13 Mayıs, 2013




Yavaşlık, Milan Kundera


Herkesin kendine ait tanıdık ve yabancı gelen duygular bulabileceği birkaç sahne: entellektüel Berck’in ününü geri kazanmak amacıyla, karaderili küçük bir kız çocuğunun yüzüne konan sineği kovarken televizyon ekranında görünmesi; kendi halinde bir düşünür olan Pontevin’in, genç ve güzel bir kadının yanında kaba bir söz söyleyerek bütün dikkatleri üzerine toplaması; Pontevin’i kendine örnek alan genç Vincent’in acısını unutmak için motorsikletine binip bulunduğu yerden hızla uzaklaşma isteği ve bir 18.yy romanından bir şövalyenin yaşadığı aşk acısı ve buna dair özlem duyguları içinde arabasıyla ağır ağır ve yalnız bir şekilde bulunduğu yerden gitme arzusu. Milan Kundera 1995 senesinde yazdığı Yavaşlık romanıyla, hem yavaşlık ve hatırlama, hız ve unutma arasındaki varoluş denklemini,  hem de varoluşun özdoyum gereksinimini, seyircili veya seyircisiz sahnede kalma arzusunu sorguluyor/sorgulatıyor. Buna, Kundera’nın özgünlüğünü ortaya koyan ve çoğunlukla kendi sesini duyduğumuz düşünsel arka planlar ve karakterlerinin davranışları üzerinden yaptığı derin psikolojik analizler de eşlik ediyor.  

Toplumun farklı kesimlerinden sunulan karakterlerle bugünün kültürel hayatına dair çok ciddi eleştiriler getiriyor Kundera. Herkesin kendince varolabilmek ya da kendini ifade edebilmek için oyunlar oynadığı ve oynamak zorunda kaldığı bir kültür olarak tanımlıyor bugünü. Fakat sadece toplumsal ilişkilere değil, Pontevin’in arkadaşları arasında konuşurken dile getirdiklerinden anladığımız kadarıyla eleştirilerini “batılı” entelektüellere de yöneltiyor ve “Bir toplumsal soruna müdahale etmek, bir kötülüğe dikkat çekmek, bir ezilene yardım etmek zorunda kalsan, günümüzde dansçı olmamayı ya da öyle görünmemeyi nasıl becereceksin?” diye soruyor. Bu eleştirisine, bir dönem komünist rejim tarafından hapse atılan ünlü bir Çek böcekbilimcisinin, Avrupalı meslektaşlarıyla katıldığı bir toplantı sırasında “güncellik budalası” olarak nitelediği ve “batılı” önyargıları temsil eden Berck’le yaşadıkları üzerinden de bir dipnot düşüyor. Kundera, günümüz insanının kendi varoluşu açısından “ötekiyi” nasıl gördüğü veya göstermek istediğine dair olan sorunlu ilişkiyi tartışıyor. Daha da önemlisi, kendisinin nasıl göründüğünden daima endişe duyan, ünlü imgelemlerine dergi sayfalarını ve televizyon ekranlarını istila ettiren ve herkesi böylesi bir üne sahip olmayı düşleten bu varoluşu sorguluyor.

Hızın ve unutmanın egemen olduğu bir çağda seyirci ve izlenme tutkusu içinden çıkılmaz bir ikilem. Kundera bu egemenliği tersinden, bireysel varoluş deneyimleri üzerinden okumayı tercih ediyor ve diyor ki : “Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız; kendi anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını arttırır; çünkü kendinden bıkmıştır; kendinden tiksinmektedir; belleğin küçük titrek alevini söndürmek istemektedir.”  


0 yorum :

Yorum Gönder