Fikret Kızılok’un yorumladığı Karacoğlan şiiri olan Güzel ne Güzel Olmuşsun
nedense bana hep Anna Karenina’yı hatırlatır. Anna hep beyaz tenli, koyu renkli
saçlı, kaşlı gözlü güzel bir hatundur. Her ne kadar o Rus güzelliği, sarışın
mavi gözlü kavramına uymasa da ondaki o çekicilik kaşından, gözünden, zarifliğinden ve koyu renkli saçlarından gelir. Nedense tüm Anna Karenina film
uyarlamalarında da bu görünüme sadık kalınmış.
Çehov, kahramanı Tolstoy hakkında şöyle demiştir: “Tek başına hiçbir şey başarmamış
olduğunu düşünüyorsan ve hala da başaramayacağına inanıyorsan, bu aslında
göründüğü kadar kötü bir durum değil. Çünkü Tolstoy her şeyi herkesin adına
başarmıştır.”
(Chekhov reputedly said, after visiting his hero: "When you know you have achieved nothing yourself and are still achieving nothing, this is not as terrible as it might otherwise be, because Tolstoy achieves for everyone." http://www.theguardian.com/books/booksblog/2010/jan/11/love-anna-karenina)
(Chekhov reputedly said, after visiting his hero: "When you know you have achieved nothing yourself and are still achieving nothing, this is not as terrible as it might otherwise be, because Tolstoy achieves for everyone." http://www.theguardian.com/books/booksblog/2010/jan/11/love-anna-karenina)
Tolstoy’un bu romanındaki en güzel taraflardan birisi de, o zamanlarda aristokrasi arasında konuşulan
her güncel konuyu fikir ayrılıkları ve ayrıntılarıyla anlatmasıydı. Hatta Kırım Savaşı’nı da anlatırken, tanıdığı herkesin kafasından geçenleri
büyük bir netlikle anlatıyordu. Kendi fikirlerini ve iç hesaplaşmalarını da
Levin karakterinin ağzından dinleyebilmek mümkün. Kırım Savaşı’nın
anlamsızlığından bahsediyor ve niçin çar istiyor diye insanlar ölüyor, diye
soruyor, savaşın neden bu kadar prestij gören bir konumda olduğunu
sorguluyor. Kırım krizinin ortaya çıktığı bir zamanda bu kitabı bitirmiş olmam
da aslında çok güzel bir tesadüf oldu. Burda bir yandan da Kırım krizine
değinmek istiyorum çok kısaca, bir Rus arkadaşımla konuşurken şu fikri edindim: Aslında
herkes Putin’i diktatör olarak yaftalamayı sevse de Putin’in geçmişten bugüne
birçok Rus liderden bir farkı olmadığını, 19. Yüzyılın birçok güçlü Rus liderine
benzediğini söyledi. Katerina veya 1. Petro gibi çok güçlü yöneticileri isteyen ve
beğenen bir Rusya’da Putin’in niçin sevildiğini anlamakta zorlanmadığını
belirtti.
Aslında Kırım için Osmanlı ile Rusya arasında bir yığın savaş olmuştu, Kırım’ı
almak demek stratejik anlamda boğazlara, oradan da Akdeniz’e ve okyanusa açılmak
demekti Rusya için. Kırım hiçbir zaman bu önemini yitirmedi.
Dolayısıyla Ukrayna’da bırakılan Kırım’da Rus üsleri hep varlığını korudu ve bu
stratejik bölge hiçbir zaman göz ardı edilmedi. Şimdi Putin’in Kırım’ı almasını
bir yandan tarihsel ve bir yandan lidersel anlamda açıklamak mümkün. İşte
Tolstoy da bu konuda yazıyordu. Kırım’da savaşı savunanlara, “neden ordaki
Sırplara yardım etme ihtiyacı hissediyorsunuz? Ruslar olarak Türkleri öldürmekle
gurur mu duyuyorsunuz? Savaş mavaş da insanları öldürmekten nasıl çekinmiyor,
nasıl bunun üzerine bir iki dakika düşünemiyorsunuz?” diyordu Levin. Levin o
toplumda yalnız bi bireydi çünkü fikirlerini paylaşan kimse yoktu. Herkes çarı
destekliyordu. Köylüsünden aristokratına. O ise her şeye farklı bir şekilde
bakıyor ama kendi kafa dengi bir adama rastlamıyordu. İşte Levin’in yani
Tolstoy’un (Levin, Tolstoy'un alter ego'sudur) yalnızlığı bu olsa gerek.
Levin'i canlandıran aktör
Her ne kadar bu kitap kadınların o zamana dair cinsel bağımsızlık mücadelesinden ve
her yönden bağımsızlaşmalarından yana bir çığır açmış olsa da (ki o zamanlar cinsel özgürlük
entelektüeller tarafından savunulmakta ve tartışılmaktaydı, kadının toplumdaki kısıtlı rolü sorgulanmaktaydı) aslında Tolstoy’un
kadınlar hakkındaki fikri daha muhafazakardı: Aile kurmanın en büyük mutluluk
olduğuna inanıyordu. (Belli bir süre zevk için hayat süren Tolstoy her şeyi
bırakıp evine döndü, toprak sahibi olduğundan bir işveren olarak evine geri
döndü, sonrasında ise evlendi ve 13 çocuk sahibi oldu.)
Anna Karenina ile İlgili Cahil
Cühela Düşündüğüm Her Şey
Anna
Karenina'yı sinemanın farklı bir şekilde yansıttğını düşünüyorum. Hiç de
düşündüğüm kadar karamsar bir bitiş değil kitaptaki. Filmler bizi o güzelliğin
ölümüne o kadar alıştırdı ki. Anna ölmezse Anna olmayacak diye düşünüyor insan neredeyse.
Oysa kitaptaki bir diğer önemli karakter Levin ölümü seçmektense düşünmeye devam eder. Levin'e bakınca dönüp durduğu çıkmazlar geliyor insanın aklına. Ne milliyetçi bakış açısına, ne Rusya'nın büyüklüğüne sığınan, "başkalarını öldürmeye hakkımız yok" diyen bir sağduyuya sahip Levin. Türklerin savaşta yenilmesi ve Vronsky'nin savaşa gitmesi söz konusu. Kaderin elinde değil midir Vronsky zaten Anna öldükten sonra? Levin ise hep sorgular, kaderi, Tanrıyı, dini ve hayatı. Kendini sorgular, başkalarını sorgular, bir yandan da yaşamaya devam eder hayatını, bir baba, bir toprak sahibi ve kimi zaman çiftçilerle bir çiftçi olarak.
Oysa kitaptaki bir diğer önemli karakter Levin ölümü seçmektense düşünmeye devam eder. Levin'e bakınca dönüp durduğu çıkmazlar geliyor insanın aklına. Ne milliyetçi bakış açısına, ne Rusya'nın büyüklüğüne sığınan, "başkalarını öldürmeye hakkımız yok" diyen bir sağduyuya sahip Levin. Türklerin savaşta yenilmesi ve Vronsky'nin savaşa gitmesi söz konusu. Kaderin elinde değil midir Vronsky zaten Anna öldükten sonra? Levin ise hep sorgular, kaderi, Tanrıyı, dini ve hayatı. Kendini sorgular, başkalarını sorgular, bir yandan da yaşamaya devam eder hayatını, bir baba, bir toprak sahibi ve kimi zaman çiftçilerle bir çiftçi olarak.
Vronsky; Anna'yı sevmese bu kadar üzülebilir mi? Ama yine de ya annesi güder Vronsky'yi
ya da ordu. Anna ise ne kadar kaderine karşı çıksa da (ki intihar ederek paradoksal olarak bir yandan da
kaderine razı gelmeyi beklemektedir) oğlundan vazgeçtikten sonra, Vronsky'nin
de sevgisinin bittiğini anlar anlamaz elinde hiçbir şey kalmamış bir zavallı
gibi hisseder kendini. Zamanla tüm sesler uzaklaşır, tüm renkler solar. Anna
ölmek ister. Anna kaderin değil toplumun bir oyuncağıdır. Gerçekten de Vronsky
olmasa kim umursar Anna'yı? Hiç kimse... Herkes ona ahlaki yönden zayıf ve
dolayısıyla düşünülmemesi ve unutulması gereken bir Gregor Samsa muamelesi
yapar. "Bu kadın zaten böyledir, bırakalım düştüğü yerde kalsın."
Anna'nın yanında ne bir dostu ne de annesi vardır. Başka bir yorumda, Anna’nın
Vronsky’ye aşık olmak üzere doğmuş bir karakter olarak kitaptaki ilk sahneye
adım attığını okudum, gerçekten de güzel bir yorum... (eğer okumak isterseniz http://www.theguardian.com/books/2012/aug/31/rereading-anna-karenina-james-meek).
Bir erkeğin aşkı için her şeyden vazgeçmek her ne kadar yürek isteyen bir
davranış olsa da bir kadın için sonu çok daha ağır olan, kadın olduğundan/anne
olduğundan çok daha fazla yargılanan bir konumdadır Anna.
Anna'yı
anlayabilmek çok da zor değil. Kıskançlık yapar ama aslında kıskanmasının
sebebi tatminsizliktir. Bunu kendine de itiraf eder. Vronsky onu eskisi gibi
sevmemektedir. Bunu bilir, fark eder ve hisseder. Ama uğraşır Vronsky'nin onu
hala sevip sevmediğini anlamaya. Var yok bir adamın sevgisi kalmıştır
elinde, eğer o da giderse?
Ne bir
erkekle dünya döner, ne de bir erkeksiz. Ama şimdi 21.yy'da bunu söyleyebiliriz
büyük bir rahatlıkla bağımsız kadınlar olarak. Eve hapsolmak zorunda olmayan
kadınlar olarak. Ne kadar çok şeyden vazgeçeriz kimi zaman sadece sevdiğimiz
adamla birlikte olabilmek için? Bu o kadar da uzak bir seçenek değildir. Ama
Anna’nın sonunun Levin’inkinden farklı olmasının bir sebebidir yine de. Aslında
Anna ve Levin intiharı düşünen iki karakterdir kitapta. Levin intihar etmez,
dini düşündüğü için mi? Hayır, farklı bağları olduğu için hayatla belki de.
Kitty tarafından sevilir, aşık olduğu kadınla evlenmiştir. Onu çok sever ama bu
büyük sevgi bile onu mutlu etmeye yetmez. Toplumdaki yalnızlığını gidermez.
Hiçbir
zaman bir insanın sevgisi yetmez birini hayatta tutmaya.Yettiğini düşünür
düşünmez ya hep ya hiç olur her şey. İşte o noktada hayatın elini bırakır insan
mecazi yahut gerçek anlamda.
Fikri
yalnızlık da olsa belki daha büyük düşünceler ayakta tutabilir insanı.
Levin'inkiler gibi. Levin diğerleri gibi hayattan zevk almak derdinde değildir.
Yabancılaşmıştır savaşı ve gönül eğlendirmeyi savunanlara. Kendisine,
çiftçilerine, ailesine karşı sorumlulukları her şeyden daha önce gelir... Kimi
zaman bu sorumluluk ve keskin karakter, bir dakika olsun rahat bırakmaz onu.
Başkalarının ufak zevklerine anlam veremez, milliyetçiliğin kökenlerini
anlayamaz, halkın kimi zaman kabullenmişliği onu rahatsız eder... İnsanların
körü körüne bir şeye inanması ve bu düşünceyi sorgulamaksızın takip edişleri
Levin'i şaşırtır ve düşündürür. Levin diğer kardeşleri tarafından dışlanan erkek kardeşine sahip çıkar. O farklı olma ve düşünme hakkını sonuna kadar kullanmaktadır.
Vronsky'nin karakterinde ise aynı derinliği göremeyiz. Belli ki Tolstoy için en sevilen iki karakter Levin ve Anna'dır. Anna eğer bir düşünce kadını olabilseydi o zamanda kimbilir belki o da kendisini kurtarabilecekti karanlık düşüncelerden ama mümkün olamazdı. Ona toplumun biçtiği rol kurallara uygun olarak yaşaması ve bunun yanısıra her baloda eşi olan bir kadın olarak bir biblo kadar güzel görünmesiydi. Eğer bu beklentilerin biraz daha üstüne çıkarsa, ki kültürüyle de birçok yönden üstün ve okuyan bir karakterdir Anna. Okuduğu kitaplardan öğrendiklerini Vronsky ile paylaşır, her konuda bilge bir fikri vardır. (O kadar ki Anna'nın trende bir kitabı okumaya ve kitaba konsantre olmaya çalışırkenki anı Orhan Pamuk'un da içine işlemiştir. Eğer Pamuk'un Saf ve Düşünceli Romancı kitabını okursanız, Anna Karenina'ya ve Tolstoy'un üslubuna ne kadar hayran olduğunu görebilirsiniz.) Bir biblo kadar güzel görünmek Anna için hiç de zor değildir, ama o biblonun ahlaki değerleri sorgulanır ve delik deşik edilir. Nefes aldırmazlar ona, diğer kadınlar kocalarının bu bibloya bakmasından korkarlar. Toplumun yaratıcı bir niteliği olduğu kadar yıkıcı ve güzellikleri boğucu bir niteliği de vardır. Kimi zaman bakarak, kimi zaman hakkında konuşarak, yıpratarak, iki yüzlü bir hayat yaşayıp başkalarının günahlarından bahsederek, kendi gücünü kanıtlar işte toplum. Ama Anna ölümsüzken kimse bir başka karakteri onu hatırladığı güzellik ve netlikle hatırlamaz. Tolstoy Anna'yı yaratmıştır ama Anna Tolstoy'dan sonra da kendi başına büyüyen ve çoğalan bir kadın olmuştur. İşte edebiyatın sonsuzluğu!
Vronsky'nin karakterinde ise aynı derinliği göremeyiz. Belli ki Tolstoy için en sevilen iki karakter Levin ve Anna'dır. Anna eğer bir düşünce kadını olabilseydi o zamanda kimbilir belki o da kendisini kurtarabilecekti karanlık düşüncelerden ama mümkün olamazdı. Ona toplumun biçtiği rol kurallara uygun olarak yaşaması ve bunun yanısıra her baloda eşi olan bir kadın olarak bir biblo kadar güzel görünmesiydi. Eğer bu beklentilerin biraz daha üstüne çıkarsa, ki kültürüyle de birçok yönden üstün ve okuyan bir karakterdir Anna. Okuduğu kitaplardan öğrendiklerini Vronsky ile paylaşır, her konuda bilge bir fikri vardır. (O kadar ki Anna'nın trende bir kitabı okumaya ve kitaba konsantre olmaya çalışırkenki anı Orhan Pamuk'un da içine işlemiştir. Eğer Pamuk'un Saf ve Düşünceli Romancı kitabını okursanız, Anna Karenina'ya ve Tolstoy'un üslubuna ne kadar hayran olduğunu görebilirsiniz.) Bir biblo kadar güzel görünmek Anna için hiç de zor değildir, ama o biblonun ahlaki değerleri sorgulanır ve delik deşik edilir. Nefes aldırmazlar ona, diğer kadınlar kocalarının bu bibloya bakmasından korkarlar. Toplumun yaratıcı bir niteliği olduğu kadar yıkıcı ve güzellikleri boğucu bir niteliği de vardır. Kimi zaman bakarak, kimi zaman hakkında konuşarak, yıpratarak, iki yüzlü bir hayat yaşayıp başkalarının günahlarından bahsederek, kendi gücünü kanıtlar işte toplum. Ama Anna ölümsüzken kimse bir başka karakteri onu hatırladığı güzellik ve netlikle hatırlamaz. Tolstoy Anna'yı yaratmıştır ama Anna Tolstoy'dan sonra da kendi başına büyüyen ve çoğalan bir kadın olmuştur. İşte edebiyatın sonsuzluğu!
Şah gerçekten çok güzel bir değerlendirme yazmışsın. Filmi izlemiştim ama senin bu yorumlarınla herşey daha da anlamlı oldu. Teşekkürler.
YanıtlaSil