15 Aralık, 2013


Bugün hayattaysak eğer, soyağacımızdan birileri “Ya o ya ben!” dediği için değil miydi?
Kitap okumayı tutku haline getirmiş insanlar için farklı bağları olduğunu düşündükleri bazı yazarlar vardır. Benim de çok sevdiğim ve popüler hale gelmeden önce naçizane farkına varmakla övündüğüm üç yazar var: Ahmet Ümit, Hakan Günday ve Amin Maalouf. Ahmet Ümit’in iki kitabını blogta yazarak (Patasana ve Beyoğlu’nun En Güzel Abisi) vefamı sergilemiş olduğumu düşünüyorum. Şimdi sıra Ahmet Ümit ile aynı zamanlarda son kitabını çıkartmış Hakan Günday’a geldi. Aslında Ahmet Ümit'te olduğu gibi Hakan Günday’ın da ilk okuduğum kitabı "Kinyas ve Kayra"nın her zaman en sevdiğim kitabı olacağını düşünüyordum ancak “Daha” bu fikrimi değiştirmeme sebep oldu.
Kitap  Rimbaud’un “Dayanılmaz tek şey, hiçbir şeyin dayanılmaz olmamasıdır” cümlesiyle başlıyor. Bu cümlenin aslında bütün hikaye boyunca yol gösterici olduğunu kitabı bitirdiğimde anladım. Kitabın ana konusu Gazâ’nın tabiri caize dehşetengiz öyküsü. Bir yerde olayların çözülüp normal bir seyre girmesini beklerken, bu kitapta hikaye gerilimi tırmanarak artıyor ve dehşet sınırlarını zorluyor.
Kitabın ana akışında dört önemli dönem var, bunlar İtalyan resmindeki teknik terimlerle tanımlanmış ve Gazâ’nın hikayesine dair ipuçları veriyor. İlk kısım olan “sfumato”nun anlamı, renk ve tonların karışması. Aydınlıktan karanlığa geçiş tıpkı Gazâ’nın hayatı gibi. Afganistan’dan Avrupa’ya kaçak göçmen yollarının üzerinde babası ile bağlantı noktalarından bir tanesi Gazâ. İsmi de göçmenlerin bildiği tek kelime olan “Daha”dan geliyor, aynı zamanda “Daha” Gazâ’nın babasının ismi olan Ahad’ın da tersten okunuşu. 9 yaşındaki bir çocuğun “İnsanın kullandığı ilk alet, başka bir insandır” cümlesini nasıl içselleştirdiğini okuyoruz bu satırlarda. Güç olgusunun nasıl kullanıldığını, bir insanın diğer insan üzerinde nasıl tahakküm kurduğunu daha iyi anlıyoruz. Kitapta dendiği gibi “Tabii eğer ortada bir ölüm korkusu varsa, elbet ölümsüzlük isteği de oluyordu. İşte, otorite olmak da bu isteği karşılıyordu.” Bu kısımda bana en ilginç gelen kısım, Gazâ’nın kaçaklar üzerinde yaptığı yönetim deneyi oldu. Demokrasi algısının nasıl yönetildiğinin ve diktatörlükle bağlantısının günümüzle taşıdığı paralellikler enteresan. “Korkakların intikamı” olarak nitelendirilen nefretin nasıl kolektifleştiğini ve nasıl faşizme dönüşebileceğini berrak bir şekilde anlıyoruz. Yazarın da dediği gibi “Peki, kim kimden sırf var olduğu için nefret ederdi? Tabii ki ırkçılar ve mezhepçiler ve de kendi dinlerinden olmayan her insanı yok etmeye ant içmiş olanlar!”
Bana göre şu ana kadarki Günday  romanlarının en siyasisi olan bu romanda çok yerinde bulduğum bir Türkiye tanımı var, onu da paylaşmadan geçmek istemiyorum:  “Türkiye, doğusundaki aynaya bakınca şişman olduğunu, batısındaki aynaya bakınca da kemiklerinin sayıldığını düşünen, üstüne giydiği hiçbir şeyi kendine yakıştıramayan, bulimik ve depresif bir genç kızdı. Yirmi yıl boyunca boğulacakmış gibi yiyip sonra pişman oluyor, bir yirmi yıl da boğazını kanatana kadar kusup sonra yeniden yemeye başlıyordu.”
İkinci bölümün terimi ise Cangiante, yani aynı rengin farklı bir tonuna geçilemediği ya da tercih edilmediği durumdaki ani renk değişimi. Kaçak göçmenleri diğer bir aktarma noktasına taşıdıkları yolculuk sırasında yaşadıkları –babasına tam o sırada annesini sorduğu için aslında bir intihar olan- kaza ile ani bir kırılma yaşanıyor Gazâ’nın hayatında. Kazadan sonra sıkıştığı çukurda etrafı ölülerle sarılı halde iken yaşadıkları o kadar iyi anlatılmış ki okurken bile boğuluyormuş gibi hissettim. Romanın genel gidişatını manik depresif olarak nitelendirmek gerekirse kaza sonrasına Gazâ’nın manik dönemi diyebiliriz. Okuldaki performansı, başarıları hep bir çıkış yakalama arzusunun ve tutkusunun sonuçları. Ama tabi ki yaşananlar bir şekilde hayatta er ya da geç yansımasını buluyor ve Gazâ deliliği sınırlarını zorlamaya başlıyor.
Üçüncü bölüm olan “Chiaroscuro”ya - aydınlık ve karanlığın vurgulanarak birbirinden ayrılması, ışık ve gölge arasındaki zıtlık- geçtiğimizde, Gazâ akıl hastanesinde tedavi sürecinde ve sonrasında akıl hastanesinden çıktığında insanlara dokunamaz durumda. Bu süreçte  teklik ve kalabalık kavramını sorgulamaya başlıyor. Ona göre “Teklik kavramı bir buluş, bir mucizeydi. Sonunda, herkesin herkesle savaşma ihtimalini, herkesin tek kişiye karşı savaşması gerektiğini savunarak sonsuza kadar ortadan kaldırabilirdik.” Ama  “Kalabalık öylesine büyülü bir şeydi ki, içine girildiğinde ne ad ne de kütle kalıyordu.” İnsanlara dokunma korkusunu linç ile yeneceğini düşünüyor. “Evet, linç, bir tür savaştı. Çoğunluğun azınlığa karşı açtığı bir savaş. Tek olana karşı verilen bir savaş. Her şeyin olduğu gibi, elbette bunun da bir Latincesi vardı: Bellum omnium contra unum” yani herkesin herkese karşı savaşı.“ Burada çok yerinde bir kullanımla “Linç turizm”ine başlayan Gazâ,  dünya haritası üzerindeki potansiyel linç noktalarına seyahat ederek ediyor.
En son kısım olan “Unione” da  “sfumato”da olduğu gibi renk ve tonlar birbirine karışıyor ama renkler daima canlı ve renkli hale geliyor. Burada bir kendini tamamlama hikayesine şahitlik ediyoruz. Hikaye çocuk olamadan göçmen taciri olan Gazâ’nın Afganistan’a yaptığı yolculuk ile son buluyor. Bireyin her yaptığının sorumluluğunu almasının en güzel örneği Gazâ. Kişisel sorumluluğu konfor alanını yıkma pahasına kabullenmek, delirmesinin ana nedeni. Acaba “Bütün mesele, kime itaat edeceğini seçmekteydi. Tek bir seçim yapıp,gelecekteki bütün seçimlerden muaf olmak!... Vicdan azabından delirmemenin ve bir toplum olarak temiz kalmanın tek şartı, zincirleme itaattı.” sözlerine uysaydı ne olurdu diye düşünmeden geçemiyor insan. Bu sırada kendi sorumluluklarını da sorguluyor. Sonunu söyleyerek büyüyü daha fazla kaçırmak istemiyorum, diğer bölümler hakkında şu anda bile fazlasıyla detay verdim.
Kitap boyunca süregelen metaforlar, beyne kazınan aforizmalar; Hakan Günday takipçilerinin alışkın olduğu öğeler. Hikaye ise o kadar yoğun ki nasıl anlatsam nasıl aktarsam bilemedim. Yazdıklarımı dönüp okuduğumda bende bıraktığı duygunun ancak küçük bir kısmını aktarabildiğimi fark ettiğimi itiraf etmem lazım. Mümkün olduğunca önemli gördüklerimi burada yazmaya çalıştım ama hepsini buraya taşımak ne mümkün. Sarsılmaya hazırsanız ilk okuyacağınız kitap olsun derim. Bir de küçük bir itiraf: Kitap bende uzun zaman önce okuduğum ve çok sevdiğim Hermann Hesse kitabı Siddhartha’nın hissiyatını bıraktı. O da beni sarsmıştı. İki kitapta da Buda bağlantısı olması da bu duygumu güçlendiriyor açıkçası.

1 yorum :

  1. Daha hakkında daha önce tek bir yorum duymuştum "rahatsız edici". ondan sonra yorumları okumamaya karar verdim çünkü hakan günday kitapları çok ilginç kitaplar. hemen herkeste farklı etkiler bırakıyor. elbette çoğu kitap için bunu söylüyoruz ama hakan günday okuyanlar demek istediğimi anlayacaklardır. sevilmesi ve anlaşılması zor kitaplar yazdığını biliyoruz. yine de dayanamayıp yazınızı okudum (bu bloga ayrı bir sempati beslediğimden olabilir) ve pişman olmadım. Daha okuma listeme girdi. her hakan günday kitabından sonra sakin kitaplar okumaya ihtiyaç duyuyorum. bu nedenle önce malafa sonra uzun bir ara sonrasında da daha yı okuyacağım:) bu güzel ve açıklayıcı kitap yorumunuz için teşekkürler.

    YanıtlaSil