Peyami
Safa, Fatih-Harbiye
Ötüken
Yayınları
Türkiye’de batılılaşma,
ya da batıcılık ideolojisi dendiğinde en sevdiğim ve en ilginç bulduğum kişi, eksantrik
düşünce adamı Dr. Abdullah Cevdet’tir. Kültüre, dine, kadına, işçi haklarına
bakış açısı yaşadığı dönem Osmanlı-Türk toplumunun genelinden epey farklı olan
Abdullah Cevdet 1932’de ölmüş, farklı düşünceleri sebebiyle halkın tepkisini
çok çekmiş olduğundan, cemaat kendisinin cenaze namazını kılmak istememiş,
ancak bir kişinin araya girmesiyle, cenazesi geleneklere uygun bir biçimde
kaldırılmıştır. Abdullah Cevdet bugün çok az kişi tarafından bilinmektedir, ama
kendisinin cenaze namazı için cemaatten ricada bulunan kişiyi hepimiz
tanıyoruz: Peyami Safa.
Söze bu küçük tarihsel
anekdotla başlamak istememin sebebi, Peyami Safa’nın da Türkiye’nin batılılaşma
serüvenini eserlerinde problematize etmiş olmasıdır. Bu eserlerin en
önemlilerinden bir tanesi de kuşkusuz 1931 yılında yayınlanan Fatih-Harbiye’dir.
Bugün Türkiye tarihine ilişkin yapılan tartışmaların niteliği göz önünde bulundurulduğunda,
bu romanın boyut değiştirse de, öz olarak hala güncelliğini koruduğunu söylemek
sanırım çok da asılsız olmayacaktır.
Eser ana karakter
Neriman’ın iki farklı dünya arasındaki gelgitleri üzerinden kurgulanmış,
aslında Doğu ve Batı kültürü karşılaştırması yapan, Türk insanının içinde
bulunduğu düşünülen kimlik karmaşasının küçük bir çözümlenmesinden oluşmaktadır.
Kitaba ismini veren Fatih alaturka yaşam biçimini simgelerken, Harbiye ise
anlaşılacağı üzere alafrangalığı temsil etmektedir. Neriman, Fatih’te oturan,
alaturka bir biçimde yetiştirilmiş, ancak alafranga olmaya çalışan genç bir
kızdır. Fatih onun için eskiyi, köhneliği ve çirkini temsil ederken, Harbiye
güzelliği, yeniliği ve canlılığı temsil etmektedir. Romanın olay örgüsünde Neriman,
Fatih’teki sevgilisi Şinasi’den uzaklaşır, Harbiye’li Macit ile bir gönül bağı
kurar. Neriman her ne kadar istediği yaşam tarzını simgeliyor diye Macit’le
yakınlaşmaya çalışsa da, dinlediği bir hikâyeden (ki bu hikaye zengin adamı
seçip ömür boyu mutsuzluğa mahkum olan bir Rus kızından bahsetmektedir)
etkilenir ve sonuçta Şinasi’yi seçer. Böylece, aslında Fatih kazanmış olur.
Bilindiği gibi romanın
yazılmış olduğu yıllar, Türkiye’nin modernleşme sürecindeki en hızlı dönemidir.
Bu bağlamda, Safa, Fatih ve Harbiye ikiliğini yaratarak, bu modernite sürecinin
deyim yerindeyse iyi ve kötülerini okuyucuya yansıtmaktadır. Aslında bu tutum,
akademik ve siyasi arenayı bir tarafa bırakırsak, sanatın her dalında sık sık
kullanılmış, Türkiye’deki klasikleşmiş muhafazakâr tutumun bugün hala
başvurduğu bir yöntemi ortaya koyuyor. 1931’de Fatih-Harbiye adlı eserinde
Peyami Safa Neriman’ın “medeni yaşama” isteğinin serüvenini bence okuyucuda bir
tiksinti uyandıracak şekilde yazmış ve zaten sonuçta da Fatih’i muzaffer
eylemişken, aynı düşünce akımı yaklaşık 200 sene kadar “batının teknolojisini
alıp, kültürünü almamak” mottosunu tartışmış, bu söylemin bir sonucu olan
kimlik bunalımı da nice sanat eserini süslemiştir. Şimdi eğer bu yazıyı okuyan
biri, tek derdi iki farklı adamı seçmek ve biraz da balolara katılmak olan
Neriman’ın arkasından bu kadar lakırdı etmeye gerek var mıydı diye sorarsa,
haklı bir sorudur diyebilirim. Ancak, sebebini de, 1800’lerde başlamış olan tarihsel
bir süreci ikilikler kurarak ya da teknolojinin kopyasına indirgeyip, kültürüne
sonuna kadar karşı çıkarak resmetme durumunu ikiyüzlü ve çelişkili bir tutum
olarak görmem şeklinde açıklayabilirim. Kültür nedir? Değişmez midir? Zıtlıklar aslında o kadar zıt mıdır? Fatih’teki
evlerde sadece yer minderinde mi oturulur? Yoksa Harbiye’de hiç ud çalan yok
mudur? Teknolojiyi üreten de bir kültür değil midir? Ve üretilen/kopyalanan teknoloji
yaşam biçimini de değiştirmez mi? Elbette bu soruların cevabı kişiye göre
değişecektir, ama bu zıtlıklar üzerinden Türk kimliğini ve Türkiye’yi anlama ve
anlatma telaşının değişeceğini sanmıyorum.
Son olarak şunu
söylemek istiyorum, Fatih-Harbiye Neriman’ın buhranını buram buram bir
zıtlıklar silsilesi şeklinde anlatıp, olağanlaşsa da, kendisini benzerlerinden
ayıran tarafı, başarılı bir biçimde kullanılan dilidir ve en azından bu
bakımdan övgüyü hak etmektedir.
Ve not: Hala güncel
olan bir tartışma konusunda fikir beyan ettiğim için, bu fikirlerin sadece bana
ait olduğunu, diğer blog yazarı arkadaşlarımın belki de bana hiç
katılmayacağını burada belirtme ihtiyacı hissettim.
0 yorum :
Yorum Gönder