Dünya Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dünya Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ağustos, 2014



  "Oh Captain, My Captain" ya da Robin Williams'a Veda


"Kopar goncaları henüz vakit varken
Anlamazsın zaman nasıl kanatlanır, uçar gider 
O gonca sana gülücükler saçarken bugün 
 Gelince yarın, sararır solar, boynunu büker"


Bu hafta yazmak için seçtiğim kitap aslında Japon öykü yazarı Ryunosuke Akutagava'ya ait Rashomon'du. Ancak 11 Ağustos'ta Robin Williams'ın aramızdan ayrılışı nedeniyle, ki kendisinin benim için çok derin ve büyük bir anlamı vardır, bu yazıyı Ölü Ozanlar Derneği üzerine yazmaya karar verdim.


Ölü Ozanlar Derneği, 1989 yılında vizyona girmiş bir film aslında. Bilinenin aksine film kitaptan uyarlama değil. Hatta 1990 yılında Akademi tarafından "En İyi Özgün Senaryo Ödülü"ne layık görülmüş. Ama öte yandan da aynı sene içinde filmin kitabı da yayımlanmış. Filmin senaryosunun yazarı ile kitabın yazarı farklı insanlar. Tom Shulman, kendi hayatından esinlenerek senaryoyu yazmış. Konuya ilişkin çok fazla bilgi bulunamasa da, filmin kitap versiyonunu yazan ise N. H. Kleinbaum'dur. Özgün senaryo, film ve kitap arasında bazı nüanslar bulunsa da temel olarak geçen konu, kişi ve olaylar birbirine çok yakın. 


Ölü Ozanlar Derneği, çok sert eğitim anlayışına sahip, "Gelenek", "Onur", "Disiplin", "Yetkinlik" ilkelerini benimsemiş, sadece erkek öğrencileri kabul eden Welton Akademisi'nde geçiyor. Okul, bir asırdır verdiği katı eğitimle üniversiteye pek çok başarılı öğrenci yetiştirmesiyle ün salmıştır. Dersler büyük bir ciddiyet ve disiplin içinde işlenmektedir ve öğrencilerin müfredat ve okulun belirlediği boş zaman etkinlikleri dışında bir işle uğraşmaları yasaklanmıştır. Tüm bu "düzen" okula yeni gelen ve aynı zamanda da okulun eski bir mezunu olan edebiyat öğretmeni Mr. Keating (Robin Williams) ile değişmeye başlar. Geleneksel eğitim yöntemlerinin dışında, öğrencilerin kendilerini keşfetmesine olanak sağlayan ve "Carpe Diem" anlayışını onlara aşılayan Mr. Keating bir anda öğrencilerin en gözde öğretmeni olmayı başarır. Öğrenciler en başlarda Mr. Keating'in yöntemlerini garipseseler de sonrasında, eski okul yıllarından "Ölü Ozanlar Derneği"ni keşfederek onun yolundan gitmeye karar verirler. Bu derneğin amacını Mr. Keating şu sözlerle anlatır;

"Ölü Ozanlar Derneği yaşamın iliğini özümsemek amacıyla kurulmuş bir dernekti. Her toplantımızda yinelediğimiz bu cümleyi Thoreau söylemiş. Küçük bir gruptuk, Eski bir mağarada toplanırdık. Sırayla Shelly, Thoreau, Whitman'dan şiirler okur, kendi dizelerimizi söylerdik; hepimiz kendimizi bu anın büyüsüne kaptırırdık." 


Derslerden artakalan zamanlarında ormanın içindeki gizli mağarada toplanan gençler, hem şiirin insanı kuşatan cazibesini, hem de kendi amaç ve arzularını keşfetmeye başlarlar. Ölü Ozanlar Derneği üyesi olan Neil Perry çok başarılı bir öğrencidir ve bu süreç içinde tiyatro yapma tutkusunun farkına varır. Yakınlarındaki bir okulda yapılan tiyatro seçmelerine, babasına karşı çıkmak pahasına, katılır ve kazanır. Oyuncu olmak onun için artık hayatının yegane amacı haline gelmiştir ancak bunu babasına anlatması (babasının da bu tutkuyu anlaması) mümkün değildir. Bu nedenle her şeyi büyük bir gizlilik içinde yapar. Ancak babası bir şekilde oyunda yer alacağını öğrenir ve şiddetle karşı çıkar. Babasının tüm karşı çıkışlarına rağmen Neil Perry oyunda yer alır ve büyük bir başarı gösterir.

Neil dışında da hayatında değişiklikler yaşayan öğrenciler vardır. Örneğin Knox Overstreet, Chris adında bir kıza aşık olmuştur ve ona olan aşkını ifade edip onunla birlikte olmak için elinden geleni yapma cesaretini "Carpe Diem" ile bulur. Bir diğeri ise okula o sene ailesinin zoruyla kaydolan Tedd Anderson'dur. Tedd'in ailesi onula hiç ilgili değildir, tek istedikleri aynı okuldan mezun ve çok başarılı bir öğrenci olan ağabeyinin izinden gitmedir. Ağabeyinin gölgesinde olmak, ailesinden yeterli destek ve ilgiyi görememek, aynı zamanda sevmediği bir okula uyum sağlayıp tutunmaya çalışmak Todd için çok güçtür. Todd, hassas ve yetenekli bir genç olmasına rağmen tüm bu nedenlerden ötürü, içine kapalı ve utangaçtır. Mr. Keating ise Todd'un içinde gizli olan yeteneğin farkındadır ve bunu ortaya çıkarması için onu zorlamaktadır. Bir gün edebiyat dersinde onu şiir okuması için sınıfın önüne çıkarır ve tüm bakışları, gülüşmeleri görmezden gelerek içindekileri dışa vurmasını sağlar. Yaşadığı bu deneyim Todd için çok önemli bir adım olmuştur. Ve bu adım için Mr. Keating'e çok şey borçlu olduğunun da farkındadır. Maalesef her şey bu kadar güzel gitmez. Ön bilgi vermemek için daha fazla detaya girmeden toparlamam gerekirse, yaşanan talihsiz olaylar nedeniyle Mr. Keating okuldan ayrılmak zorunda kalır. Bu istenmeyen ayrılık karşısında, onu seven ve öğrettiklerini benimseyen öğrencileri, ona yakışır şekilde veda ederler.



Ölü Ozanlar Derneği benim için yeri apayrı olan bir film ve romandır. Her ne kadar romanı önce okumuş olsam da, Robin Williams'ın da etkisiyle filmin bendeki yeri daha önemlidir. Sistemi eleştirmeyi ve özgür düşünmeyi öğreten idealist bir öğretmen özlemi yaratmıştır. Aynı zamanda beni Whitman ve  Thoreau ile de tanıştırmıştır. Ölü Ozanlar Derneği her ne kadar sonrasında "eğitim sistemi eleştirir gibi yapan ama aslında düzenin dışına çıkanların cezalandırılacağı alt metnine sahip" diye eleştirilse de, bana göre bu insafsız bir eleştiridir. Şöyle ki; talihsiz olayların yaşandığı, çocukların kabuklarına çekildiği ve eski düzendeki hayatlarına devam ettiklerini gösteren bir sonla bitmiş olsa da , o gençlere verilen "özgür düşünce ve anı yaşa" ilkeleri içlerine yerleşmiştir. Aynı zamanda yaşanan son her ne kadar istemesek ve beğenmesek de gerçeğe uygundur. Büyük değişimler ve devrimler zaman gerektirir, acı çektirir, sancılıdır. Bu açıdan ben filmi ve kitabı gerçeğe uygun ama umut vadeden bir yerde görüyorum. 

Kitaptan altını çizdiğim yerlere gelince;

"Eğer bir şeyden eminseniz, buna bir de başka bir açıdan bakmaya zorlayın kendinizi.Aptalca veya yanlış olduğunu düşünseniz bile yapın bunu. Bir şey okurken yalnızca yazarın düşüncelerini dikkate almakla kalmayın, bu konuda kendinizin de ne düşündüğünü tartın. Kendi benliğinizin sesini bulmaya çalışın çocuklar. Ve buna başlamak için ne kadar çok beklerseniz, onu bulmanız o kadar güçleşir. Thoreau demiş ki: 'İnsanların çoğu sessiz bir umutsuzluk içinde yaşamlarını sürerler!' Neden buna boyun eğelim? Yeni yollar aramaktan asla kaçınmamalısınız." (53)

"Bu yarışta şansım az, ama ben yine de korkusuzca çarpışacağım" (61)

"Bir insan ne başarabileceğini görmek için, tamamen yalnız kalmalıdır." (61)

"Şiiri sözcüklerle sınırlamayın. Müzikte, bir fotoğrafta, bir yemeğin hazırlanış biçiminde esin kaynağı olan herhangi bir şeyde karşımıza çıkabilir ama yine de kesinlikle sıradan değildir. Gökyüzü veya bir kızın gülüşü, konu ne olursa olsun yazın ve sonunda şiirinizin kurtuluş gününü, kıyamet gününü ya da herhangi bir günü anımsatmasını sağlayın. Önemli olan yazdığınız şiirin bizi aydınlatması, bizi heyecanlandırması, bir esin kaynağı olması ve kendimizi bir nebze ölümsüz hissetmemizi sağlamasıdır, gerisi boş." (63)




ve son olarak Whitman'dan

"Ah ben! Ah Yaşam!
bütün bu sorulara tekrar tekrar sorulan,
bu sonsuz akıp giden trenlere,
vefasızca şehirleri delilerle dolduran.
ne olmalı yanıtım, Ah ben, Ah yaşam?

Yanıt

sen burlardasın -yaşam ve kişilik var olsun diye
bu güç oyun sürüp giderken, sen de katılırsın belki bir gün, kendi dizelerinle"






Son not:
Bu yazı Mr. Keating'i canlandıran usta oyuncu ve ilk aşklarımdan Robin Williams'ın anısına yazılmıştır. Onu çok özleyeceğim. Oynadığı pek çok karakterle hayatımda o kadar önemli bir yer elde etti ki, şimdi bir boşluk hissediyorum.
Ölü Ozanlar Derneği'ni, Ölü Ozanlar Derneği yapan Robin Williams'tır benim için. O umut dolu gözlerle öğrencilerine bakarken, benim içim de umut dolar. Hayatın ne kadar kısa olduğunu, bu kısıtlı süre içinde gençlik rüyalarını yitirmenin aslında yaşamı yitirmek anlamına geldiğini ve bu nedenle "anı yaşama"nın ne denli önemli olduğunu size fark ettirir. Hayata başka açılardan bakmak gerektiğini söyleyip masanın üstüne çıkması, benim için de eşi bulunmaz bir derstir. Okuldan ayrılmak zorunda kaldığında ben de kendimi en az o çocuklar kadar suçlu, utanç içinde ve rehbersiz kalmış hissederim.

Keşke aramızdan ayrıldığını hiç öğrenmeseydim de, benim için o dünyanın bambaşka bir köşesinde halen yaşıyor ve gülümsüyor olsaydı. Sadece Ölü Ozanlar Derneği de değil, Good Will Hunting, Patch Adams, Mr Doubtfire, Hook, Fisher King gibi filmlerde canlandırdığı karakterlerle de yeri doldurulmaz bir seyir ve hayat deneyimi yaşattı bana. Tüm bunlar için ona teşekkür etmek istiyorum. Onsuz bir dünya eksik olurdu, iyi ki vardı, benim için filmleriyle var olmaya devam edecek. Seni çok özleyeceğim "Oh captain, my captain". Seni seviyorum Robin Williams.

09 Ağustos, 2014

Philip K. Dick'ten Kıyamet Sonrası Sorunsalı:
Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi?

2000 yılına girmeden günler öncesini hatırlıyor musunuz? Milenyum yılları başlayacak diye büyük bir heyecan vardı. Buram buram doksanlar kokan günler sanki bir anda yok olup uçan arabalar aniden gökyüzünde dolaşacaktı. Bankalar ve bilgisayarlar çökecekti. Geçmişin bütün sorunları hiçbir iz bırakmadan gelecekte çözülecekti. Jules Verne ya da Ay’a Seyahat’ten beri izlediğimiz ve okuduğumuz bütün gelecek senaryoları bize uzak gibi gelen yakın bir gelecekte bir bir gerçekleşecekti. Ama hiçbiri beklediğimiz gibi olmadı. Hatta ben bozuk rus salatası yüzünden 2000 yılının ilk gününde hasta bir şekilde bütün gün yattım. Bir-iki yıl sonra ise hiç hayal etmediğimiz bir geleceğin içinde yuvarlanırken bulduk kendimizi.

Bu hayallerin hepsi insanlığın tarih boyunca kurduğu gelecek algısının yansımalarıydı. Ancak bugün sahip olduğumuz teknolojik imkanlara, geçirdiğimiz toplumsal değişimlere ve yaşadığımız siyasal gelişmelere yönelik tavrımıza bakınca, insanlığın kafasındaki gelecek ile yaşanılan gerçeklik arasındaki uyuşmazlığın yarattığı bir dalga sanki üzerimize doğru geliyor. Çevresi, elindekileri, algıladıkları değişip değiştirilirken, insan her seferinde varlığı ile ilgili aynı soruları bıkmadan sorup duruyor. Cevabı ortada yok ve her gelen yeni nesil tarihi birikime rağmen o soruları bırakıldığı yerden sırtına alıp adeta sıfırdan başlıyor. Her gelen yeni nesil sorular ile farklı şekilde başa çıkıyor. Bir 50 yıl içinde yaşanması ne yazık ki mümkün olabilecek bir gelecekte, nükleer bir dünya savaşının ardından dünya tozla ve radyasyonla kaplı olduğunda hâlâ varlığımız ile ilgili aynı soruları sorarken bulursak kendimizi, bununla nasıl başa çıkacağız? İşte, Philip K. Dick'in bilimkurgu türündeki eseri kıyamet sonrası bir zamanda insana dair bu tür sorgulamaların üstesinden gelmeye çalışıyor.

Eser, kıyamet sonrası dünyada eko-sistemin ve pek çok canlı türünün nükleer bir dünya savaşı sonrası yok olduğu bir gelecekte geçiyor. Sağ kalan hayvan sayısı bir hayli sınırlı ve bir hayvan sahibi olmak bir statü göstergesi haline gelmiş. Hayatta kalmış pek çok hayvan türü, günümüzde ev ya da arabaya sahip olmak gibi, statüsü ile beraber mutluluk getirdiğine inandığımız tüketim nesnelerine dönüşmüş. Ana karakterimiz Rick Deckard, elektrikli bir koyuna sahip olmasına rağmen gerçek-canlı bir hayvana sahip olma motivasyonu ile çalışan bir Android avcısıdır. Teknolojik açıdan baya ilerlemiş olan Android’ler tıpkı insana benzemektedirler. Hatta yerleştirilen hafıza ile sahte bir geçmiş ile yüklü olup Android olduklarının farkında bile değillerdir. Onları insanlardan ayıran temel nokta empati yeteneğinden yoksun olmalarıdır. Bu sayede de uygulanan testlerde Android oldukları tespit edilir. Kullanım süreleri 2 yıldır ve bu süreden sonra “yok edilmeleri” yani ana karakterimizin deyimiyle “emekli” edilmeleri gerekir. Rick, 6 tane kaçak Android’i bulup emekli etmesi için verilen görevi yerine getirmeye çalışırken bir yandan da insan ontolojisine ve gerçeklik algısına dair sorgulamaların içinde buluyor kendini.

Her kitap içine girdiği türün özelliklerine bağlı olarak beklenti yaratır. Bilimkurgu kitapları ise okuyan kişide hayal gücünü coşturacak bir içerik görme beklentisi doğuruyor. Kitap bu konuda pek çok ilginç ayrıntıya sahip. Okuyucular bu konuda tatmin olacaktır. Ancak teknolojik gelişmeler ya da insanlığın dünyayı sürüklediği felaket bir yana, bu eserde varlığımıza dair sorular ve içinde olduğumuz gerçeği algılamak konusunda yaşanılan çıkmazlar daha ön planda duruyor. Bunu görünüşte tıpa tıp insana benzeyen Android’lerin robot olduklarının bile farkında olmadığı bir dünyada, insanların kendi varlığının gerçekliğini hissetmek için gösterdiği çabada fark ediyorsunuz. Gerçek-canlı hayvan sahibi olmak konusundaki saplantı ya da bir Mesih’in izinden pek çok insanın çoklu bilinç üzerinden birbirini hissetmesini sağlayan empati kutularının kullanılması gibi kitapta geçen noktalar bu çabaya örnek oluyor. Bütün bu çabaların hepsi bir şekilde insanlar tarafından yaratılıp çaresizce kullanılırken; yazar okuyucuyu ne kadarının sentetik, ne kadarının gerçek olduğuna dair daha derinden bakmaya yöneltiyor. Bütün bunlar günümüzde de yaşadığımız günlük buhranların başka versiyonlarına benzediğinden aslında ne kadar bilimkurgu olsa da bugün için de geçerli olan sorgulamalar yapmış oluyorsunuz. Bir de insan gibi davranan, kendi isteği ile seçimler yaptığını sanan ama aslında sahte bir hafızaya sahip programlanmış Android’ler var. Onların üzerinden de bu analizleri yaptığınızda sorun daha çarpıcı hale geliyor. Hatta bu sayede şu an bile Android’ler ile çevrilmiş olduğumuzu hissedebilirsiniz.

Kitabın anlatmak istediklerinden bağımsız olarak üzerinde durmak istediğim birkaç nokta var. Şöyle ki, kitabı okumaya 2-3 kez başlayıp yarıda bıraktım. Kitabın ilk 10-15 sayfası bir türlü beni yakalayamadı. Ancak bunu geçince 289 sayfalık kitabı bir günde bir solukta bitirdim. O nedenle başta biraz sabır gösterirseniz sonra karşılığını alacaksınız. Bir de yayıncı Altıkırkbeş ile ilgili bir yorum yapmak isterim. Kitaba dalıp giderken sık sayılacak şekilde basım hataları ya da eksik basılmış noktalama işaretleri görmek gerçekten sinir bozucu. Bu nedenle okurken arada bir asabiyetle dikkatiniz dağılabiliyor. Umarım sonraki baskılarda bu hatalar düzeltilir.

Kitaptan çokça bahsettim ancak yazar daha çok ilgiyi hak ediyor. Eğer henüz yazar Philip K. Dick’i duymadıysanız eminim eserlerinden uyarlanmış filmlerin en azından birini biliyorsunuzdur. Azınlık Raporu (Minority Report), A Scanner Darkly, Totall Recall ve yazısını yazdığım eserden uyarlanan Blade Runner (Bıçak Sırtı) gibi pek çok film, yazarın kitap ve öykülerinden çekilmiş. Yazar türlü uyuşturucu ve psikolojik sorunlarına rağmen çok sayıda kaliteli ve klasik sayılabilecek bilimkurgu eseri yayınlamış. Hatta yazar Ursula K. Le Guin’e ve pek çok yönetmene de ilham olmuştur. Eserlerinde dikkat çeken bir diğer nokta ise bu eserinde de yaptığı gibi bir anda gerçeklik ile oynaması. Aniden gerçeklik algısında bir atlama yapıyor ve okuduğunuz kısım gerçek miydi yoksa karakterin hayali miydi tam anlamıyorsunuz. Ayrıca eserlerinde arka planda kurulu bir sistemin eleştirisi oluyor. Bu bir polis devleti de olabilir, güçlü bir şirket ya da otoriter bir hükümet de. Eğer bilimkurgu alanındaki kitapları keşfetmek istiyorsanız Philip K. Dick'in eserleri ile başlamanızı tavsiye ederim. Çünkü felsefik ve sosyo-politik temalar ile  bilimkurguyu robotlar ya da uçan arabalar okumaktan öte bir noktaya taşıyor.

02 Ağustos, 2014

"Korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da yaşanmayan hayatlardır." 


İnsan bir kere tanıştı mı, uzun süre ayrı kalamıyor Bukowski'den. Beni en çok etkileyen tarafı nedir, henüz buna net bir cevabım yok; ancak Sait Faik'le ara verdiğim Bukowski yolculuğuma, hayatının son yıllarında yazdığı günlüklerden oluşan Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi ile devam ediyorum. Malum, daha önce Bukowski'den Ekmek Arası ve Kahramanın Yokluğu'nu okuyup burada da yazmıştım. Kaptan bir arkadaşımın uzun yola çıkmadan önce bana okumam için verdiği Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi isimli bu kitaba ise itiraf ediyorum ki, bir süre başlamak istemedim. Hem ismi hem de günlük şeklinde yazılması biraz mesafeli yaklaşmama neden oldu sanırım. Hata yaptığımı, kitabı 'şöyle bir karıştırmak' için elime alıp bir çırpıda birçok yerin altını çizerek okuyup bitirdiğimde anladım. 

Parantez Yayınları tarafından basılan Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi, Bukowski'nin 28.08.1991 ile 27.02.1993 yılları arasında, yani ölümünden bir sene önce, kaleme aldığı günlüklerden oluşuyor. Kitabın içinde ayrıca, Robert Crump'ın çizimleri de yer alıyor. Bukowski bu yıllarda artık yazarlığının doruklarında, ölümünden önce yayınlanan son kitabı olan Pulp'ı yazmakta, maddi anlamda çok da sıkıntısı kalmamış, yaşarken de tanınır hale gelmiş; yani kelimenin tam anlamıyla "olmuş" bir durumdadır. Namıdiğer Pis Moruk yazdıklarına, hayata dair yaptığı çıkarımlara, düşüncelerine sonuna kadar güvenmekte, sadece yazmayı, tek başınalığını, kedilerini ve -tam emin olamamakla birlikte- eşi Linda'yı sevmekte, insanların genelinden hoşlanmamaktadır. Hoşlanmadıklarına tüm yazarlar, şairler, hipodromdaki bahisçiler, biletçiler, yolda onu tanıyıp onunla konuşmak isteyenler, gazeteciler ve hatta biz de dahiliz. Öyle ki bunu, daha günlüğün başlarındaki şu cümlesinden rahatlıkla anlayabiliyoruz: "En iyi okur ve insan beni yokluğuyla ödüllendirendir." 

Elbette, bu kitabı yazdıktan kısa bir süre sonra öleceğini bilmiyordu; ama ömrünün son dönemlerinde olduğunun oldukça farkındadır Bukowksi. Bunu, sürekli yaşlılıktan, ölümden ve hayatın manasızlığından bahsetmesinden rahatlıkla görebiliyoruz. Ölümden bahsederken, tam da kendinden bekleneceği üzere, ölümden korkmadığını da görüyoruz. 30.09.1991 tarihli günlüğünde diyor ki: "Yakında öleceğimi biliyorum ve bunu çok garipsiyorum. Gitmesini bilmek lazım. Depomuzdaki yakıttır ölüm. Devam edebilmek için ihtiyacımız var. Zamanı geldiğinde gitmezsek çevreyi kirletiriz." Ölüme bu kadar yakınken ona bu derece olgun ve umursamaz yaklaşabilmek, herhalde çok az insanın başarabildiği bir şeydir. Ölüme bakış açısı konusunda Bukowski'nin kendimi bulduğum cümleleri ise 24.08.1992 tarihli günlüğünde yer alıyor: "Bensiz bir dünya tasavvur etmeye çalıştım geçen gün. Hayat her zamanki gibi sürüyor ve ben içinde değilim. Ne tuhaf, çöp kamyonu gelip çöpü alıyor ve ben orada değilim. Gazete kapının önünde yerde duruyor ve ben eğilip almıyorum çünkü yokum. Olacak iş  değil." Evet, gerçekten bu olacak iş değil. Ben öldükten sonra dünyanın hiçbir şey olmamış gibi -aslında evet, dünya için benim yokluğum çok da büyük bir 'şey' değil- dönmeye devam edecek olmasını çocuksu bir şımarıklıkla kabul edememiş şahsımın, bu cümlelerde kendini bulması hiç de anormal değil.

Kitapta aslında ölümün yanında hayatla ilgili de bolca nokta var Bukowski'nin değindiği. Hayatın ne olup ne olmadığı, tuzakları, insanların yaşayışları ya da nasıl yaşamaları gerektiği, paranın hangi durumlarda sorun edilebileceği (çok fazla ya da çok azsa sorun teşkil edermiş), kedilerin neden insanlardan daha iyi göründüğü (günde yirmi saat uyudukları içinmiş), yetmiş yaşındayken tırnak kesebilmenin bir mucize olduğu, ölümün bekleyene de beklemeyene de geleceği, olmayan bir şeyin geliştirilemeyeceği, bu yüzden içinde yaşadığımız sistemden ne köy ne de kasaba olabileceği, bozgun sonrasında güç toplamak kadar öğretici bir şeyin olmadığı, insanın kendini boş bir testi gibi hissettiğinde intiharı bile düşünemeyeceği, bazı dönemlerde dükkanlardaki tüm gömleklerin gerizekalılar tarafından tasarlanmış olduğu, ihtişamın devinimde ve 'hodri meydan' diyebilmekte ve insanlığın neredeyse tamamının kalın bir b.k parçası olduğu gibi konularda birçok tespiti var kendisinin ve tabii ki birçoğuna da hak verirken buldum kendimi. Kitabın arka kapağında da ölümden ziyade, devinime, bugüne, bugünün önemine işaret eden kısım alıntılanmış: Kimseyle yarışmıyorum ve ölümsüzlüğe dair düşüncelerim yok. (...) Ölümün canı cehenneme. Her şey bugün, bugün, bugün." Katıldığım her cenaze ya da aldığım her ölüm haberi sonrasında bu dünyadaki tüm çekişmelerin, hırsların, uğraşların boşuna olduğunu anlayıp, kendimi hiçbir şey için yıpratmamaya karar verip, iki gün sonra bunu tamamen unutan biri olarak, Bukowski'nin şu cümleleri unuttuklarımı yine hatırlattı: "Bu kadar insan ne yaparlar? Ne düşünürler? Hepimiz öleceğiz, hepimiz. Ne sirk! Bunu bilmek birbirimizi daha çok sevmemiz için bir neden olmalı, ama değil. Son derece önemsiz şeyler bizi dehşete sürükleyip dümdüz ediyor, yutuyor."

Kendine, yalnızlığına, yazılarına bu derece güvenen, canının istediği şekilde yaşayan, dünya üzerinde tek imrendiği şey kedileri olan bu adama, yazılarını her okuduğumda ayrı bir hayranlık duyuyorum. Yazımın başında Bukowski'nin beni neden bu derece etkilediğini henüz bulamadığımı söylemiştim. Bu yazı sırasında sanırım nedeni buldum: Ben de onun kadar güçlü olabilmek istiyorum. Onun kadar güçlü olmak ve kendine yetebilmek, en ufak bir şeyde desteğe ihtiyaç duymamak istiyorum; ancak bu kısa kitabın kısa yorumu olan yazımı yine de, onun kendine olan güveniyle değil, olmak istediğiyle bitiriyorum: "Bir daha dünyaya gelsem kedi olmak isterim. Günde yirmi saat uyuyup beslenmeyi beklerim. Oturup kıçımı yalarım. İnsan fazlası ile öfkeli ve sabit fikirli". Biz insanlar fazlasıyla öfkeli ve sabit fikirliyiz gerçekten. Kim bilir, belki çok istemeye devam edersem bir sabah uyandığımda kendimi bir kedi olarak bulabilirim.

09 Temmuz, 2014

Kuzeyden seslenen öyküler...

Herkesin edebiyat alanında tutkunu olduğu, vazgeçemediği bir tür, yazar ya da dönem vardır. Bunu okurken bile aklınıza hemen çeşitli türler veya isimler geldi değil mi? Hatta eminim çoğunuzun kafasından geçenler benimki ile aynı. O da Gabriel Garcia Marquez ve onu okumamla tutkunu olduğum büyülü gerçeklik. Ciddi anlamda taktığım için Marquez'in yazdığı her bir cümleyi okumak gibi bir amaç edinmiştim kendime. Okudukça yarattığı dünyada daha fazla zaman geçirmek istiyordum sanırım. Öyküleri ile başladım ve yıllara göre ayırıp okudum pek çok kitabını. Blog için de bir dosya hazırlamayı çok istiyordum. Ancak ölümünün ardından henüz okumadığım kitaplarını elime almakta biraz daha temkinli oldum. Galiba seri halinde acele ile hepsini bitirmek istemiyorum artık. Neyse adı geçince konudan bayağı bir saptım. Kısacası demek istediğim, büyülü gerçeklik konusunda algıda seçiciyim. 

Hal böyle olunca, bilim kurgu ile büyülü gerçekliği harmanlayan ve üstüne üstlük Ursula K. Le Guin'in tavsiye ettiği bir kitabın Aylak Kitap'ta tanıtımını görünce resmen algıda nokta atışı yaptım! 
Karin Tidbeck

Bilim-kurgu ve fantazya alanlarında adaylık ve ödülleri bulunan İsveçli genç yazarın ilk İngilizce eseri olan kitap, çeşitli kısa öykülerden oluşuyor. Tanıtımlardan dolayı büyük bir beklentiye girdiğim için okurken hep nasıl bir tat alacağıma odaklandım. Bu nedenle de "hmm... içine büyülü gerçeklik mi koydunuz? biraz fazla keskin mi olmuş sanki?", "hıh şimdi fantazyanın tadı geldi" şeklinde okudum. Ancak bunu ilk bir kaç öyküden sonra anında bıraktım çünkü birden kuzeyin soğuk suları damağımdaki tüm tatları temizledi. İşte o zaman bilmediğim mekanları, isimleri ve kültürleri ilk kez tanımanın verdiği merakla okudum. Bu noktadan sonra da yukarıda bahsettiğim türler kendi özlerinden kopup bana İskandinav postunda göründü. 

İskandinav kültürü, melankolisi ve insanlarının bıraktığı izlenimler bir yana, öykülerin anaerkil yapısı ve doğayı kapsayıcı hali Ursula K. Le Guin'in tavsiyesini boşa çıkarmadı. Bütün bunlar arka planda ya fantastik bir gölge ya da tekinsiz bir gerçeklik olarak önüme çıktı.

Öyküler kendilerini tekrarlamıyor ve yer yer şekil açısından değişiyor. Her bir öykü sonrası neyle karşılaşacağınızı bilmeden bir diğerine geçiyorsunuz. Ama genel çerçevede hepsi sanki tek bir kadının tüm hayatı boyunca yaşadıklarından ve hayal ettiklerinden parçalar oluşturuyor. Buna uyumlu şekilde de öyküler biçim değiştiriyor. Bir öyküde genç bir kızın babasına mektuplarını okurken bir diğer öyküde efsanelerdeki karakterleri gerçeklikte arayan küçük bir kızın peşinde tepelerde dolanıyorsunuz. Sigorta ofisinde çalışan bir kadının telefonunu her açışında varlığının boyut değiştirdiğini okurken başka bir öyküde zepline aşık bir adam nasıl olur acabayı hayal etmeye çalışıyorsunuz. Dediğim gibi her bir öyküde farklı bir kurgu çıkıyor. Bu açıdan kitabın hafif deneysel bir çabası varmış gibi hissettim. Ancak esas olarak yazar dil engelini çeşitli kurgular ile aşarak hissettirdikleri üzerinden İskandinav kültürünü size yaşatıyor.
Son olarak yazar son sözde melankoli kelimesinin İsveççe "svarmod" ifadesi ile kullanıldığından bahsediyor. Yani "insanın varoluşun gerçeklerini umutsuzca kabullenmesi anlamına" geliyor. Bu kabul ediş Tidbeck'in ellerinde büyülü ama tekinsiz bir gerçeklik olarak biçim alıyor. Bu biçimin gelecekteki eserlerinde nasıl olgunlaşacağını umarım okuma şansımız olur. 





15 Haziran, 2014

Bir Göçebenin Hikayesi: Knulp


Daha çok Siddharta adlı eseri ile bilinen Nobel Ödüllü yazar Hesse’nin, okuduğunuzda unutamayacağınız bir karakteri ile sizleri tanıştırmak istiyorum: Knulp.

Kitabın üç öyküye bölünmüş ilk kısmında Knulp hakkındaki izleniminiz hayatını göçebe olarak yaşayan ve her gittiği yerde eski dostları tarafından sıcak bir şekilde karşılanan güler yüzlü, kibar, çekici bir adam şeklinde oluyor. Ancak Hesse bununla kalmıyor ve gittikçe karakterin iç dünyasına doğru sizi çekmeye başlıyor. O zaman aslında Knulp’un göründüğü gibi olmadığını, kalmak ile gitmek arasında bir iç çekişmede olduğunu, kendini ve seçimlerini sorgulayıp iç huzuru aradığını görüyorsunuz. Bu çekişmeler ise toplum düzeyinde bizim için uygun görülen ile kendimiz için uygun bulduğumuz ya da bulmadığımız noktasında gerçekleşiyor.

İlk öyküde Knulp hastahaneden yeni çıkmıştır ve eski bir dostunda kalmaya gider. Yerleşik bir düzeni olan, evlenmiş ve düzenli bir işe sahip olan bu dostunun yaşam şekli ile kendi yaşam şeklini sorgulamaya başlar. Ancak bu sadece bir karşılaştırma ile sınırlı kalmaz. Toplum karşısında seçtiği hayat tarzını sürekli açıklamak durumunda olmasının yarattığı bir baskı içinde yaşayan Knulp gelecek vaat eden biridir; doktor ya da öğretmen olabilecekken böyle göçebe bir hayat sürmek istemesine kimse anlam veremez. İnsanların bu tavrı Knulp’un da zaman zaman bu çerçeve içinde tanımlanmasına neden olur.

“Bu haliyle tıpkı, bir ev halkı arasında yaşamasına izin verilen, herkes onun evdeki varlığına hoşgörüyle davranıp göz yumarken, kendisi ev halkının yaşam yükü altında ezilmiş çalışkan bireyleri arasında aylak aylak dolaşıp tasa ve kaygıdan uzak, beyler gibi lüks bir hayat süren sevimli bir kediye benziyordu.”

Kitap boyunca onu sevgi ile karşılayan eski dostları Knulp'u yeri geldiğinde yaşam şeklinden dolayı eleştirme fırsatını hiç kaçırmaz. Her karşılaştığı arkadaşı bir yorumda bulunur. İnsanların eleştirilerine yol açan durum, dostlarının Knulp için daha iyiyi istemelerinden kaynaklanmaz. Asıl eleştiri yüksek potansiyeli olan bir bireyin neden bu potansiyelini toplum için kullanmayı seçmeyip göçebe bir hayat sürerek sadece kendi için yaşamayı tercih etmesine dayanmaktadır. Yazar Almanya’daki Protestan ve akılcı yaşam biçiminin bu baskıyı yarattığını ve Knulp'un hayattaki kendi rolünü ararken ancak bir noktaya kadar buna duyarsız kalabileceğini gösteriyor.
" 'Cumartesi akşamını yaptık. Bütün bir hafta canını dişine takıp çalıştıktan sonra, bu akşamın insana ne hoş geldiğini bilemezsin sen.'
'Yo, ama düşünebilirim,'  diye cevapladı Knulp gülümseyerek."
Knulp ne şekilde yaşarsa yaşasın kendisine, giyimine ve temizliğine bakan, bu konuda titizlik gösteren birisidir. Bu özelliği çevresi tarafından övülürken bir yandan da yerilir. Toplum kalıpları dışında yaşıyorsan ve çalışmayıp avarelik yapıyorsan, en azından görüntü olarak da kötü görün ki insanlar sana acıyıp hayat şekline tahammül edebilsin! İnsanlar, hayatlarına başka bir şekilde yaşamanın mümkün olmadığı inancı ile katlanıp ellerindeki ile mutlu olmaya çabalıyorlar. Knulp bu hali ile ortaya çıktığında ise onların mutsuzluklarına ayna oluyor, başka bir şekilde yaşamanın da mümkün olabileceğini gösteriyor.
" 'Şıklığı da hiç bırakmazsın elden!' dedi. 'Açlıktan nefesi kokan birisinin nihayet, ne diye hep bir kont gibi giyinip kuşanmak istersin bilmem.' "
Her ne kadar insanlar onun yaşam şekline saygı duymayıp eleştirip üzerine bir de öneriler sunsa da Knulp böyle bir şeyi başkalarına yapmayı asla uygun bulmaz. Evinde kaldığı dostunun eşi onunla beraber olmak isteyince bu durumdan rahatsız olur ve haber vermeden evden ayrılır. Bir an için eşi konusunda arkadaşını uyarmayı düşünür ama vazgeçer.
“Ama başkalarının işine burnunu sokmaktan hoşlanmayan biriydi; insanları olduklarından daha iyi, daha akıllı kimselere dönüştürmek gibi bir gereksinim duyduğu yoktu.”

“İnsanların budalalıklarına seyirci kalabilirdi, onlara gülüp geçebilirdi ya da acıyabilirdi, ama onları izledikleri yoldan döndürmeyi doğru saymıyordu.”
Knulp’un hayat bakışına göre herkes kendi için uygun olanı kendi keşfetmeli ve bununla beraber herkesin tercihine saygı duymalı. En azından onun çevresinden beklentisi bu şekildedir.

“Neyin gerçek olduğunu, yaşamın aslında nasıl bir düzene uygun olarak akıp gittiğini herkesin kendi kafasından bulup çıkarması gerekiyor, kimse kitaplardan öğrenemez bunu, ben öyle düşünüyorum.”

Kitabın ikinci öyküsünü okuyunca ilk öyküde tanıştığımızdan farklı bir Knulp vardır karşımızda. Anlatıcı da Knulp gibi göçebedir ve hatta onunla beraber yolculuk etmektedir. Ayrıca 3. öykü yani Knulp’ın kendisi ve geçmişi ile yüzleştiği öyküye çok güzel bir şekilde köprü kuran bir geçiş öyküsüdür. Hayatla ilgili kafasındaki soruların su yüzüne çıktığı ama henüz bunların üzerinde pek de samimiyetle durmadığı zamanlardır. Knulp’un iç huzuruna kavuşmasını sağlayan hayata karşı sunduğu bakış açısını güzelliğe, sevgiye ve mutluluğa dair verdiği betimlemelerde yakalarız. Knulp kendi hayatı, pişmanlıkları ve mutlulukları için yaptığı içselleştirmeyi bu betimlemelere yansıtır.

“Benim için donanma gecesinden güzel şey yoktur. Böyle bir gecede mavi ve yeşil maytaplar görürsün, gece karanlığında dalıp yükselir havada; en güzel olduğu an ufak bir eğri çizer, yok olup gider; seyrederken sevinç de duyarız, korku da. Derken ikisinden de eser kalmaz geride. Donama fişeklerinin havada yükselip kaybolması daha uzun sürse, o kadar güzel olmazdı. Sence de öyle değil mi?”

Son öyküde hastalığı iyice ağırlaşan Knulp ilkokuldan doktor arkadaşına rastlar. Ona sahip çıkıp bakan doktor, hastahaneye yatırılması gerektiğini söyler. Knulp ise memleketini son kez görmek için yola çıkmıştır ve hastahaneye yatacaksa bunun kendi köyünde olmasını rica eder. Ricasını kırmayan doktor sayesinde Knulp tekrar memleketine geri döner. Ancak hastahanede yatmak yerine köyünün her bir noktasına dokunarak zamanını geçirir. Burada geçmişi ile yüzleşir, göçebe bir yaşam tercih etmesine neden olan olayı anlatır. Yine toplumun uygun gördüğü ile yaşamayı tercih ettiği arasındaki çelişkiye girip kendini, tercihlerini sorgulamaya başlar.

“Gerilerde kalmış uzun bir dizi oluşturan göçebelik yılları artık gözünde küçülüp önemini yitirirken, çocukluğun o gizemli çağı yeni bir pırıltı ve büyüyle öne çıkmıştır.”

Üstün yeteneklere sahip olmasına rağmen bunu faydalı bir şekilde kullanmaması kısaca “bir baltaya sap olmayışının” sürekli yüzüne vurulması artık bir noktadan sonra kendisini de bu konuda suçlamasına neden olur. Geçmişte yaşadığı olaylardan ders çıkarmadığı için kendisini suçlar.

Öykünün sonunda hasta halde ormanda yürürken Tanrı ile konuştuğu kısımda bütün bunlara cevap bulur. Aslında Tanrı’dan ziyade kendi kendisiyle hesaplaşmaktadır. Ve önceki kısımlarda hayata karşı gösterdiği bakış açısı, insanları değiştirmekten ziyade olduğu gibi kabul etme anlayışı kendi üzerinde de etkisini gösterir. Uzunca bu konuda kendi ile konuşup telkin ettikten sonra artık iç huzura kavuşup kendisini olduğu gibi benimser.

Belki topluma herkesin yaptığı ve talep ettiği şekilde bir fayda sağlayamamıştır ama onun amacı da yerleşik insanlara biraz özgürlük özlemi taşıyıp götürmektir. Topluma fayda sağlama misyonunu reddeden bir karakterden yazar kaçınmışsa da en azından bunu bireyin kendisinin seçip belirleyebileceği bir şekilde çizmiştir. Toplumda kendi faydasının farkına varan, var olma sebebinin bilincine varan karakter bir anlamda huzura kavuşmuştur.

“ ‘Yani artık sızlanıp yakınmalara paydos mu?’ diye sordu Tanrının sesi.
‘Paydos’ diyerek başıyla onayladı Knulp, mahcup bir edayla güldü.
‘Ve her şey iyi mi artık ? Her şey olması gerektiği gibi mi?’
‘Evet,’ diyerek başını salladı Knulp. ‘Her şey olması gerektiği gibi.’ “

07 Haziran, 2014

Pain is inevitable. Suffering is optional

Bir yazarın ilk okuduğum romanını sevdiysem devamını okumak benim için bir görev haline geliyor sanki. Sanırım “bir kere denedim, iyiydi ve bir daha hayal kırıklığına uğramam“ psikolojisi. Edebiyat dünyası çok geniş bir derya ama nedense ben bu deryanın kendi adıma sonuna gelmişim gibi bir hissiyat oluştu son dönemde bende. Sanırım nedeni de bu zamana kadar hiç adetim olmasa da birkaç kitabı beğenmeyip yarıda bırakmam. Bu sebeple şu sıralar okyanusa açılmak değil güvenli sularda yüzmek istiyorum. Sevdiğim bir yazarın farklı kitapları da aynı suyu besleyen birer nehir gibi geliyor.


Güvenli sulardan birisi de Murakami benim için. Halen külliyatının yarısını bile okumuş değilim, her okuduğumda da birbirine yakın tatları aldığımdan biraz da yavaştan alıp aralara serpiştiriyorum galiba kitapları.


1Q84 ve İmkansızın Şarkısı yazılarını okuyanlar yalın bir dile hakim  Murakami romanları hakkında az çok bilgi sahibidir. Bu sefer ise diğerlerinden tür ve dil olarak farklı olan bir kitaptan bahsetmek istiyorum.  “Koşmasaydım yazamazdım” yazarın koşu ve yazı arasında kurduğu bağlantıya dair bir günlük gibi aslında. Girizgahım da uzaktan bu konuya da temas ediyor. Tabi bayağı uzaktan. Murakami eserlerini yazarkenki yaşadığı tıkanmayı koşarak aşarken benim okumada tıkanma yaşamam oldukça küçük bir konu gibi gözükse  de bu insanlık için küçük benim için büyük bir adım. Bulduğum çare de çok yaratıcı farklı değil, farkındayım ama napalım daha iyisini bulana kadar çözümüm bu.



Murakami bu kitapla en başta kendisi sonra da okurları için kafalardaki bir klişeyi yıkmayı hedefliyor da diyebiliriz. Edebiyat gibi bir alanda eser ortaya koyan bir yazarın dramatize bir bakış açısıyla sağlıksız hatta hastalıklı bir insan olması gerekliliği. Murakami ise “Beden çökünce, (olasılıkla) ruh da istikametini kaybediverir.” cümlesiyle karşı görüşünü belirtiyor ve yazmanın en önemli noktalarından birisinin de beden üzerindeki hakimiyet olduğunu savunuyor.


Açıkcası bir yazar olarak ne kadar hayransam bir insan olarak da Murakami’yi takdir ettim bu kitabı okuduktan sonra. Böyle bir kişisel disiplin ve tutku herkese nasip olmuyor. Benim gibi ayran gönüllü ve her başladığını yarım bırakan bir insan için bu tutarlılık bulunmaz bir nimet. Belki de yazarın bu kadar başarılı olmasının ve her kitabıyla beğeni kazanmasının sebebi, sebat ettiği bir şey azimle devam ettirebilmesidir. Motivasyon sen nelere kadirsin demeden geçemiyorum bu noktada. Düz koşudan daha ziyade her sene belli bir hedefin konduğu uzun soluklu maratonlardan bahsediyor yazar ve bitirme olgusunu büyük terbiye ile nasıl içselleştirdiğini gösteriyor farklı maraton örnekleri ile. “Koşarken, “off! Başaramayacağım. Artık içim bitti!” diye düşünecek olursanız, “acı” kaçınılması zor bir gerçektir, ama “işinin bitip bitmediğini” düşünmek nihayetinde kişinin kendi tasarrufundadır. Bu sözün maraton dediğimiz mücadelenin özünü yakaladığı kanısındayım.” Paragrafında belirttiği gibi acı kaçınılmazdır ama acı çekmek bir seçim meselesidir. İngilizce tabirle “Pain is inevitable. Suffering is optional.”


Kitabın hep etrafında dolaşıyormuşum gibi bir his var içimde ama kitabın özelliği de bu. Edebi bir yapıt olmadığından sizi içine çekmiyor, Murakami’nin günlüğünü okur gibi hissediyorsun ama insana-spor ya da yazma- yapmak istediği şey neyse onu yapması  için ilham verdiği inkar edilemez. Kişisel gelişim kitaplarının gereksizliğini düşünen benim gibi bir insan için bu kitapları okumak yerine bunu okumanızı önermek de yerinde olacaktır. Verdiği en önemli mesajlardan birisi ise şu cümlelerde gizli; “Zaman ve enerjiyi ne şekilde dağıtabileceğimize dair bir sıralama gerekiyor. Belli bir yaşa kadar böylesi bir sistemi kendi içimizde oturtamadığımızda ömür denilen şey, odağından yoksun, amaçsız bir hale geliveriyor.”


Bir diğer enteresan olan ise kitabın Japonca ve İngilizce isimleri ile bir tekerleme dünyasında hissettirmesi. Japoncası “hashiru koto ni tsuite  kataru toki ni boku no kataru koto” aynı anlama gelen İngilizcesi “what I talk about when I talk about running". 1Q84 de olduğu gibi bu kitabın isminde de bir gönderme söz konusuymuş, Raymond Carver’in “what we talk about when we talk about love” isimli kitaba başka bir referansı da var mı merak ettim doğrusu. En kısa sürede bu kitabı da okuyup yorumumun formatını yükseltmeyi düşünüyorum sevgili okuyucu. Herkese istediği şeyi bulduğu, en azından bulmak için arayış içinde olduğu ve kararlılıkla ona ulaşmak için çalıştığı, dolu dolu bir ömür diliyorum.

28 Mayıs, 2014




Germinal

"Yıldızsız gecenin zifiri karanlığına gömülmüş dümdüz ovada bir adam, pancar tarlalarının arasından geçerek dosdoğru Marchiennes'den Montsou'ya uzanan on kilometrelik anayolda tek başına yürüyordu".


Roman incelemesi yapmanın asıl amaç olmadığı bu geç kalmış yazımda seninle biraz sohbet etmek istiyorum 'Ey okur'. Bu sohbetimizi yaparken de Germinal aracılığı ile günümüz Türkiye'sine uzanıp Soma'da hayatını kaybeden madencilerimizi, yoksulluğu, zorlu çalışma koşullarını konuşacağız. "Maden, Devlet, Fıtrat" başlıklı yazısında Hazal konunun siyasi ve tarihsel boyutuna girmiş olduğundan ben insan üzerinden şekillendireceğim yazacaklarımı.

Emile Zola'nın 1885 yılında yazdığı Germinal adlı romanı işte yukarıdaki açılış cümlesiyle başlar. Germinal, Emile Zola'nın 20 kitaptan oluşan Rougon-Macquart serisinin 13. kitabıdır. Rougon-Macquart serisi "ikinci imparatorluk idaresi altında bir ailenin doğal ve toplumsal tarihi” şeklinde özetlenebilir. Yazarın en bilinen eserlerinden olan Nana ve Meyhane de yine aynı serinin kitaplarındandır.

Emile Zola, Germinal'i yazmaya 1884 Nisan ayında başlar. Bazı kaynaklar bu kitabın yazımından önce yazarın maden ocaklarına giderek işleyiş ve yaşam hakkında adeta bir araştırmacı gibi bilgi toplayıp notlar aldığını yazmaktadır. Germinal, Latince 'germen' yani 'tohum' kelimesinden gelir, aynı zamanda da Fransız Devrimi Takvimi'nin de 'filizlenme, doğurganlık' anlamına gelen 7. aynın adıdır.

Roman, Etienne Lantier'in bir maden şehri olan Montsou'ya gelmesi ile başlıyor. Bölge Fransa'nın maden ocaklarının bulunduğu yer ve halkın büyük çoğunluğu geçimini madende çalışarak sağlıyor. Kazançları çok düşük, açlık ve sefalet içinde yaşıyorlar. Zola, dönemi ve güçlüklerini çok yalın ama bir o kadar da çarpıcı anlatıyor. Etinne'nin şehre gelip madende çalışmaya başlamasıyla, maden işleri emekleri konusunda bilinçlenmeye başlıyorlar. Sabahtan akşama kadar çalışıp kelimenin tam anlamıyla ömürlerini tükettikleri maden ocağında haklarını aramak için greve kadar giden bir direnişin içine giriyorlar. Zola burada sosyalizm, kapitalizm ve anarşizm üçgeninde bir sorgulamanın içine sokuyor bizi. Sınıf çatışmasının ortasından ama çok da taraf olmadan yaşanan drama seyirci oluyorsunuz.

Etinne, yeni yeni bilinçlenmeye başlamış ve kendini geliştirmeye açık, okuyan, anlamaya çalışan bir genç. Maden işçilerinin Enternasyonel'e katılması taraftarı. Çünkü çevresinde gördüğü ve yaşadığı sefalet ancak genel bir greve gidilmesi halinde son bulabilir onun fikrine göre. Ama öte yandan maden işçileri ve onların aileleri; okuma yazma dahi bilmeyen, hayatları maden ve ev çizgisinde gidip gelen, tek "lüksleri" sevişmek olan ve sadece hayatta kalmak için yaşayan insanlar. Onları şehre yeni gelen bir yabancı olarak ikna etmek ve bu fikre alıştırmak çok da kolay olmuyor. Yılmadan, devamlı surette, okuduklarından öğrendiklerini halkla paylaşıp onların da bilinçlenmelerini sağlamak için çaba sarf ediyor.



Öte yandan madenciler ve aileleri gerçekten tam bir sefaletin ortasında yaşıyorlar. Daha fazla para kazanabilmek için daha fazla çocuk yapıyorlar. Etinne'nin yanlarında kalmaya başladığı aile olan Manheular'ın yedi çocuğu var. Bunlardan görece büyük olan üçü madende çalışıyor. "O dönem" madende çocuk işçi ve kadın çalıştırılmasını engelleyecek herhangi bir kural olmadığı için daha çocuk denecek yaşta hayatlarını madene satmaya başlıyorlar. Çalıştıkları koşullarsa hiç insani değil, öyle ki, kırk iki yaşına gelip çalışamayacak halde olan pek çok madenci oluyor. Daha fazla para kazanıp, daha iyi yemek yiyebilmek için daha fazla çocuk yapıp madene gönderiyorlar. Ancak bu kısır döngünün madencilerin kaderlerini bir türlü değiştirmediğini anladıkları noktada daha fazla dayanamayacaklarını fark ediyorlar. Madencilerin aydınlanmaya ve yavaş yavaş kıpırdanmaya başlayan karşı duruşlarına, yaşanan iki olay da katalizör etkisi yapıyor. Bunlardan biri madende yaşanan göçük diğeri ise ücretlendirme politikasında yaşanan değişim. İşletme sahipleri yaşanan göçüğün faturasını payandalama işini iyi yapmayan işçilere kesiyorlar. Ancak burada yaşanan asıl sorun şu ki; payandalama işi işçinin güvenliği için ne kadar önemli olsa da bu işe harcanan vakit çok uzun ve para kazandırmıyor. İşletme de bunu fırsat bilerek galerilerin güçlendirilmesi işi için ayrı ücret belirleyip, vagon başı ücreti kısıyor. Uzaktan bakıldığında işçinin yararına sanılan bu durum aslında bir işçinin alacağı toplam ücrette ciddi miktarda bir düşüş demek. Madende çalışanlar da bu ücret değişikliğini kabul etmeyerek greve gidiyorlar. İş veren tarafından kısa süreceği tahmin edilen grev, bir buçuk aydan daha uzun sürüyor. Bu aşamada ise ne işçinin ne de iş verenin dayanacak gücü kalıyor. İşçiler açlıktan ve sefaletten dolayı kontrollerini kaybediyorlar. Öte yandan bu duruma dayanamayan bazı işçilerin grev kırıcılık yapması da planlara zarar veriyor. Sonunda hiç istenmese de çok ciddi bir isyan çıkıyor. Etinne ve grevin önde gelenleri isyan çıkmasını, kan dökülmesini ya da madenlere fiziksel olarak maddi hasar verilmesini istemiyorlar. Hakları olanı grev yoluyla kazanmayı umuyorlar. Ama eski bir Rus soylusu olan ve o dönem madende makinistlik yapan Saovarin'e göre, yaşanlar grev ile çözülecek şeyler değildir. Ona göre kan ve ateş olmadan hiç bir şey düzelmeyektir.




Ancak önü alınamayan bu isyanda, işçiler çalıştıkları madenleri yakıp yıkmaya başlarlar. Ve işler bu noktadan sonra iyice kontrolden çıkıyor. İşletmeler validen ve jandarmadan duruma müdahale etmesini istiyorlar. Maden ocaklarının girişlerine asker yerleştirmeye başlanıyor. Grev devam ettiğinden ve işletmenin üretim yapmaya devam etmesi gerektiğinden Belçika'dan işçiler getirtiliyor. Buna karşı çıkan ve işlerini geri almak isteyen madenciler tekrar ocaklara gittiklerinde ise jandarmalarla karşılaşıyorlar. Çıkan çatışmada Manheu bir jandarma tarafından öldürülüyor. Bu olay grevdeki kırılma noktası oluyor ve Etinne de dahil olmak üzere çalışanlar yavaş yavaş işlerine geri dönmeye başlıyorlar. Ama her şey burada bitmiyor. Romanın başından itibaren sosyalizm ile anarşizmi karşılıklı konuşturan Zola, son darbeyi de Souvarine'nin hamlesiyle indiriyor. Souvarine'nin ocağa yaptığı sabotaj sonunda pek çok insan hayatını kaybediyor. Etinne ise ağır yaralı olarak kurtarılıyor. İyileştikten sonra da bir gün sabaha karşı Montsou'dan ayrılması ile roman sonlanıyor.

Romanı okurken, yaşanan sefalet, açlık ve acılardan dolayı içiniz dayanmasa da, her satırda umutsuzluğa kapılsanız da, Zola romanını umutsuzlukla bitirmez. Aksine ona göre yaşanan tüm bu acılar bir amaç uğruna yaşanmıştır ve hiçbiri tarihin tozlu sayfalarında kalmayacak, geleceği aydınlatan bir ışık olacaktır.

"Bu taptaze sabah vaktinde, güneşin yakıcı ışıkları altında, toprak işte bu uğultuya gebeydi. İnsanlar bitiyordu topraktan; karıkların arasında ağır ağır filizlenen, gelecek yüzyılın hasadı için boy atan ve yakında toprağı çatlatacak olan, intikamcı, kapkara bir ordu yetişiyordu."

Şimdi romandan çıkıp günümüze geldiğimizde değişen ne var diye bakınca ben değişen hiç bir şey göremiyorum. Klişeliğim nedeniyle affınıza sığınarak diyorum ki; Etinne'nin adını değiştirsek de Etem yapsak ve onu Soma'ya bıraksak; muhtemelen vasfına ve tecrübesine bakmaksızın ocağa indirirler. Aldığı üç beş kuruş para ancak karnının doymasına yeter. Çalıştığı yerin işçi güvenliği ise 130 sene önce yazılan bu romandakinden çok iyi sayılmaz büyük ihtimalle. Hatta Etem'in şu anki sendika temsilcileri o dönemin yeni yeni filizlenen sendikal anlayışına yaklaşamaz bile. Ama ocakta yaşanan felaket sonrası devlet yine iş verenin yanında yer alır. Nasıl romanda grev sırasında jandarmalar ocağı beklediyse, Soma'da da polis ve asker ocağı yine madencilerden korur.

Peki geçen bu 130 senede ne olmuş? İnsan hayatına değer verme noktasında ne kadar ilerlemişiz? Bana sorarsanız bu açıdan da bir ilerleme kaydedilmemiş, belki kötüye bile gitmiş olabilir. Sonuçta algı yönetimi konusunda o kadar çok oyun oynanıyor ki, hayatını kaybeden madenciler sayıyla ifade ediliyor. Sanki hiç seveni, sevdiği, annesi, babası, çocuğu, ailesi, kısacası hayatı olmamış bu insanların da, sadece "sayı" olmuşlar gibi. "301 tane" madenci... Hikayeleri hiçe sayılan 301 maden işçisi insan. Hatta bu durum daha da trajikomik bir hal alıp Radikal Gazetesi'nin 26/05/2014 tarihli internet sitesinde Aile ve sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam'ın şu sözlerini okuyoruz:
"İlk planda şehit ailesine bir konut yapmayı planlıyoruz. Bu konutların 301’ini bir arada yapabiliriz veya şu anki konutlarını yenileyebiliriz. Şimdilik bunlar plan aşamasında görüşülüyor. Ama konut işi kesinleşti. Şu anda nerede yapabiliriz bunu araştırıyoruz. Bunlar temin edildikten sonra konut problemlerini tamamen ortadan kaldırmış olacağız. 301 Evler gibi bir şey düşünüyoruz."
 Şu noktadan sonra hala iyi niyetimi koruyup "301 Evler derken aslında şöyle demek istemiştir" demeyeceğim. Bu satırları yazmak acı verici. İnsanları "şey" gibi gören ve "işlerinin kaderiyle" o insanların kaderini tanımlayan bir zihniyete karşı ne denir artık ben bilmiyorum. Vicdan, merhamet, acımak, üzülmek, kendini karşısındakinin yerine koymak gibi erdem belirtisi olan duygular ve eylemler, iktidarın erkek zihniyeti altında "zayıflık belirtisi" olduğu için kullanılmıyor. Karşı çıkmak, sesinizi duyurmak istediğinizde ise marjinalleştiriliyorsunuz. Oysa yaşanan bu acıda iktidar ve işverenin dışında bir kutup yok. Ama toplum olarak öyle bir noktaya geldik ki, ortak bir acı etrafında bile birbirimize saldırmadan duramıyoruz. Ya ben çok safım, anlamıyorum ve hala umut etmeye cüret ediyorum ya da işler o kadar çığırından çıktı ki; biz ( Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde yaşayan istisnasız herkes) bir daha "biz" olmamak üzere ayrıldık ve bunun geri dönüşü yok. Bakalım zaman bize ne gösterecek.

Not: Yukarıda kullandığım fotoğraflar Germinal'in 1993 yapımı film versiyonundan. Film olarak biraz uzun sürse de, romana sadık kalınarak çekildiği ve dönemi iyi yansıttığı için izlemenizi tavsiye ederim.

Kaynak
1- http://www.radikal.com.tr/turkiye/madenci_aileleri_icin_konut_projesi_301_evler-1193988 (erişim tarihi 26.05.2014)












20 Nisan, 2014



Görünmez Canavarlar

Dikkat: Bu yazı ciddi miktarda kişisellik içerir!



Bazı kitaplarla kendiniz tanışırsınız, bazı kitaplarla ise tanıştırılırsınız. Ben bu kitapla tanıştırıldım. "Dövüş Kulübü"nü izledikten bir kaç yıl sonraydı. Acımasız bir sarının hakim olduğu karanlık koridorlu bir hastane.. Yüksek, küçük ve parmaklıklı bir oda... Korkak, kendinin farkında olmayan, hayata küs, varoluşuyla sorunları olan ben. Ve çok şey borçlu olduğumu sonradan fark edeceğim bir adam, masanın iki yanında oturmuşuz. Beni "iyileştirmeye" çalışıyoruz. Bana terapi kitabı olarak iki kitap öneriyor; "Görünmez Canavarlar" ve "Yüzyıllık Yalnızlık". 
İlk kitabı bulmak o dönemde hiç de kolay olmamıştı, Taksim'de bir çok kitapçıya uğramış olmama rağmen kimsede yoktu. Sonrasında bir şekilde bulmayı başardığımda kitabın kapağı biraz 'garip' geldi. Her zaman yaptığım gibi hemen kitabın sonunu okuyarak 'kitabın sonunda ne oluyor?' merakından kendimi kurtarmak istedim ama başa döndüğümde okuduğum son bana hiç bir şey ifade etmedi. Çünkü Görünmez Canavarlar daha önce okuduğum hiç bir kitabın kurgusuna benzemiyordu. Romanı okumayı bitirdiğimde biliyordum ki, bu kitap bir başucu kitabıydı. Ve o kesinlikle haklıydı, Görünmez Canavarlar bir terapi kitabıydı. 

Şimdi asıl sorun şu ki, bu kitabın -her ne kadar Ayrıntı Yayınları kitabın arka kapağında kendince bir özet yapmışsa da- bir özetinin yapılması ya da hikayesinden kısaca bahsedilmesi 'spoiler' içermeden yapılamaz. Şahsen ben ne kadar çok ön bilgi ile kitaba başlarsam o kitaptan o kadar zevk alıyor olsam da; pek çok kişi için bu ön bilgilendirme hoş bir şey olmayabiliyor. Bu sebeple size altını çizdiklerim üzerinden kişisel hesaplaşmamı sunuyorum.





"Bana sempati ver"
Flaş
"Bana acımasız dürüstlük ver"
Flaş
"Bana varoluşçu can sıkıntısı ver"
Flaş
"Bana başa çıkma mekanizması olarak başıboş entelektüalizm ver"
Flaş
"Bana bir mola ver"





Romanda bunlara benzer pek çok cümle ile karşılaşabilirsiniz. En başta moda çekimlerinin atmosferini yansıtsa da sonra kitabın içinde ilerlemeye devam ettiğinizde  bu cümle ile karşılaşırsınız: "... izleyici olmadan histeri krizi geçirmek imkansızdır. İnsanın kendi başına paniğe kapılması, boş bir odada kendi kendine gülme krizine tutulmasıyla aynıdır. İnsan kendini gerçekten aptal hisseder." Her anımızın rollerimizle çevrili olduğu gerçeği artık daha serttir. İnsanlar üstünüze geldiğinde "Bana sabır ver" dersiniz, mutsuzluktan nefes alamazken "Bana cehalet ver" dersiniz. Seyircilerinize kendiniz olarak görünmek ya da rolünüze devam etmek arasında seçim yapmanız gerekir!

Bazen kitapta da denildiği gibi "algınız sıçar" Geçmişte başınıza gelen şeyler, büyümüş olmanıza, daha güçlü olmanıza, artık farkında olmanıza rağmen peşinizi bırakmaz. Sizi yormaya, hırpalamaya, hayatla aranızdaki o incecik bağı kopma noktasına getirmeye devam eder. Geçmiş, sırf sizin için hala geçmemiş olduğundan ölmek istersiniz. Ölümden türlü sebeplerle korksanız da, bedeninizde kalıp devam etmek ihtimali daha korkunç gelir. İşte bu noktada söze giren muhteşem kraliçe Brandy Alexander size yol gösterir: "Şimdi, az önce yaptığın gibi bana bütün hikayeni anlatacaksın. Hepsini yazacaksın. Bana hikayeni tekrar tekrar anlatacaksın. Bana bütün gece yürek parçalayıcı boktan hikayeni anlat. Anlattığın şeyin sadece bir hikaye olduğunu anlayacaksın. Ve aynı şeyleri bir daha yaşamayacağını. Anlattığın hikayenin sadece kelimelerden ibaret olduğunun farkına vardığında, geçmişini bir kağıt gibi buruşturup çöpe atabildiğinde, işte o zaman kim olacağına karar vereceğiz"  Yüce kraliçe haklıdır. Sizi o hale getiren ne yaşamışsanız anlatmanız gerek. En başta kanırtarak, acıtarak, kanatarak... Sonra sıkılarak, anlamsız bularak... Aynı kelime arka arkaya söylediğinizde anlamını kaybetmesi gibi, geçmişin anlamını elinden alıp içini boşaltmanız lazım! Kendini yeniden üretecek o iktidarı geçmişten aldıktan sonra o acı geçmiş "sabah uyandım, kahve içip dışarı çıktım" cümlesinde olduğu kadar "normal" olacaktır. O anılar artık güçsüz! Ve siz özgürsünüz! Ama bunun için sizi dinleyen birine ihtiyacınız var, onlarsız olmaz!

Sonra hayatınızda temizliğe başlamanız gerekir. Size "hafta sonu tatilinde ne yaptıklarını sormalarının tek sebebi kendi hafta sonu tatilini anlatma isteği olan" insanlardan kurtulmanız gerek. Sizi sadece kendini anlatma sırasının gelmesini bekleyerek dinleyen insanlardan arınmalısınız. Sizi cesaretlendirmek yerine karışık kafanıza daha çok soru sokan, siz basite indirgenmiş bir çözüm ararken sizi karmaşık yollara iten insanlardan arınmanız gerek. Bunu bir kez denedikten sonra hiç bir şey kaybetmediğinizi hatta hafiflediğinizi hissedeceksiniz.

Sonraki aşamada, takıntılarınızdan kurtulun. Brandy Alexander'a dönelim ve ne diyor dinleyelim: "Tatlım, bu gibi zamanlarda kendini, bir koltuk veya bir gazete gibi, bir sürü insan tarafından yapılmış ama sonsuza dek sürmeyecek herhangi bir şey olarak düşünmek çok iyi gelebilir." Düşünüyorum; basit ve net, kafa karışıklığına mahal bırakmıyor. Toplumun dayattığı ve olmamızı söylediği şeylerin bizi mahvetmesine izin vermiyor. Her ne kadar varoluşçu bakış açısının insana yüklediği sorumluluk anlayışından uzak olsa da, rahatlatıyor. Bazen hepimizin ihtiyacı olan ergen bakış açısına dönmemizi sağlıyor. "Sen de en az bir araba kadar ürünsün. Bir ürünün, ürününün, ürünü. Araba dizayn eden adamlar da birer ürün. Senin ailen bir ürün. Onların ailesi de birer üründü. Öğretmenlerin, ürün. Kilisedeki papaz, başka bir ürün." Sonra devam ediyor ve vurucu cümle dudaklarından dökülüyor; "Programlı bir bilgisayar kadar özgür davranabilirsin. Bir dolar banknotu kadar biriciksin." Yıllarca size dikte edilen her şeyin farkına varıyorsunuz. İçinde yaşadığımız çağın iki yüzlü "biriciklik" anlayışı artık size komik geliyor. Güzel olmak zorunda değilim, akıllı olmak zorunda değilim, kendi
mi size sevdirmek zorunda değilim, beni sevmeniz için eğilip bükülmek "bir başkası olmaya" çalışmak zorunda değilim. Önce kendimi sevmeliyim, olduğum gibi, ne kadarım kendimse oradan başlayarak.

Son aşama; kendinizden yeni bir 'ben' çıkarma! Önce "istediğimiz her şeyi, istemeye eğitildiğimiz için istiyoruz." dan yola çıkarak istemeye eğitildiğimiz her şeyden kendimizi soyutlamaya çalışalım. Fenomenoloji yöntemini kullanarak 'salt öz"ümüze ulaşmaya çalışalım. Orada ne var? Ben yöntemimle çelişecek de olsa kitaptan gitmeye devam ediyorum; "Etiketlerin dışında bir şey istiyorum. Tüm hayatımın tek kelimeyle anlatılabilmesini istemiyorum. Bir hikayeden ibaret olmasını. Bilinmeyen bir şey bulmak istiyorum, haritada olmayan bir yer gibi. Gerçek bir macera istiyorum." Bu kararı vermek kolay olmuyor, biliyorum. Ama ben aramaya inananlardanım, hala arıyorum ve belki hiç bir şey bulamadan öleceğim bunu da biliyorum. Yine de aramak beni canlı kılıyor. 

Başta da belirttiğim gibi bu yazı fazlasıyla kişisellik içerdi. Benim için manevi değeri yüksek bir romanı ve bu romanı ilk okuduğum günlerimi hatırlamak ve yüzleşmek zor oldu. Yapmam gerekmiyordu, yapmak istediğim için yaptım. Kendimi kesip açtım, dikip kapattım. Hayatla sorunuz olduğunda okumanızı tavsiye edeceğim bir kitap bu. Chuck Palahniuk'un yayınevleri tarafından reddedilen -Dövüş Kulübü'nden önce yazılmış- kitabı. Sert, acımasız, eleştirel ama yargılamayan, kalbinizi kırmayan hatta kırılmış kalbinizi nasıl onaracağınızı anlatan bir roman. Ve bonus olarak son bir alıntı; 

"Evie'den nefret etmemin önemli sebeplerinden birinin onun boş, aptal ve zavallı olması olduğunu fark ediyorum. Ama en çok da bana çok benziyor olmasından nefret ediyorum. Aslında ben kendimden nefret ediyorum ve dolayısıyla hemen hemen herkesten de nefret ediyorum."

                                       

13 Nisan, 2014

Yazıma etkileyici ve güzel bir “bu kitapla nasıl tanıştım hikâyesi ile başlamak isterdim ama ne yazık ki Öteki Ben ile karşılaşmamız ve yolculuğumuzun geri kalan kısmının kaderi uyarlama bir filme bağlı. Ve çok iyi biliyorsunuz ki uyarlama filmler esinlendikleri kitapları asla sağ bırakmıyor!


Her şey kısaca şöyle başladı: Yönetmenliğini Richard Ayoade'ın üstlendiği the Double adlı filmin afişini ve fragmanını görünce göz bebeklerim büyüdü ve bu filmi izlemeliyim dedim. (Aşağıdaki fragman ve afişi görünce bana hak verecekseniz.) Ardından filmin Dostoyevski’nin Öteki Ben adlı kitabından uyarlandığını öğrenince de vizyona girmeden kitabını okumalıyım diyerek gözlerimi kısıp ellerimi ovuşturdum. Excellent!… Kitap ya da film fark etmez. Sinemasever bir okuyucunun kodu şudur; eğer okuduğu kitaptan uyarlanmış izleyebileceği bir film yoksa, izlemek istediği filmin esinlendiği kitabı okur! Bu kadar dil döktükten sonra umalım ki bir eser daha uyarlandığı sinema filminde mahvedilmesin.

 





Bu sitenin bir kitap blogu olduğu ve (!f İstanbul’da gösterilmiş olsa da) henüz vizyona girmemiş bir filmden daha fazla bahsetmenin abesle iştigal edeceği gerçeğine dayanarak -Dostoyevski’nin de dediği gibi- biz en iyisi gerçekten de yaşanmış bu hikâyenin biricik ve asıl kahramanı olan Bay Golyadkin’e dönelim! İnsancıklar’ ın ardından Dostoyevski bu sefer yedinci dereceden memur Yakov Petroviç Golyadkin’in yaşadığı buhranı damarlarımıza pompalıyor.

Her şey çalıştığı dairedeki patronunun düzenlediği baloya davetsizce girmek isteyen Bay Golyadkin’in partideki ‘garip’ davranışları yüzünden tepki çekip kapı dışı edilmesi ile başlar. Hali hazırda düşman olarak gördüğü iş arkadaşlarının onu partide küçük düşürmesi Bay Golyadkin bir hayli etkiler. Bu olayın hemen ardından Bay Golyadkin kendi ikizi ile karşılaşır. Başta dostça bir ilişki içine girseler de diğer Bay Golyadkin  -yani öteki- de herkes gibi bir düşmana dönüşür. Kahramanımız ötekinin ismini lekelemesinden ve kimliğini çalıp yerine geçmesinden büyük korku duyar. Bay Golyadkin bu düşmanın üstesinden gelmeye çalışırken kitap boyunca kahramanımızın gidip gelen zihninde bir köşeden diğerine sürükleniriz. Bay Golyadkin'in hal ve tavrına sempati ile karışık tebessüm ederken aynı zamanda kahramanımızın köşeye sıkışmışlık hissi bizi de sarar.

Bay Golyadkin’e daha yakından bakarsak kafasında belli değerleri benimsemiş ve bunun dışında davranan insanlara fazla şüphe ile yaklaşan hatta tehdit olarak bile görebilen, detaycı, kendisini acımasızca eleştiren, alıngan, endişeli, kararsız ve huzursuz bir adam görürüz. Doğrusu ilk kez bir karakter üzerine hiç düşünmeden bu kadar sıfat bulabiliyorum. Çünkü tasvirler bir yana, Dostoyevski karakterin psikolojisini okuyucuya öyle birebir yansatıyor ki Bay Golyadkin’i çok iyi gözlemleme şansı buluyorsunuz. Karakterin davranışlarını açıklamadan, çevresindekilerin tepkilerini direkt vererek yani okuyucuyu da karakter kadar bir bilinmezin içinde bırakarak ilginin kitap boyunca Bay Golyadkin üzerinde kalmasını sağlıyor. Kitabın adı Öteki Ben olmasına rağmen diğer Bay Golyadkin’i (yani ötekiyi) bu kadar detaylı okuyamıyoruz, gerçek Bay Golyadkin’in bildiği kadar ötekiyi biliyoruz. 

Öteki aslında Bay Golyadkin’in alter egosu, kötü ikizi gibi…kahramanımızın olamadığı ve olmak istemediği her şey. Kahramanımızın psikolojik durumuna bakıldığında aslında şizofreni hastalığından mustarip olduğu aşikar durumda. Ancak 19. Yüzyıl Rusya'sında bu hastalık hakkında şimdiki kadar bilgi sahibi olunmadığını düşünürsek Dostoyevski’nin kendi ikizi ile mücadele eden bir şizofreni hastasını bu kadar başarılı aktarması hem büyüleyici hem de gerçekten ürkütücü.

Bay Golyadkin’in atıldığı balo kelimeler ile tasvir edilemeyecek kadar görkemlidir. Dostoyevski mekanın hakkını vererek anlatmakta yetersiz hissederek  “Keşke şair olsaydım aziz okuyucular! Ama Homeros ile Puşkin ayarında.” der. Belki bir Rus balosunu anlatmıyor ama ustası olduğu üzere insan psikolojisini, Bay Golyadkin’i ve şizofreni hastası bir adamın içine girdiği durumu kendi görkemi ile o kadar incelikle anlatıyor ki bundan etkilenmemek imkansız. 

Son olarak, alakasız olacak ama yaşadığım bir aydınlanmayı da sizlerle paylaşmak istiyorum. Öteki Bay Golyadkin, kahramanımız Bay Golyadkin’e yazdığı aşağıdaki şiiri okuyunca binlerce kez dinlediğim Radiohead’in Climbing up the Walls şarkısının sözleri aklıma geldi ve Bay Golyadkin'in durumuna daha da bir darlandım.
 ‘Beni unutacak olursan
Ben seninim hatırla!
Hayat hızla gelip geçerken,
Sen de beni hatırla’







06 Nisan, 2014

Bir anda okumaya karar verdiğim, elime bir alışta bitirdiğim bir kitap oldu Stefan Zweig'in Can Yayınları tarafından basılmış uzun öyküsü "Satranç". İtiraf ediyorum; satranca karşı mesafeli duruşum, hatta satranç oynama düşüncesinin bünyemde bir gerilime sebep olmasının etkisinden de olsa gerek, adını duyduğumda bende hiç okuma isteği uyandırmamıştı bu kitap. Bugün anladım ki, benim için bir eksiklikmiş bu.

1881 yılında Viyana'da doğan Avusturyalı yazar Stefan Zweig'in edebiyata ve hayata bir vedası olmuştur bu kitap. Naziler tarafından kitapları yakılan yazarlar arasında olmuş, Nazi baskısı nedeniyle önce İngiltere'ye, oradan Amerika'ya, oradan da Brezilya'ya kaçmış ve 1942 yılında eşiyle birlikte, arkasında "Benim lisanımın konuşulduğu dünya bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa'nın kendi kendisini yok etmesinden sonra hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu." yazan bir not bırakarak intihar etmiştir. Orijinal adı "Schachnovelle" olan "Satranç" da, intiharından önce tamamladığı son eseridir. Zweig'in hayatını okuyunca, kitapta yer alan karakterlerden olan Dr. B.'de kendini yansıttığını çok net görebiliyoruz. 

Viyanalı ünlü bir aileye mensup olan avukat Dr. B., Nazilerin Avusturya'yı işgali sırasında esir alınır; ancak kendini bir toplama kampında değil, bir otel odasında bulur. Avukat olduğu ve "mülkleri hakkında yasadışı işlemler yapıldıklarını kanıtlamak istedikleri manastırlara ve İmparatorluk ailesine karşı kanıtlar" sunabilecek potansiyelde olduğu için, Dr. B. ve onun gibileri ağır bedensel işkencelerin yapıldığı kamplara değil, tamamen 'hiçlik' dolu otel odalarına götürürler ve günün çeşitli saatlerinde sorguya çekerler. İlk başta kulağa iyi gelse de, aslında bu, katlanılmaz bir düşünsel işkenceye dönüşür. Düşünsenize bir; sadece yatak, leğen, koltuk ve parmaklıklı bir pencereden başka hiçbir şeyin olmadığı, kimsenin sizinle konuşmadığı, saatin, defterin, kalemin, kitabın bulunmadığı, tamamen sessiz bir odada, kendi kendinizle ne kadar uzun süre kalabilirsiniz? Dr. B.'nin de dediği gibi, bu işkence yöntemi çok daha etkilidir çünkü "bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz." Tam dört ay kaldığı bu otel odasında Dr. B.'nin kurtuluşu, sorgu için dimdik ayakta beklediği 2 saat boyunca, bir askerin cebinden bir şekilde aşırdığı kitapla olur. İçinde 150 büyük satranç ustasının turnuvalarının yer aldığı bir satranç kitabıdır bu. İlk başta hayal kırıklığına uğrasa da, hiçlikle dolu dünyasında akıl sağlığını ve düşünme yetisini tekrar kazanmak için bir hazine haline gelir bu kitap Dr. B. için. Tüm aylar ve günler, saatler ve dakikalar kendisine ait olduğu için, bitmek bilmeyen bir sabırla, hiçkimseye yansıtamadığı öfkesini yansıtabileceği tek alanı olur satranç onun için. 2,5 ay boyunca kitaptaki tüm turnuva hamlelerini, kitaba bakmaya hiç gerek kalmadan ezberlemiş bir hale gelince, tekrar hiçliğin kollarına düşmemek ve aklını kaybetmemek için, tek çıkar yol olarak kendi kendine karşı oynamaya karar verir. Kendi deyimiyle "rastlantıdan tümüyle kopmuş bir düşünce oyunu olan" ve iki farklı beyinin bulunması gereken satrançta, beynini iki farklı kişi gibi düşündürüp hem siyah hem beyaz olacaktı. Oldukça zor olan bu süreçte Dr. B, bir yerden sonra kendini; kendi kendine meydan okuyan, haksız yere tutsak olmaktan içinde birikmiş öfkesini, savaştığı "öteki ben"e yansıtan, "öteki ben"i yenmek için gece gündüz uğraşan bir halde bulur. Kendisi şöyle tanımlamaktadır bu dönemi: "Oyun sevinci oyun hevesine dönüşmüştü, oyun hevesi oyun dürtüsüne, çılgınlığa, yalnızca uyanık olduğum saatleri ele geçirmekle kalmayıp yavaş yavaş uykuma da sızan tutkulu bir öfkeye". Bu hırs ve öfke öyle bir hal alır ki, Dr. B. bir gün odasında bir 'beyin humması' yaşayıp hastaneye kaldırılır. Hastanede yattığı dönemde Hitler tüm Avusturya'yı ele geçirdiği için, onu tekrar esir almazlar ve ülkeyi terk etme karşılığında özgür bırakırlar.

Düz bir anlatımla özet geçtiğim bu hikayede sembolizmi çok iyi kullanıyor Zweig. Amerika'dan Brezilya'ya giden yolcu vapurunda karşılaştığı dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, soğukkanlılığı, öfke kontrolü, manipülasyon yeteneği, yıpratma stratejisi, kuralcılığı ve tüm ilkelliğiyle aslında Nazi sistemini temsil ederken, maruz kaldığı işkence sonrası kişiliği ikiye bölünen Dr. B. ise hümanizmi simgelemektedir.

Çok ayrıntılı psikolojik çözümlemelerin bulunduğu, satranç ve politika gibi birbiriyle alakasız gibi görünen iki konunun kusursuzca nasıl harmanlanabildiğini görmek için mutlaka okuyun bu kitabı, hele ki kendi kendine savaşan ve ölümünün kendi kendiyle girdiği mücadeleden olacağını düşünen biriyseniz...