Dikkat! Bu yazı asabiyet, ironi ve siyaset içerir!
13 Mayıs 2014
günü, felaketlere doyamayan Türkiye, tarihinin en büyük maden cinayetini yaşadı.
Bu yazıyı kaleme aldığım 17 Mayıs tarihi itibariyle kayıplarımızın sayısı
(devlet adamı tabiriyle tane) halen
netleşmiş değil. Aslına bakarsanız, büyük adamlarımızın kaza dediği bu olayın
neden olduğu da henüz kimse tarafından bilinmiyor. Bildiğimiz tek şey, hakkında
hiçbir şey bilmediğimiz bu madenin güvenli olduğunun altının çizilmesi. O kadar
güvenli ki, kaçış odası yok, içerideki kişi sayısı belli değil ve bu kadar güvenli
olduğu için de 300 kişiyle durumu kotarmışız! Soma Holding’e bu çok güvenli güvenlik
tedbirlerinden ötürü ve haşmetli devletimize de uykusuz kalıp yürüttüğü
kurtaramama çalışmaları için teşekkür etmeyi ben kendi adıma bir borç
biliyorum! Herkes herkese salak muamelesi yapabildiği için bu ülkede, bu
satırları ben de rahat bir biçimde yazabiliyorum, tercih etmesem dahi…
Tarihin bir
cilvesi olarak, bu Cumartesi yazım sırası bana gelmiş blogda. Ben de, bu
Cumartesi yayınlamak için geçen hafta Hüseyin Cahid Yalçın’ın Edebiyat Anıları’nı okumuşum. Yazarın
ilk kitabını bastırabilmek için Ahmet Mithat Efendi’den aldığı eleştiri
yazısını ballandıra ballandıra anlatıp, 1900’lerdeki imparatorluk aydınının psikolojik
tahlilini yapacağım aklımca. Planlarım suya o kadar kara bir biçimde düştü ki, bu
yazıyı yazdığım şu an imparatorluk aydınının psikolojik çıkmazı da, Ahmet
Mithat Efendi de çok anlamsız görünüyor. Ancak 1900’ler, en azından periyodik olarak hem
gündemimiz hem de bu yazı için önemini halen korumakta. Zira birazdan
yazacaklarım gösteriyor ki, biz zaten 21. yüzyıla halen geçebilmiş değiliz.
Aslında, konumuz bazında, 20. yüzyıla geçtiğimiz bile fena halde tartışılır.
Sadece yazıyı bilgisayarda yazabiliyor olmam beni yaşadığım çağa ilişkin biraz
şüphelendiriyor sevgili okur!
Bunun nedenlerinden
biraz bahsederken, size aynı zamanda bu yazıya konu olan kitabın da tanıtımını
yapmış olacağım: Osmanlı İmparatorluğu’nda
Madenciler ve Devlet, Zonguldak Kömür Havzası, 1822-1920. Osmanlı tarihi
çalışanların (“daha doğrusu Fatih Sultan Mehmet Han ne güzel bir adamdı”nın
ötesine geçebilmiş olan sayısı gerçekten az tarihçilerimizin) yakından
bildikleri Donald Quataert’in yazdığı bu eser, Osmanlı madenciliğinin
haritasını ortaya koyarken, emek tarihine de önemli bir katkıda bulunuyor. Aslında,
böyle bir gündemde yazmasam çok ayrıntılı bir biçimde incelemek isterdim bu
kitabı. Ancak Türkiye’de istediklerimizi gerçekleştirmekten ziyade başımıza
gelenlerle yaşamak zorunda kaldığımızdan, şimdi belirli noktalara değinerek,
bizim neden 21. yüzyılda yaşadığımızı sandığımızı ancak pek beceremediğimizi
madenler üzerinden belirtmekle yetineceğim.
Quataert, Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki madenciliğin devlet teşebbüsü ile ortaya çıktığını ve bunun
dünyadaki örneklerden (Amerika, İngiltere, Fransa vb.) farklı olduğunu
söylüyor. Zonguldak özelinde, devletin bu kadar etkin kontrol ve çabası kömürün
öncelikli olarak Osmanlı donanması için düşünülmesinden kaynaklanmıştı. Yani
kömür başlangıçta daha çok askeri bir bakış açısından düşünülüyor. “Ancak madenler, 1860’lerin sonları
itibariyle karma bir işletim sistemine tabi oldular. Maden devlete, daha
doğrusu kullanım haklarını özel işletmecilere kiralayan sultana aitti.
Denetimden feragat etmek istemeyen devlet, müstakbel girişimcilere engelleyici
ve külfetli koşullar dayattığı için üretim ilk zamanlarda durgundu. Ancak bu
çalışmada ele alınan dönem boyunca devlet, denetimi özel sermayeye gittikçe
daha çok teslim eder hale geldi. 1882 yılında devletin, işletmecilerin daha iyi
koşul taleplerini kısmen kabul etmesiyle üretim artmaya başladı.” (S.16)
Buradaki devlet denetiminin işçi için değil, üretim için olduğunun altını
çizmekle beraber, imparatorlukta da günümüzdekine benzer bir özel sektör ve
üretim artışı anlayışının bulunduğunu söylemek mümkün. Madenlerde işletme
hakkının özel sektöre devrindeki en büyük unsur olan “sarayla bağlantıya sahip
olmak” kıstası da yine bugünün “devletten iş koparma” zihniyetinin benzeri
olarak göze çarpıyor. Yalnız günümüzden farklı olarak, imparatorlukta, devlet
ve işletmeci arasındaki ilişkiler bugüne oranla oldukça gergin (muhtemelen
devletin kontrol mekanizmasını devam ettirme isteği yüzünden). Yani,
imparatorluktaki Maden Nazırı’nı 2014 Manisa’sına ışınlarsanız, kendisinin işletmeciyi
canhıraş şekilde korumak, bu uğurda büyük yalanlar söylemek ve madenci
yakınlarını falakaya çekmek gibi bir misyonu, büyük ihtimalle, olmayacaktır.
Gerçeklikle bağımızı iyiden iyiye kopardığımıza göre, bu cümledeki tarih-dışılığı
da mazur görmenizi rica edeceğim.
Kitaba göre,
imparatorlukta madenler sömürünün en çok olduğu sektörlerden biriydi. Köylülerin
mecburi çalıştırılmasını bir kenara bırakırsak, ücretli serbest işçilerin dahi
kazandıklarının vergiye ve işteyken yedikleri ekmeğin parasına gittiğini
söylüyor Quataert. 2014 yılında Türkiye’de açlık sınırının 1100 TL, yoksulluk
sınırının ise 1800 TL olduğunu hesaba katıp, madende çalışan işçilerin ise
ortalama 1100 TL kazandığını da bildiğimize göre, işçi maaşının yine vergi ve ekmekten
biraz farklılaşacak bir gıda masrafına gittiğini söyleyebiliriz. Tabii,
imparatorluk görevlilerinin bu yoksulluğu nasıl kullanacaklarını bildiklerinden
şüpheliyim. Ah şu tatlı 21. yüzyıl! Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da Quataert’in
imparatorlukta 1908 sonrası oluşan sendikalaşma ve grevin, ücret rakamlarını bir
miktar yükselttiğini söylemesi. Gerçekten de 1908’den sonra madenlerde bir grev
dalgası gerçekleşiyor. Kitapta yok ama muhtemelen, sendikalar sadaret kontrolünde
olmadığı içindir.
Osmanlı
madenlerinde çocuk işçiler kullanmak da yaygın ancak sadece bize özgü bir şey
değil. Örneğin İngiliz Adaları’nda 1842 yılındaki düzenlemeye kadar on yaş altı
çocuklar dahi madenlerde çalıştırılabiliyordu. Osmanlı Devleti’nde 1867 düzenlemesi
ile yaş sınırı 13’e, 1911’de 16’ya yükseltiliyor. Ne zaman 18’e çıktığını
bilmemekle beraber, hukuk kurallarının çoğu zaman uygulanmadığını Quataert’in
kitabından bir kez daha öğrenmiş oldum. Gerçi tahmin etmekte de bir zorluk
çekmezdim.
Yazar kitapta
Osmanlı madenciliğinin fıtratına da değiniyor. Madenciliğin, 19. yüzyılda
tehlikeli bir iş olduğunu belirtiyor. İş güvenliğine gelirsek, o dönemin
koşullarında ışık için kullanılan mumlardan (ki bu mumlar açık olduğu için sık
sık patlamalara ve yangınlara sebep oluyorlar) üstü kapalı lambalara geçiş üzerine
bir mücadele olduğunu görüyoruz. Ancak sonuç olarak madenlerde yeterli güvenlik
önlemi ve teçhizat bulunmuyor, hatta küçük madenlerde havalandırma bacası dahi
yok. Pek tabii, yaşam odaları o dönem henüz icat edilmemiş. Zaten icat
edilseydi bile muhtemelen dünyanın bu kısmına uğramazdı. Hal böyle olunca,
madenciliğin fıtratında gerçekten de ölüm olduğu sonucuna ulaşıyoruz. Bu hafta
bu fıtratın tezahürlerini örneklerle öğrenmiş bulunduk. Mesela dönemin üzerinde
güneş batmayan imparatorluğu İngiltere’de 1862’de 204 kişi ölürken,
teknolojisiyle ünlü Amerika’da 1907’de 361 kişi hayatını kaybetmiş. Ancak
nasıl ki bugün Almanya’da madenlerde kimse ölmezken, Türkiye’de sayısını
bilmediğimiz ama 300’den fazla olduğunu tahmin ettiğimiz kişi ölebiliyorsa,
Osmanlı madenlerinde de “işçilerin işle ilgili yaralanma veya ölüm riski Batı
Avrupa’daki ya da ABD’deki muadillerinden 5 ila 25 kat daha fazlaydı.” (s.255).
Sağlam istikrar!
Kitapta daha
birçok ayrıntı var efendim, emek tarihine ilgi duyan herkese tavsiye ederim.
Hem böylece, Türkiye’nin konu emekçilere gelince 21. yüzyıla nasıl uyum
sağlayamadığını tecrübe de edebilirsiniz. Bu bakımdan, bu eser, aslında
televizyonlarda bundan sonra yapılacak başbakan, bakan, hükümet sözcüsü,
müşaviri, danışmanı, yalakası açıklamalarında da rahatlıkla kullanılabilir. Ancak sanıyorum ki, yetkili kişiler adam
dövmekle meşgul oldukları için ayrıntılı araştırma ya da okuma yapacak zamana
sahip değiller. Zaten o yüzden Wikipedia’dan çektikleri İngiltere, Çin, ABD
kaza istatistikleri ile yetiniyorlar. Bundan sonraki adımın, 21. yüzyıl Türk
tarih yazıcılığının tüm kötülüklerin babası olarak konumlandırdığı İnönü’nün,
savaş yıllarında madenlerde çalışma mükellefiyeti getirdiği döneminin gün
yüzüne çıkarılması olacağını tahmin ediyorum. Eğer dilerlerse, bu yazının
işlerine yarayacak kısımlarını da “ecdadımız büyük Osmanlı’da da madenler zaten
böyleydi” temasıyla bana bir telif hakkı ödemeden kullanabilirler. Nasıl olsa
biz, 12 yıldır bu ülkenin hor görenleri olarak gösterilen ama birilerinin canı
yandığında ona tekme atmak yerine, elini tutmayı yeğleyen; 750 bin liralık
rüşvet saatleri verip almayan ve kendi ülkesindeki insanlar öldüğünde de- anlamsız el işaretleri olmadan- ağlayabilen
kişiler olarak, hiçbir açıklamayı yutmayacağız... Ve bunun için de büyüklerimizden
dayak yemeye muhtemelen devam edeceğiz.
Sevgiyle kalın,
hayatta kalın!
"Türkiye’de istediklerimizi gerçekleştirmekten ziyade başımıza gelenlerle yaşamak zorunda kaldığımızdan..." icimdeki ofke cok buyuk. eline saglik yazi icin.
YanıtlaSil