‘İhsan Oktay Anar’a Giriş’ niteliğindedir Efrâsiyâb’ın
Hikâyeleri” benim için. Sevdiğim herkesin sevmesini istediğim bu yazarın ilk
kitabı olmasa da kendisiyle tanışmak için en uygunu olduğunu düşünüyorum.
Gerçekle masal arasında, ölümle oyunlar oynayan Cezzar Dede ve
Ölüm’ün karşılıklı hikâyeleri, bazen korkutarak, bazen güldürerek, alıp
götürüyor bu kitapta. Ölüm, canını almaya gittiği Cezzar Dede’nin anlatacağı her
bir hikâye için ona bir saat yaşama hakkı verecektir ve aslında Ölüm’ün aradığı
kişi Uzun İhsan’dır. Sürekli ellerinden
kaçan Uzun İhsan’ı aramak için Selam Mahallesi’nden Firdevs Mahallesi’ne olan
yolculukları boyunca birbirlerine anlattıkları hikâyelerde korkudan dine, dinden
aşka, aşktan cennete ulaşırlar; çünkü
insan bilmediğinden korkar ve bilmediğini aramak için dine başvurur, aranan şeye
kavuşamayınca aşk olacağı için, arayıştan aşka, aradığını bulunca da meşke, yani
cennete ulaşır.
Bu hikâyelerde; ışıktan hazzetmeyen Kont’u, “vuda” isimli
bir puta tapan “vudiz”leri, “Nur Ana’ya” ulaşanları, ”iffetini kaybetme
tehlikesinin baş göstermesi, kör ve sağır bir erkek cinnet getirmedikçe
nerdeyse imkânsız olan” kadınları, başarılı bir muhasebeci olduğu kadar
kahraman da olması istenen ve bu yüzden normal kıyafetlerinin altına annesinin
diktiği mavi kıyafet ile kırmızı pelerini giyen Gülerk Kent’i okurken hem
gülümser hem de Anar’ın hayal gücüne hayranlık duyabiliriz.
Tüm hikâyeler bittiğinde, Ölüm yanında Cezzar Dede ile sonunda
Uzun İhsan’ı oturduğu evde yakalar; ancak orada onu bekleyen şey, Ölüm’ün kız
kardeşi olan Uyku’dur ve Uyku’nun oradan gitmeye hiç niyeti yoktur. Uzun İhsan’ı
uyandırmak için çeşitli gürültüler yapan Ölüm, bahçedeki kurt köpeğinin
saldırısına uğrar ve onu köpekten kurtarması için uyanan Uzun İhsan’dan yardım
istemek zorunda kalır. Tahmin edeceğimiz üzere, Uzun İhsan Ölüm’den, bu yardım
karşılığında yaşamak için biraz daha süre ister. Canını almaya gittiği bir
fani karşısında aldığı bu yenilgi Ölüm’ü sarsar; ama canı alınacak bir kişi
daha vardır, o da hikâyeleri biten Cezzar Dede’dir. Ancak dedelerinin Efrâsiyâb’ın
hazinesini bulmaya gittiğini sanan torunları hiç hesapta olmayan bir şekilde onların
yakasına yapışır. Ölüm, onlarla da bir oyun oynar ve eğer güneş batana kadar
kendisini güldürmeyi başarırlarsa dedelerini götürmeyeceğini söyler. Çocuklar
ne yaparlarsa yapsınlar Ölüm’ü güldüremezler ve sonunda oyunu kaybettiği için
en küçük kız torunun gözünden bir damla yaş gelir. Bu yaş karşısında Ölüm’ün suratında
bir şey çatırdar; bu, gülümsemesini engelleyen mühürdür; çünkü Ölüm o anda anlamıştır
ki çocukluk cennetin ta kendisidir ve cennet de seyredilmeye değerdir.
Kitabı tekrar okuduğumda; yıpranan ve yıprandığı için
asabileşen ruhumu biraz Ölüm karakteriyle bağdaştırdım ve dünyayı güzel gören
ve belki de asıl çirkinin, dünyada çirkinliği görenler olduğunu savunan, dünyada
tattığı en büyük lezzetin hayat değil, insanlık olduğunu ve birçok kişinin
insan olmanın zevkini ve keyfini çıkarmaktansa hayatı sürdürmek ve korumak için
çok büyük bir mutluluğu kaçırdığını düşünen Cezzar Dede ile oyun oynayan, yüzü
mühürlü Ölüm gibi hissettim kendimi. Oysa Cezzar Dede, dünyaya bakınca
gülümseyenlerdendi ve onun için kalbinde sevgi taşıyan, gülümseyen herkes
cennete bakıyor demekti. Umarım bu tekrar okuyuş, uzun zamandır yüzüme yapışan bu mührün kırılması
için bir fırsat olur…
0 yorum :
Yorum Gönder