Herkesin kendine ait tanıdık ve yabancı gelen
duygular bulabileceği birkaç sahne: entellektüel Berck’in ününü geri kazanmak
amacıyla, karaderili küçük bir kız çocuğunun yüzüne konan sineği kovarken televizyon
ekranında görünmesi; kendi halinde bir düşünür olan Pontevin’in, genç ve güzel
bir kadının yanında kaba bir söz söyleyerek bütün dikkatleri üzerine toplaması;
Pontevin’i kendine örnek alan genç Vincent’in acısını unutmak için motorsikletine
binip bulunduğu yerden hızla uzaklaşma isteği ve bir 18.yy romanından bir
şövalyenin yaşadığı aşk acısı ve buna dair özlem duyguları içinde arabasıyla ağır
ağır ve yalnız bir şekilde bulunduğu yerden gitme arzusu. Milan Kundera 1995
senesinde yazdığı Yavaşlık romanıyla,
hem yavaşlık ve hatırlama, hız ve unutma arasındaki varoluş denklemini, hem de varoluşun özdoyum gereksinimini,
seyircili veya seyircisiz sahnede kalma arzusunu sorguluyor/sorgulatıyor. Buna,
Kundera’nın özgünlüğünü ortaya koyan ve çoğunlukla kendi sesini duyduğumuz düşünsel
arka planlar ve karakterlerinin davranışları üzerinden yaptığı derin psikolojik
analizler de eşlik ediyor.
Toplumun farklı kesimlerinden sunulan karakterlerle
bugünün kültürel hayatına dair çok ciddi eleştiriler getiriyor Kundera.
Herkesin kendince varolabilmek ya da kendini ifade edebilmek için oyunlar
oynadığı ve oynamak zorunda kaldığı bir kültür olarak tanımlıyor bugünü. Fakat
sadece toplumsal ilişkilere değil, Pontevin’in arkadaşları arasında konuşurken dile
getirdiklerinden anladığımız kadarıyla eleştirilerini “batılı” entelektüellere
de yöneltiyor ve “Bir toplumsal soruna
müdahale etmek, bir kötülüğe dikkat çekmek, bir ezilene yardım etmek zorunda
kalsan, günümüzde dansçı olmamayı ya da öyle görünmemeyi nasıl becereceksin?”
diye soruyor. Bu eleştirisine, bir dönem komünist rejim tarafından hapse atılan
ünlü bir Çek böcekbilimcisinin, Avrupalı meslektaşlarıyla katıldığı bir
toplantı sırasında “güncellik budalası” olarak nitelediği ve “batılı”
önyargıları temsil eden Berck’le yaşadıkları üzerinden de bir dipnot düşüyor. Kundera, günümüz
insanının kendi varoluşu açısından “ötekiyi” nasıl gördüğü veya göstermek
istediğine dair olan sorunlu ilişkiyi tartışıyor. Daha da önemlisi, kendisinin
nasıl göründüğünden daima endişe duyan, ünlü imgelemlerine dergi sayfalarını ve
televizyon ekranlarını istila ettiren ve herkesi böylesi bir üne sahip olmayı
düşleten bu varoluşu sorguluyor.
Hızın ve unutmanın egemen olduğu bir çağda seyirci
ve izlenme tutkusu içinden çıkılmaz bir ikilem. Kundera bu egemenliği
tersinden, bireysel varoluş deneyimleri üzerinden okumayı tercih ediyor ve diyor ki : “Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline
gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur
çağımız; kendi anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını arttırır; çünkü
kendinden bıkmıştır; kendinden tiksinmektedir; belleğin küçük titrek alevini
söndürmek istemektedir.”
0 yorum :
Yorum Gönder