02 Nisan, 2014



Can Yayınları’na bu aralar biraz kırgınsın. Bir örnek beyaz kapakları bırakıp yazara/kitaba göre kapak yapmak da nereden çıktı?
Nihayetinde sen, 1982 Anayasası'nın şekillendirdiği bir milli eğitim sisteminden çıkmış, askeri nizamın intizamın mükemmelliğine inandırılarak büyütülmüş, obsesif kompulzif bozukluk sahibi çocuklardansın. Kitaplarını raflara yerleştirirken, aynı yazarın aynı yayınevinden çıkmış eserlerini, yayın tarihine göre yan yana dizer, işin bitince karşısına geçer,“Çok da güzel oldu” diye seyrine bakarsın.
Farklı yayınevlerinden çıkan kitapların ölçülerinin birbirlerini tutmamasına sinirlenir, sırf daha fazla para verdiler diye yayınevini değiştiren yazara duyduğunuz tepkinin altında azıcık da olsa yukarıda bahsi geçen bozukluğun yattığını da bilirsin.


Ebedi olmasa da edebi muhafazakarsın sen kardeşim…
Hal böyleyken, Paul Auster’ın yeni kitabı İç Dünyamdan Notlar’ı (Report from the Interior) ilk gördüğünde, kitabın çıkışına dair haberin yarattığı heyecanın yerini bir hayal kırıklığı aldı. Ne yani? Bir raf dolusu bembeyaz Auster’ın yanına bu kara kaplı defteri mi yerleştirecektin? Olacak iş değildi!
Şu fotoğrafa bir bakıyorsun ki vah vah…Nedir o en sağdaki öyle? Kapkara bir çirkin ördek yavrusu…
Dahası sen anı, biyografi gibi türleri de pek sevmezsin. Yaşlılar yazdığında fazla didaktik, gençler yazdığında ise fazla haddini bilmez bulursun bu tür eserleri.
Velhasıl hayli olumsuz önyargılarla aldın kitabı elime.

Fakat o da ne? E bu kitap pek bildiğin anılara benzemiyor?
Bir kere Auster, İç Dünyamdan Notlar’da (tıpkı henüz okuyamadığın Kış Günlüğü’nde [Winter Journal] olduğu gibi) ikinci tekil şahıs kullanıyor. “Sen” diye giriyor kitaba, “sen” diye çıkıyor.
Minicik bir oğlan çocuğu olarak kendini bildiği ilk günlerden, üniversite hayatının son demlerine kadar aklında kalan, eski eşi ve yakın dostu Lydia’ya yazdığı mektuplara gömdüğü, Paul’ü Paul Auster yapan yaşanmışlıklarını, sanki okuyucusu yaşamış gibi anlatıyor.
O sayede ilginç bir bağ kuruyorsun yazarla. Belki aynı toplumsal çerçevede büyümediniz (Auster, 1947 Newark, NJ doğumlu, orta sınıf bir Amerikan Yahudi’si), belki sinemada ilk izlediğin ve aklını başından alan film aynı değil (H.G. Wells’in The War of the Worlds’ü), belki onun çocukluk kahramanlarının adını senin ülkende bilen bile yoktur (sahi Amerikan beyzbol efsanelerini tanıyan var mı aranızda?) ama ne tuhaftır ki Paul’ün hissettikleri ucundan kıyısından çok tanıdık geliyor. Bir şekilde farklı araçlarla da olsa aynı yollardan geçmişsiniz besbelli.
İlerleyen yaşlarda entelektüel birikimleriniz arttıkça aranızdaki paralellikler de artıyor. Paul, Edgar Allen Poe’yu okumaya heveslenmiş de anlamamış, okuduğu malzemenin yaşına uygun olmadığını şimdi şimdi idrak ediyor. E sen de daha küçücükken bir gazetenin armağanı olan evdeki Nobel ödüllü kitaplar serisini ucundan kıyısından tırtıklayıp, hiç anlamasan da Veba’ya aşık olmamış mıydın?
Hem ikiniz de üniversitede aynı kitapları okudunuz, ailelerinizin ve milli eğitim kurumlarınızın sizin için çizdikleri çerçevelerin dışına koşarak çıkmaya çalıştınız, az daha yetişkin olunca benzer kimlik bunalımları yaşadınız, benzer afakanların baskısı altında ezildiniz.
E bu Paul Auster düpedüz senmişsin yahu?! (Öze not: Abartma!)
Kim bilir belki de evrensel çocukluk ve gençlik hezeyanlarıdır bunlar. Belki herkes kendince yaşıyordur aynı şeyleri. Ama kitabı okurken bu aklına gelmiyor pek. Kitaplarını çok sevdiğin bir yazarla arandaki özdeşlik mest ediyor seni.
Üstüne üstlük bir de o yazarı çok sevdiğin başka yazarlara bağlayan bir ortak nokta keşfettin gibi de geliyor biraz.
Sait Faik’in o meşhur “Yazmasam deli olacaktım” cümlesini hatırlıyorsun. Birkaç gün önce de bir sohbet toplantısı için çalıştığın kuruma konuk olan Hakan Günday benzer şeyler anlatmıştı sanki. Ya da sen Günday’ın hissettiği “yazı yazma ihtiyacı”nı öyle algıladın, bilemiyorsun.
Sanki Paul Auster’da da var aynı şey. Yazmayı öğrendiği andan itibaren içini kağıtlara dökme ihtiyacıfışkırıyor derisindeki gözeneklerden. Çocukça şiirler, öyküler, kendince film senaryoları, mektuplar, çeviriler… Ak sayfaların üzerindeki kargacık burgacık kara işaretler onun da hayatını kurtarmış belli ki… (E şimdi gel de kendini bu adama yakın hissetme…)
Bunları düşünürken aklına şu geliyor: Talepleri (emirleri?) karşısında muma döndüğünüz, kendinizle ilgili gereğini yaptığınız bir büyüğünüz, Auster’ın zamanında Hürriyet’e verdiği röportajında kullandığı, “Hapiste yatan yazar ve gazeteciler yüzünden Türkiye’ye gelmeyi reddediyorum. Aynı sebeple Çin’den gelen davetleri de geri çeviriyorum. Bu hükümetleri protesto ediyorum” sözlerine[i], “Hah, biz sana çok muhtaçtık. Niye gelmedin? Aman gel, ne olur gel. Gelsen ne olur gelmesen ne olur. Türkiye irtifa mı kaybeder?” diye yanıt vermişti[ii]. Meğer geleceği görmüş beyefendi, bu sözler sonun başlangıcıymış. O günden beri irtifa kaybında sınır tanımıyorsunuz.
Demin de dedin ya ak sayfaların üzerindeki kargacık burgacık kara işaretler hayat kurtarıyor diye... En “ak” olmakla övüngen büyüğünüz de atarlı ergenler misali omuz silkip, “Gelmezsen gelme!” diyeceğine iki satır açıp baksa ne diyor bu adam diye, hem kendisinin hem de sizlerin hayatı kurtulacak belki. Hem zaten hep demezler mi, “Dünyayı edebiyatçılar kurtaracak” diye…
Misafirliğin iyisi kısa olanıdır. Sense bedava blog buldun, yazdıkça yazıyorsun.
Ezcümle, güzel kitap. Bir başka deyişle, nihayetinde kara kuğuya dönüşen bir çirkin ördek yavrusu. Oku, okut, malum bu devirde şahsi irtifa ziyadesiyle önemli.

Sevin Turan


Dört küçük not:
1- Auster’ın kitapta uzun uzadıya anlattığı iki film var. Birincisi The Incredible Shrinking Man, ikincisi de I am a Fugitive from a Chain Gang. Çok eski filmler, nasıl bulunur bilmiyorum ama mutlaka izlemek şart.


2- Bunu okuduktan sonra daha önce okuduğum Auster kitaplarını yeniden okuma ihtiyacı hissettim. Bu kez okuduklarımı çok daha anlamlı bulacağıma inanıyorum.


3- Kitabın başarısında deneyimli çevirmen Seçkin Selvi’nin payı çok büyük. Hayli zor görünen metin üzerinde çok temiz iş çıkarmış. Bir yerde, İngilizcedeki eşseslilik nedeniyle çevrilmesi imkansız bir ifadeyi dipnotta açıklayıp özür dilemiş ve çok sempatik bir mesaj bırakmış. Bir tek eleştirim var. Anladığım kadarıyla “faculty”i hep “fakülte” diye çeviriyor. Ama bizde fakülte “faculty”nin karşılığı değildir. “Öğretim kadrosu”daha doğru mu olurdu acaba?


4- Haddim olmayarak Auster’ın kitaptaki üslubuna öykünmeye çalıştım, edebiyat tanrıları günahlarımı affetsin!


1 yorum :

  1. trt2 sinema büyüsünde göstermişlerdi... hey gidi
    http://www.cinemekan.com/unutulmaz-filmler/54701-kendi-kendine-kuculen-adam-incredible-shrinking-man-1957-turkce-altyazili-online-film-izle/

    YanıtlaSil