Kitap okumayı tutku haline
getirmiş insanlar için farklı bağları olduğunu düşündükleri bazı yazarlar
vardır. Benim de çok sevdiğim ve popüler hale gelmeden önce naçizane farkına
varmakla övündüğüm üç yazar var: Ahmet Ümit, Hakan Günday ve Amin Maalouf. Ahmet
Ümit’in iki kitabını blogta yazarak (Patasana ve Beyoğlu’nun En Güzel Abisi) vefamı
sergilemiş olduğumu düşünüyorum. Şimdi sıra Ahmet Ümit ile aynı zamanlarda son
kitabını çıkartmış Hakan Günday’a geldi. Aslında Ahmet Ümit'te olduğu gibi Hakan
Günday’ın da ilk okuduğum kitabı "Kinyas ve Kayra"nın her zaman en sevdiğim kitabı olacağını
düşünüyordum ancak “Daha” bu fikrimi değiştirmeme sebep oldu.
Kitap Rimbaud’un “Dayanılmaz tek şey, hiçbir şeyin
dayanılmaz olmamasıdır” cümlesiyle başlıyor. Bu cümlenin aslında bütün hikaye
boyunca yol gösterici olduğunu kitabı bitirdiğimde anladım. Kitabın ana konusu Gazâ’nın
tabiri caize dehşetengiz öyküsü. Bir yerde olayların çözülüp normal bir seyre
girmesini beklerken, bu kitapta hikaye gerilimi tırmanarak artıyor ve dehşet
sınırlarını zorluyor.
Kitabın ana akışında
dört önemli dönem var, bunlar İtalyan resmindeki teknik terimlerle tanımlanmış
ve Gazâ’nın hikayesine dair ipuçları veriyor. İlk kısım olan “sfumato”nun
anlamı, renk ve tonların karışması. Aydınlıktan karanlığa geçiş tıpkı Gazâ’nın
hayatı gibi. Afganistan’dan Avrupa’ya kaçak göçmen yollarının üzerinde babası
ile bağlantı noktalarından bir tanesi Gazâ. İsmi de göçmenlerin bildiği tek
kelime olan “Daha”dan geliyor, aynı zamanda “Daha” Gazâ’nın babasının ismi olan
Ahad’ın da tersten okunuşu. 9 yaşındaki bir çocuğun “İnsanın kullandığı ilk
alet, başka bir insandır” cümlesini nasıl içselleştirdiğini okuyoruz bu
satırlarda. Güç olgusunun nasıl kullanıldığını, bir insanın diğer insan
üzerinde nasıl tahakküm kurduğunu daha iyi anlıyoruz. Kitapta dendiği gibi “Tabii
eğer ortada bir ölüm korkusu varsa, elbet ölümsüzlük isteği de oluyordu. İşte,
otorite olmak da bu isteği karşılıyordu.” Bu kısımda bana en ilginç gelen
kısım, Gazâ’nın kaçaklar üzerinde yaptığı yönetim deneyi oldu. Demokrasi
algısının nasıl yönetildiğinin ve diktatörlükle bağlantısının günümüzle
taşıdığı paralellikler enteresan. “Korkakların intikamı” olarak nitelendirilen
nefretin nasıl kolektifleştiğini ve nasıl faşizme dönüşebileceğini berrak bir
şekilde anlıyoruz. Yazarın da dediği gibi “Peki, kim kimden sırf var olduğu
için nefret ederdi? Tabii ki ırkçılar ve mezhepçiler ve de kendi dinlerinden
olmayan her insanı yok etmeye ant içmiş olanlar!”
Bana göre şu
ana kadarki Günday romanlarının en
siyasisi olan bu romanda çok yerinde bulduğum bir Türkiye tanımı var, onu da
paylaşmadan geçmek istemiyorum: “Türkiye,
doğusundaki aynaya bakınca şişman olduğunu, batısındaki aynaya bakınca da
kemiklerinin sayıldığını düşünen, üstüne giydiği hiçbir şeyi kendine
yakıştıramayan, bulimik ve depresif bir genç kızdı. Yirmi yıl boyunca
boğulacakmış gibi yiyip sonra pişman oluyor, bir yirmi yıl da boğazını kanatana
kadar kusup sonra yeniden yemeye başlıyordu.”
İkinci bölümün terimi ise Cangiante,
yani aynı rengin farklı bir tonuna geçilemediği ya da tercih edilmediği
durumdaki ani renk değişimi. Kaçak göçmenleri diğer bir aktarma noktasına taşıdıkları
yolculuk sırasında yaşadıkları –babasına tam o sırada annesini sorduğu için
aslında bir intihar olan- kaza ile ani bir kırılma yaşanıyor Gazâ’nın
hayatında. Kazadan sonra sıkıştığı çukurda etrafı ölülerle sarılı halde iken
yaşadıkları o kadar iyi anlatılmış ki okurken bile boğuluyormuş gibi hissettim.
Romanın genel gidişatını manik depresif olarak nitelendirmek gerekirse kaza
sonrasına Gazâ’nın manik dönemi diyebiliriz. Okuldaki performansı, başarıları
hep bir çıkış yakalama arzusunun ve tutkusunun sonuçları. Ama tabi ki
yaşananlar bir şekilde hayatta er ya da geç yansımasını buluyor ve Gazâ
deliliği sınırlarını zorlamaya başlıyor.
Üçüncü bölüm
olan “Chiaroscuro”ya - aydınlık ve karanlığın vurgulanarak birbirinden
ayrılması, ışık ve gölge arasındaki zıtlık- geçtiğimizde, Gazâ akıl
hastanesinde tedavi sürecinde ve sonrasında akıl hastanesinden çıktığında
insanlara dokunamaz durumda. Bu süreçte teklik
ve kalabalık kavramını sorgulamaya başlıyor. Ona göre “Teklik kavramı bir
buluş, bir mucizeydi. Sonunda, herkesin herkesle savaşma ihtimalini, herkesin
tek kişiye karşı savaşması gerektiğini savunarak sonsuza kadar ortadan
kaldırabilirdik.” Ama “Kalabalık öylesine
büyülü bir şeydi ki, içine girildiğinde ne ad ne de kütle kalıyordu.” İnsanlara
dokunma korkusunu linç ile yeneceğini düşünüyor. “Evet, linç, bir tür savaştı. Çoğunluğun
azınlığa karşı açtığı bir savaş. Tek olana karşı verilen bir savaş. Her şeyin
olduğu gibi, elbette bunun da bir Latincesi vardı: Bellum omnium contra unum”
yani herkesin herkese karşı savaşı.“ Burada çok yerinde bir kullanımla “Linç
turizm”ine başlayan Gazâ, dünya haritası
üzerindeki potansiyel linç noktalarına seyahat ederek ediyor.
En son kısım olan “Unione” da “sfumato”da olduğu gibi renk ve tonlar
birbirine karışıyor ama renkler daima canlı ve renkli hale geliyor. Burada bir
kendini tamamlama hikayesine şahitlik ediyoruz. Hikaye çocuk olamadan göçmen
taciri olan Gazâ’nın Afganistan’a yaptığı yolculuk ile son buluyor. Bireyin her
yaptığının sorumluluğunu almasının en güzel örneği Gazâ. Kişisel sorumluluğu
konfor alanını yıkma pahasına kabullenmek, delirmesinin ana nedeni. Acaba “Bütün
mesele, kime itaat edeceğini seçmekteydi. Tek bir seçim yapıp,gelecekteki bütün
seçimlerden muaf olmak!... Vicdan azabından delirmemenin ve bir toplum olarak
temiz kalmanın tek şartı, zincirleme itaattı.” sözlerine uysaydı ne olurdu diye
düşünmeden geçemiyor insan. Bu sırada kendi sorumluluklarını da sorguluyor. Sonunu
söyleyerek büyüyü daha fazla kaçırmak istemiyorum, diğer bölümler hakkında şu
anda bile fazlasıyla detay verdim.
Kitap boyunca
süregelen metaforlar, beyne kazınan aforizmalar; Hakan Günday takipçilerinin
alışkın olduğu öğeler. Hikaye ise o kadar yoğun ki nasıl anlatsam nasıl
aktarsam bilemedim. Yazdıklarımı dönüp okuduğumda bende bıraktığı duygunun
ancak küçük bir kısmını aktarabildiğimi fark ettiğimi itiraf etmem lazım.
Mümkün olduğunca önemli gördüklerimi burada yazmaya çalıştım ama hepsini buraya
taşımak ne mümkün. Sarsılmaya hazırsanız ilk okuyacağınız kitap olsun derim.
Bir de küçük bir itiraf: Kitap bende uzun zaman önce okuduğum ve çok sevdiğim
Hermann Hesse kitabı Siddhartha’nın hissiyatını bıraktı. O da beni sarsmıştı.
İki kitapta da Buda bağlantısı olması da bu duygumu güçlendiriyor açıkçası.
Daha hakkında daha önce tek bir yorum duymuştum "rahatsız edici". ondan sonra yorumları okumamaya karar verdim çünkü hakan günday kitapları çok ilginç kitaplar. hemen herkeste farklı etkiler bırakıyor. elbette çoğu kitap için bunu söylüyoruz ama hakan günday okuyanlar demek istediğimi anlayacaklardır. sevilmesi ve anlaşılması zor kitaplar yazdığını biliyoruz. yine de dayanamayıp yazınızı okudum (bu bloga ayrı bir sempati beslediğimden olabilir) ve pişman olmadım. Daha okuma listeme girdi. her hakan günday kitabından sonra sakin kitaplar okumaya ihtiyaç duyuyorum. bu nedenle önce malafa sonra uzun bir ara sonrasında da daha yı okuyacağım:) bu güzel ve açıklayıcı kitap yorumunuz için teşekkürler.
YanıtlaSil