: Kapak bayağı iyi olmuş!


Bir kitap iki kapak

26 Mayıs, 2013


Bizden bir Nabokov/Lolita yazısı okumak isteyenlerden özür diliyoruz, çünkü son anda yaptığımız bir değişiklikle Fitzgerald'ın Muhteşem Gatsby'sini okuduk. Ama sebeplerimiz vardı ve yazının sonunda anlayacağınız üzere, pişman değiliz! :)

Yine Cafe Kafka, Yine Beyoğlu


Sanıyorum ki grubumuzun bir kitap için bu kadar farklı yorumlarda bulunduğu, kimsenin birbirinin dediğine katılmadığı ilk toplantısıydı bu. Ama bu durumun da neden kaynaklı olduğunu anladık: Bu kitap çevrilemez bir kitap. O kadar çevrilemez olduğu için de bir sürü çeviri denemesi yapılmış ve hepimiz de farklı versiyonlarını okuduğumuz için hepimiz farklı şeyler algılamışız. 

Muhteşem Gatsby'ler 

Bu ne demek diye soracaksınız. O halde şöyle açıklayalım. Her çevirinin ve İngilizce versiyonun son cümlesini aktaralım. Çevirideki farklılığa dikkat: 

Önce orjinali: 
"So we beat on, boats against the current, borne back ceaselessly into the past."

Remzi versiyonu: "İşte bu sebeple asılıyoruz küreklere, durmadan geçmişe doğru sürüklensek de, akıntıya karşı ilerleyen teknelerimizde."

Martı versiyonu: "Bizler akıntıya karşı gemilerimizi ilerletmeye çalışırken, hiç durmadan geçmişe çekiliyorduk aslında."

Everest versiyonu: "Böylece ilerlemeyi sürdürüyoruz: Durmaksızın geriye fırlatılıp dursa da, akıntıya karşı yol alan tekneler."

Can Yücel versiyonu: "O ümitledir ki şimdi sefer etmekteyiz, biz o akıntıya karşı giden tekneler, durmadan geriye, geçmişe çarpılıp atılsak da ne gam..."

Sanırım şimdi iyi bir biçimde anlaşıldı... 

Adet olduğu üzere herkesten de birer cümle gelsin: 

Mine: Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. 
Özlem: Çeviriyi beğendim. 
Hazal: Merve sevmiş ama Gatsby aslında sefil (Filmden önce :) ) 
Gözde: Yine İngilizce denedim, yine olmadı! 
Merve: Daisy için değmezdi azizim. 
Burcu: Anlatıcı karakter gereksizdi! (Sanırım bu da filmden önce :) ) 

Kitap söyleşisinin sonrasında ise, vizyondaki Muhteşem Gatsby'i izlemeye gittik. Film için herkesin tek bir yorumu oldu: "MUHTEŞEM!" Tavsiye ediyoruz... O güzel filmden güzel bir parçayı da paylaşıp, önümüzdeki ay görüşmek üzere diyoruz! 








05 Mayıs, 2013

"Yaşanan an da anı olacak." - Savinio

Belki benim eksikliğim; ama Tezer Özlü ile tanışmam bu kitapla oldu. Kalanlar, İstiklal'e her gidildiğinde uğranan Yapı Kredi Yayınları'ndan arka kapak yazısı bile okunmadan alınan ve bir dost tarafından bana hediye edilen bir kitap.

Riva'da "Kalanlar"
Eğer şu sıralar görece keyifli ve sağlam bir ruh haline sahip olmasaydım, aslında beni hayata küstürebilirdi okuduklarım. Olumsuz bir yorum olarak algılanmasın bu. Aksine; oldukça güçlü, oldukça gerçek, oldukça bana yakın, sıklıkla kafa yorduğum düşünceleri okudum Kalanlar'da. Zeminim biraz kaygan olsaydı ya da kitabı Riva'da dere kenarında, yeşillikler içerisinde okumuş olmasaydım, okuduklarım ve okudukça düşündüklerim 'kendini özgürleştirecekti, fırlayacaktı, bir roket gibi evrene, boşluğa, sonsuz boşluğa". Sonuçta ben de onun gibi "her zaman güzelliklerin değil de güçlük, terslik, acı ve öfkenin peşinden koşan bir insanım".


Güzelsin Tezer Özlü. Güzel ve kadın...
Tezer Özlü'nün hayatını ve yaşadığı psikolojik rahatsızlık dönemini okuyunca; kitapta hayata, acıya, baskıya, insan olmaya, aşka, özleme ve ölüme dair olan cümlelerini daha iyi anladım.
Yorulmuş Özlü; bu hayattan, bir zamanlar yaşadığı ülkeden, "birer fabrika ürünü gibi görünen dünya insanları"ndan, onları düzeltmek için çabalamaktan yorulmuş, insan olma çabası yormuş onu. Ve sonunda da bırakmış, uzaklaşmış onlardan. Hayran olduğu Pavese'nin sözleriyle seslenmiş her şeye: "Ne kadar can sıkıcısınız hepiniz." Bıkmış ve aslında artık biraz da 'onlardan' olmak istemiş: 'uykularını uyuyan, iştahlarını yiyen, sevişme isteklerini boşaltanlardan' olmak istemiş.

Yirmili yaşlarını "aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını" arayarak geçirmiş. Düzenden ve güvenden kaçarak yaşamış, aklın yetmediği yerde çılgınlığın özgürlüğünü keşfetmiş. Otuzlu yaşlarındaysa, kendisinin deyimiyle, ne akıllı ne de çılgınmış. Sürekli özlem durumunda yaşamış. Özlemek, varlığının bir parçası olmuş. Bu yüzden de diyor ki: "Özlemlerim kalmadı." Bu tanımlama önce garip gelse de, sonra anladım özlemin içselleştirilmesini ve sürekli özlemekle yaşamak hissini.

Bu kısacık kitabın kısacık yorumunda özetle diyebilirim ki; Kalanlar, akılla çıldırmanın arasında gidip gelmiş, özlemiş, acı çekmiş, bunları içselleştirmiş, ölümü beklemiş, dış dünyayla barışamamış, kendisiyle yaşamış, 'acıyla bağlantılı mutluluğunu sevmiş' güzel bir kadının ardından kalanlar... Yaşamak da güç gelmiş ona, ölmek de; ama sonunda 43 yaşındayken 'hayat' onun adına yapmış seçimi: ölmek.
Riva'dan "Kalanlar"




04 Mayıs, 2013


Beğenmeyen Okumasın ekibi, bu ay da Charles Dickens'in Büyük Umutlar isimli eserini tahlil etmek için bir araya geldi... Güzel bir tesadüf olarak, Helena Bonham Carter ve Ralph Fiennes gibi isimlerin de yer aldığı Büyük Umutlar uyarlaması vizyona yeni girmişti. O yüzden kitap sohbetimizden sonra Atlas Sineması'nda bir de filmi seyrettik.

Cafe Kafka, Beyoğlu

Kitap tam bir edebiyat şöleni! Kimsenin bu bağlamda bir eleştirisi olmadı... (Olan çarpılır :-) ) Ancak bol bol grilik, sefalet, ahlaki çöküntü ve drama biraz iç karartabilir, bunu da burada söylemiş olalım. 

Filmin ise ilk yarısı oldukça sıkıcıyken,  ikinci yarısı büyük oranda başarılıydı. Eh tabii başrollerde Ethan Hawke ve Gwyneth Paltrow yok ama en azından kitaba sadık kalınmış. 1998 yılı versiyonunda ana kahraman Pip bile bizlere Finn olarak sunulmuştu!

Not 1: Fotoğraflar kitabın ve filmin griliğine atıfta bulunularak siyah beyaz yüklenmiştir.

Herkes ayrı telden...

Not 2: Mine Oda Yayınları'nı tercih ederken, Merve & Burcu kitabı Can Yayınları'ndan okumuş. İngilizce versiyonunu ben  arkadaşlarıma hava atmak için Londra'dan almıştım, ancak Dickens'ın harika dili yüzünden bitiremeyip rezil oldum. (Londra'da ayrıca bir Dickens Müzesi bulunduğunu söyleyip, edebiyat turizmine katkı da yapmış olalım!) Ve Gözde Kindle'dan sonra şimdi de iphone ile teknoloji bağımlılığını sürdürüyor... Özlem ne okudu bilmiyoruz, zira şehir hatlarının çalışmaması sebebiyle Anadolu yakasında mahsur kalıp toplantıya katılamadı...

Not 3: 1998 yılındaki uyarlamayı eleştirdik ama onun da müzikleri harikaydı diyerek güzel bir hatırlatma yapalım:





Bir dahaki buluşma metnimiz Nabokov'dan Lolita... O zamana kadar tekil incelemelerimizle esenkalın sevgili okurlar!

19 Mart, 2013

Eksik kadroyla da olsa, kararlaştırdığımız gibi 16 Mart Cumartesi akşamı Taksim'deydik, tarihi Cumhuriyet Meyhanesi'nde tartıştık kitabı.

Alt metin, semboller ve benzetmeler bulmak için çok uğraşsak da, sonunda karar verdik ki, oldukça etkileyici olan bu hikayeyi aslında dümdüz okumalıyız.

Toplumsal düzen, medeniyet, insanlar arasındaki statüler aslında ne kadar pamuk ipliğine bağlı ve insanın doğası aslında ne kadar kötü, bunu gösteriyor "Körlük".


Fotoğrafta çıkmak için çok uğraşsam da en azından başarabilmiş olmak güzel

Aslına bakılırsa, cumartesinin özeti;"körlük bahane, sohbet şahane" idi. 

15 Şubat, 2013

Soruya cevabınız evetse, Hüseyin Rahmi'nin 1924 yılında Son Telgraf gazetesinde tefrika edilen ve Everest tarafından basılan "Ben Deli miyim?" adlı eserini okuyup, bu soruya yeniden cevap vermenizi öneririz. Zira, zararsız/tehlikeli deli olmak arasında ince bir çizgi olduğu kadar dağlar kadar da fark var!

Not: Kulübümüze yeni katılan Mine'ye hoşgeldin diyoruz...

Taksim, Deep Restaurant 



Everest Yayınları, 2011 



Ne dediler? 
Merve: Şadan'la kimyamız uyuşmadı!
Burcu: Şamdan'da kendimden bir şeyler buldum! 
Mine: Dönemine göre cesur bir roman! 
Özlem: Ben deli değilim, onu anladım! 
Gözde: Psikoloji üzerinde çok fazla durmuş. Bizimle "değılsın." 
Hazal: Herkesin dondurmasına tükürmek istiyorum! 







10 Aralık, 2012

Beğenmeyen Okumasın ekibi, bu akşam Halide Edip Adıvar'ın Handan romanını tartışmak için toplandı.
Kindle'dan Retro'ya geçiş...



Ama tartışılan kitaptan ziyade,Yaprak Dökümü'nün, Aşk-ı Memnu'nun, Dudaktan Kalbe'nin dizi olduğu şu dönemde bu kitabın uyarlamasının kaç sezon prime time gösterilebileceği oldu. Hatta oyuncuları bile bulduk. Az sonra!

Öncelikle kitapla ilgili birer cümlelik düşünceler: 

Burcu: Ateşle barut yan yana durmaz...
Özlem: Gene okumadım...!
Gözde: Kadın devamlı ilgi odağı olmak istiyor, böyle bir dünya yok!
Merve: Erkek karakterlerin hepsi gerizekalı!
Hazal: Yapımcıları göreve davet ediyorum!


Kim hangi karakteri oynasın? 
Üç farklı Handan, favorimiz belli...
Bu sorunun üstünde de epey bir vakit geçirdik. Verimli bir çalışma olduğu kanaatindeyiz. Eğer olur da senaryo istenirse, en az 3 sezon izleyiciyi hezeyandan hezeyana sürükleyecek bir çalışma da yapabiliriz. Bunu da burada belirtmiş olalım. 
Yalnız başrol candır dediğimizden, bunu seyirciye sormak istiyoruz. Lütfen Handan karakteri için önerdiğimiz isimler arasından bir seçim yapınız! 

Neriman: Hazal Kaya ( Sebebiyle açıklayalım: Çünkü Neriman,Türk edebiyat tarihinin Nihal Ziyagil'den sonra gelen en sümsük karakteridir. Hazal Kaya'nın son ana kadar hiçbir şey anlamadan bu rolün de üstesinden geleceğine eminiz) 

Refik Cemal: Cansel Elçin (O ne yere bakan yürek yakandır o!)

Hüsnü Paşa: Emre Kınay (İyiyi de kötüyü de güzel oynar...)

Server: Kutsi (Panik yok, sadece mektup okuyacak...)

Nazım: Nejat İşler (İlk çeyrekte karakter öldüğü için, diziden ayrılarak istikrarlı bir gidişat sağlayacak...)

Cemal Paşa: Çetin Tekindor (Arada buğulu konuşmalar yapacak)

Ve ana karakterimiz Handan: 
a-Cansu Dere
b-Deniz Çakır
c-Nergis Öztürk
d-Ahu Türkpençe
e-Fahriye Evcen 

Merak etmeyin kim kazanırsa kazansın, geriye kalanlar Hüsnü Paşa'nın sevgilileri olarak boy gösterecektir. 

Gerçekten de eğlenmişiz, diğer buluşmamıza kadar esenkalın...







26 Eylül, 2012

Beğenmeyen Okumasın ekibi, Zorba ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nden sonra Nietzsche Ağladığında buluşmasını gerçekleştirdi! Kitapla ilgili çok farklı yorumlar yapsak da, sanırım ortak paydamız şuydu: 19. yüzyılda Viyana güzel bir yerdi!

Not 1: Grubun bir diğer üyesi Aysun Kıran Londra'ya doktora yapmaya gittiğinden, toplantılarımıza katılamayacak. Ancak umuyorum ki, yazılarına devam edecek. Başarılar diliyoruz. 

Not 2: Bu fotoğrafın çekildiği yer, pilavdan karınca çıkınca "karınca yürüyen bir hayvandır" diyerek geçiştiren, çay istediğimizde "bu saat oldu demleyemeyiz" diyen Klemuri'dir.

Not 3: Gözde'nin elindeki Kindle'dır.