02 Ağustos, 2014

"Korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da yaşanmayan hayatlardır." 


İnsan bir kere tanıştı mı, uzun süre ayrı kalamıyor Bukowski'den. Beni en çok etkileyen tarafı nedir, henüz buna net bir cevabım yok; ancak Sait Faik'le ara verdiğim Bukowski yolculuğuma, hayatının son yıllarında yazdığı günlüklerden oluşan Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi ile devam ediyorum. Malum, daha önce Bukowski'den Ekmek Arası ve Kahramanın Yokluğu'nu okuyup burada da yazmıştım. Kaptan bir arkadaşımın uzun yola çıkmadan önce bana okumam için verdiği Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi isimli bu kitaba ise itiraf ediyorum ki, bir süre başlamak istemedim. Hem ismi hem de günlük şeklinde yazılması biraz mesafeli yaklaşmama neden oldu sanırım. Hata yaptığımı, kitabı 'şöyle bir karıştırmak' için elime alıp bir çırpıda birçok yerin altını çizerek okuyup bitirdiğimde anladım. 

Parantez Yayınları tarafından basılan Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi, Bukowski'nin 28.08.1991 ile 27.02.1993 yılları arasında, yani ölümünden bir sene önce, kaleme aldığı günlüklerden oluşuyor. Kitabın içinde ayrıca, Robert Crump'ın çizimleri de yer alıyor. Bukowski bu yıllarda artık yazarlığının doruklarında, ölümünden önce yayınlanan son kitabı olan Pulp'ı yazmakta, maddi anlamda çok da sıkıntısı kalmamış, yaşarken de tanınır hale gelmiş; yani kelimenin tam anlamıyla "olmuş" bir durumdadır. Namıdiğer Pis Moruk yazdıklarına, hayata dair yaptığı çıkarımlara, düşüncelerine sonuna kadar güvenmekte, sadece yazmayı, tek başınalığını, kedilerini ve -tam emin olamamakla birlikte- eşi Linda'yı sevmekte, insanların genelinden hoşlanmamaktadır. Hoşlanmadıklarına tüm yazarlar, şairler, hipodromdaki bahisçiler, biletçiler, yolda onu tanıyıp onunla konuşmak isteyenler, gazeteciler ve hatta biz de dahiliz. Öyle ki bunu, daha günlüğün başlarındaki şu cümlesinden rahatlıkla anlayabiliyoruz: "En iyi okur ve insan beni yokluğuyla ödüllendirendir." 

Elbette, bu kitabı yazdıktan kısa bir süre sonra öleceğini bilmiyordu; ama ömrünün son dönemlerinde olduğunun oldukça farkındadır Bukowksi. Bunu, sürekli yaşlılıktan, ölümden ve hayatın manasızlığından bahsetmesinden rahatlıkla görebiliyoruz. Ölümden bahsederken, tam da kendinden bekleneceği üzere, ölümden korkmadığını da görüyoruz. 30.09.1991 tarihli günlüğünde diyor ki: "Yakında öleceğimi biliyorum ve bunu çok garipsiyorum. Gitmesini bilmek lazım. Depomuzdaki yakıttır ölüm. Devam edebilmek için ihtiyacımız var. Zamanı geldiğinde gitmezsek çevreyi kirletiriz." Ölüme bu kadar yakınken ona bu derece olgun ve umursamaz yaklaşabilmek, herhalde çok az insanın başarabildiği bir şeydir. Ölüme bakış açısı konusunda Bukowski'nin kendimi bulduğum cümleleri ise 24.08.1992 tarihli günlüğünde yer alıyor: "Bensiz bir dünya tasavvur etmeye çalıştım geçen gün. Hayat her zamanki gibi sürüyor ve ben içinde değilim. Ne tuhaf, çöp kamyonu gelip çöpü alıyor ve ben orada değilim. Gazete kapının önünde yerde duruyor ve ben eğilip almıyorum çünkü yokum. Olacak iş  değil." Evet, gerçekten bu olacak iş değil. Ben öldükten sonra dünyanın hiçbir şey olmamış gibi -aslında evet, dünya için benim yokluğum çok da büyük bir 'şey' değil- dönmeye devam edecek olmasını çocuksu bir şımarıklıkla kabul edememiş şahsımın, bu cümlelerde kendini bulması hiç de anormal değil.

Kitapta aslında ölümün yanında hayatla ilgili de bolca nokta var Bukowski'nin değindiği. Hayatın ne olup ne olmadığı, tuzakları, insanların yaşayışları ya da nasıl yaşamaları gerektiği, paranın hangi durumlarda sorun edilebileceği (çok fazla ya da çok azsa sorun teşkil edermiş), kedilerin neden insanlardan daha iyi göründüğü (günde yirmi saat uyudukları içinmiş), yetmiş yaşındayken tırnak kesebilmenin bir mucize olduğu, ölümün bekleyene de beklemeyene de geleceği, olmayan bir şeyin geliştirilemeyeceği, bu yüzden içinde yaşadığımız sistemden ne köy ne de kasaba olabileceği, bozgun sonrasında güç toplamak kadar öğretici bir şeyin olmadığı, insanın kendini boş bir testi gibi hissettiğinde intiharı bile düşünemeyeceği, bazı dönemlerde dükkanlardaki tüm gömleklerin gerizekalılar tarafından tasarlanmış olduğu, ihtişamın devinimde ve 'hodri meydan' diyebilmekte ve insanlığın neredeyse tamamının kalın bir b.k parçası olduğu gibi konularda birçok tespiti var kendisinin ve tabii ki birçoğuna da hak verirken buldum kendimi. Kitabın arka kapağında da ölümden ziyade, devinime, bugüne, bugünün önemine işaret eden kısım alıntılanmış: Kimseyle yarışmıyorum ve ölümsüzlüğe dair düşüncelerim yok. (...) Ölümün canı cehenneme. Her şey bugün, bugün, bugün." Katıldığım her cenaze ya da aldığım her ölüm haberi sonrasında bu dünyadaki tüm çekişmelerin, hırsların, uğraşların boşuna olduğunu anlayıp, kendimi hiçbir şey için yıpratmamaya karar verip, iki gün sonra bunu tamamen unutan biri olarak, Bukowski'nin şu cümleleri unuttuklarımı yine hatırlattı: "Bu kadar insan ne yaparlar? Ne düşünürler? Hepimiz öleceğiz, hepimiz. Ne sirk! Bunu bilmek birbirimizi daha çok sevmemiz için bir neden olmalı, ama değil. Son derece önemsiz şeyler bizi dehşete sürükleyip dümdüz ediyor, yutuyor."

Kendine, yalnızlığına, yazılarına bu derece güvenen, canının istediği şekilde yaşayan, dünya üzerinde tek imrendiği şey kedileri olan bu adama, yazılarını her okuduğumda ayrı bir hayranlık duyuyorum. Yazımın başında Bukowski'nin beni neden bu derece etkilediğini henüz bulamadığımı söylemiştim. Bu yazı sırasında sanırım nedeni buldum: Ben de onun kadar güçlü olabilmek istiyorum. Onun kadar güçlü olmak ve kendine yetebilmek, en ufak bir şeyde desteğe ihtiyaç duymamak istiyorum; ancak bu kısa kitabın kısa yorumu olan yazımı yine de, onun kendine olan güveniyle değil, olmak istediğiyle bitiriyorum: "Bir daha dünyaya gelsem kedi olmak isterim. Günde yirmi saat uyuyup beslenmeyi beklerim. Oturup kıçımı yalarım. İnsan fazlası ile öfkeli ve sabit fikirli". Biz insanlar fazlasıyla öfkeli ve sabit fikirliyiz gerçekten. Kim bilir, belki çok istemeye devam edersem bir sabah uyandığımda kendimi bir kedi olarak bulabilirim.

    


İki Dil, Bir Bavul’un bir sahnesinde yoksulluk içindeki köyün okulunun öğrencilerinden Zülküf (ya da Zilkif) ismi okununca yıl sonu karnesini almak üzere öğretmeninin yanına gider, fakat öncesinde kendisine uzanan eli öpmesi gerekecektir. Öpmeye çalışır fakat tutarak öpmeyi akıl edemez. Üstüne bir de öptüğü eli başına koyma safhası vardır ama önce, “Tutup da öpsene oğlum,” der öğretmeni. Ve birkaç defa tekrarlaması gerekir bunu çünkü Zilkif “tut” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmez, daha çok, koca gözlerini öğretmeninden ayırmadan ânı kurtarma, doğru şekilde karşılık vermeyi tutturmanın derdindedir. El öpme faslının ardından, Zilkif öğretmeninin, yaz tatili planlarıyla ilgili sorduğu sorulara da benzer şekilde deneme-yanılma yoluyla cevaplar verecektir. Film, köy deresinin serin sularında kendi dillerinde oynaşan çocukların görüntüsüyle sonlandığında içimde yükselen anlamsızlık (ve çaresizlik) duygusunu bugün bile anımsıyorum. 

Benzer bir dalga, bu kez yüksek dozda öfke ve kalp sıkışması içeren versiyonuyla, iki gazeteci Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın hazırladığı ve altbaşlığı 1990’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak olan Bildiğin Gibi Değil kitabını okurken, içimde kabardıkça kabardı. Aslında kitabın anlaşılması hiç de zor olmayan bir dili, bir oturuşta okuyup bitireceğiniz türde bir temposu olmasına rağmen, bu dalganın yüksekliği beni kitapla arama mesafe koymaya, molalar vermeye zorladı yer yer. Neden? Çünkü bu, anlaması ve anlatması zor bir kitap. Anlaması zor, çünkü insan insana nasıl bunu yapa(bili)r dedirtecek türde acı ve şiddet içeriyor. Anlatması zor, çünkü “Üvey Kardeşin Dilinden” başlıklı sunuş bölümünde Yıldırım Türker’in de belirttiği gibi, acının ve şiddetin tercümesinde kelimeler kifayetsiz kalıyor. Dilin, birbirimizin acılarını anlama konusunda bizi mahkûm ettiği yetersizlik duygusunu, yine kelimeler yoluyla, fark etmemize fırsat sunduğu için çok değerli bir kitapla karşı karşıyayız. Bir de, bilmediğimiz türden acılara bir ziyarette bulunma, anlama iddiasıyla olmasa da bir kapı aralayabilme ve iade-i ziyaretlerin yolunu böylece açabilme gücünü, taşıdığı elemden aldığı için belki de.
Akın ve Danışman, 1975-1980 yılları arasında doğmuş ve çocukluk yıllarını 1990’ların güneydoğusunda geçirmiş 19 Kürt genciyle yüz yüze yaptıkları görüşmeleri bireysel tanıklıklara dayalı anlatılara dönüştürerek biraraya getiriyor. Görüşülen kişilerin isimleri anonim tutulduğundan her anlatıcı yasaklanmış bir Kürtçe köy adıyla tanıtıyor kendini. Kitabın görselliğindeki en çarpıcı yönlerden birisi ise her tanıklığın siyah-beyaz bir “yaralı ev” fotoğrafı ile açılması. Kitapta da geçen “yaralı ev” benzetmesini fazla edebî bulanlar olursa, “taranmaktan delik deşik edilmiş ev” diye de ifade edebiliriz durumu. Bu anlamda, Akın ve Danışman, Türker’in de belirttiği gibi, belge niteliğinde bir sözlü tarih çalışması sunuyor bize. Kitabın F-Tiplerinde yasaklı kitaplar arasına girmiş, Selahattin Demirtaş tarafından 2011’de Başbakan Erdoğan’a okuması için gönderilmiş bir kitap olduğunu da ekleyelim.
Anlatıcının sosyal statüsü, ailesinin yoksulluğu ya da hali vaktinin yerindeliği, yetiştiği ailenin aşirete mensup olup olmaması yahut babasının devlet memuru olarak çalışıp çalışmaması gibi faktörlerden bağımsız olarak, her cevapta yinelenen bazı kelimeler ve cevabı büyük benzerlik taşıyan sorular var. Mesela, o dönemin yüksek tirajlı gazetelerinde belirli aralıklarla uzatılması dışında gündeme gelmeyen Olağanüstü Hal’in bütün halleri var: akşamları sokağa çıkma yasağı, boşaltılan köyler, gözaltında işkenceler, kayıplar ve faili meçhuller, kaybedilenler, kaybedilmekten kıl payı kurtarılanlar.
Devleti kim temsil ediyordu sorusu ise cevapların benzeştiği sorulardan biri. O dönemin koalisyon hükûmetlerinin dilinden düşürmediği “şefkat” sözcüğünün OHAL’ce karşılığının “şiddet”, “şefkat görmenin” ise asker, polis, özel timler, kontrgerilla ile “içli dışlı olmak” (!) olduğunu anlıyoruz tanıkların gözünde. Ayrıca, Hizbullah’ın ortaya çıkıp faili meçhul olarak kayda geçen cinayetlerin faillerinden olduğunu, bünyesine katmak için okul çağındaki çocuklara da yanaştığını öğreniyoruz.    
Dolayısıyla, her bir tanıklık, aşağıdaki iki örnekte de görüleceği gibi, türlü acı barındırıyor. Bu örneklerden de, şiddetin her bünyede farklı izler bıraktığını, bazen iyileşmesi zor ve derin yaralar açarak, bazense kılık değiştirerek şiddete tanık olanın hayatında var olmaya devam ettiğini anlıyoruz.

“Faili meçhuller, ev baskınları yüreğimi daha da sertleştirdi. ölüm denildiğinde umurumda olmazdı. O insanları bir daha görememem bana bir sürü şey öğretti. En azından öğretti. Amcamın ve arkadaşlarımın ölmesi, ölümü kabullenmek oldu. Ben onları çok aradım, okul bahçesinde, mayın tarlasında... Aslında mezarlıkta yattıklarını biliyordum. Ben neden orada yatmıyorum, diye düşünüyordum.” (sf. 66)

“Batı’da belki insanlar çocuklarına farklı bir oyuncak alıyor, ama bizim çocukların aldığı şey silah. Bayramlarda hâlâ burada çocuklara silah alınıyor. Patlayıcı madde alıp patlatmak en büyük zevkleri. Çünkü daha çok hükmettiğini gördük silahı olanın.” (sf. 141)



Hemen her tanığın Türkçe ile kurdukları ilişki de, o ilişkiyi belirleyen faktörler de benzerlik taşıyor. En temelde, neresinden bakarsanız bakın tamir edilmesi neredeyse imkânsız, sorunlu bir ilişki karşınıza çıkıyor anlatılanlardan. Okulda Türkçe ile tanışana kadar kendi aralarında Kürtçe konuştuğunu, ilkokulu bitirene kadar Türkçeyi ancak öğrenebildiğini, hatta ilk üç yıllık süreçte dersleri anlamadan takip ettiğini söylüyor tanıklardan çoğu. Sınıfta elinde cop etkisi yaratan bir çekiçle gezen, Kürtçe konuşuyor diye ayakkabısının topuğuyla vuran, kendilerine aptal muamelesi yapan öğretmenlerin zihinlerinde yer eden hatıraları olduğunu anlıyoruz okurken. Kürtçe konuşuyor olmakla “terörist” olmayı eş gören ve dolayısıyla onları şiddete maruz bırakan algının o dönemlerde hâkim olduğunu söyleyenler arasında “Aşağılayan öğretmen yüzünden Türkçeyi hiçbir zaman doğru düzgün öğrenemedim,” diyen de var, “kendime kızıyordum Türkçem zayıf olduğu için,” diyen de. İki bölümden iki çarpıcı alıntı:

“Öğretmen bizimle konuştuğunda ne söylediğini anlamıyorduk. Şöyle bir örnek vereyim, çok iyi hatırlıyorum. Affedersiniz, ilkokul ikinci veya üçüncü sınıftaki arkadaşlarım, öğretmenim tuvalete gidebilir miyim, diyemiyorlardı. Sınıfın içinde altına kaçırıyorlardı. Ama ben isterdim iyi Türkçe konuşmayı.” (sf. 114)

“Bir gün müfettiş gelmişti, matematikle ilgili sorular soruyordu. Ben dördüncü sınıfta olduğum halde hemen hemen bütün sorulara el kaldırıyordum, bütün soruları çözebiliyordum, sosyal bilgilerden soru sormaya başladı. Kim kalkmak ister, deyince sınıftan hiç kimse parmak kaldırmadı. Sonra, sen çalışkan bir öğrencisin, diye beni kaldırdı. Sorusu: Türkiye’nin başkenti neresidir? Ben soruyu anlamıyordum. Kendi kendime düşündüm ve “baş” dedikleri şey sanırım iyi biri olacak diye düşünerek [baş, Kürtçede “iyi” anlamına geliyor], “Atatürk! Cevabını verdim.” (sf. 91)

Dolayısıyla, sembolik şiddet her anlatıda yüzünü gösteriyorBourdieu'nün tanımladığı üzere, sembolik şiddet, sistemin yarattığı eşitsizliklerin “doğanın kanunu” gibi gösterilip mağdurun kendisi tarafından içselleştirilmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyorsa, bir kadının “iffet”ine zeval geleceğine inandırılageldiği için toplum içinde kahkaha atmakta bir beis görmesi ya da maden ocağında çalışmaya mahkûm bir gencin, yoksun geçen çocukluğunun tek sorumlusu olarak kendini ve ailesini görüp paralanmasındaki gibi, bir Kürt gencinin iyi Türkçe konuşamadığı için kendine kızmasını da sembolik şiddet olarak okuyabiliriz. Özellikle doksanların dışı şefkat süslü, içi şiddet yüklü ortamı düşünüldüğünde. Peki bu durumda, bu kitabın sağladığı türden bir tercümenin, doğal gibi görünendeki yapaylığı, dört bir taraftan bizi kuşatan bilgideki öznelliği, savunulan değerlerdeki göreceliliği görünür kılarak şiddetin kaçınılmaz ve dolayısıyla meşru kılınmasını engelleyebileceğinden bahsedebilir miyiz? Bildiğin Gibi Değil, bu çerçevede baştan sona şiddetin tercümesi olarak okunabilecek bir kitap. Kürtçeden Türkçeye, Doğu ile Batı arasında, geçmişten bugüne, diller ve kültürler arası bir tercümesi. 
Her görüşmenin son bölümünde öne çıkan iki anahtar sözcük bu nedenle bu kadar üstünde durup düşünmeye değer: “affetme” ve “barış(ma).” Devletten mutlaka bir özür bekleyenler, affetmek isteyip de edemeyenler, “ben affetsem, vicdanım affetmez” diyenler ama her hâlükârda barış isteyenler, barışmayı önemseyenler var çünkü bu tanıklar arasında. İki ateş arasında kalanlar, çocuk yaşta on yaş büyümek zorunda kalanlar, panzerle ezilmiş kafatasının görüntüsü aklından hiç çıkmayanlar, dağa çıkanlar, çıkmaktan caydırılanlar, çocuk yaşta zorla evlendirilen erkekler, hem kocadan hem devlet babadan şiddet gören, cehennemi iki misli yaşayan kadınlar, havai fişek sesinden korkan yetişkinler, susanlar, susturulanlar en nihayetinde, “affetmek mümkün müdür bilinmez ama barış hepimiz için elzem,” diyebiliyorlar.
Bitirirken, kitabın başlığı üzerine bir nebze kafa yormak yerinde olabilir. Bilmiyorsun, bilmezsin ya da ben biliyorum, değil. Anla(ya)mazsın, hiç değil. Bildiğin gibi değil. İki soruyu peşi sıra sorduran bir başlık. Bildiğini zanneden kim, yani kitap kime hitap etmeyi arzuluyor? Bilinmeyen ya da bilindiği zannedilen ne ola ki? Peki ya, neden? İlk sorunun cevabı yukarıdaki alıntıda da bahsi geçen Batı’dakiler olmalı. Ama bu Batı, Türkiye’de Batı’yı yerme klişelerine girişilince adı geçmezse olmazlardan olan İzmir’in de içinde bulunduğu Ege Bölgesi ile sınırlı değil, OHAL bölgesinin batısına düşen her ili kapsıyor benim görüşüme göre. İkinci soruya gelince, safça bir soru elbette. Hatta, 2013 Yazı’nın Türkiye’de 90’ların tarihi gibi yazılmasına başından itibaren fırsat tanınmadığından salakça bir soru gibi bile gelebilir. Ama bir bilgi zihinlerde yerleşmeye görsün, sevgili okur, yanlışsa düzeltilmesi, hükmediyorsa al aşağı edilmesi bir travmanın izlerini beyinden silmek kadar zor olmalı. Tam da bu yüzden, “bildiğin gibi değil” cümlesinin gündelik dildeki kullanımıyla da birlikte düşünüldüğünde 1990’lara dair tanık olmadan yüklendiğimiz bilgileri sorgulama ve ezberleri bozmaya davet amacına çok uyan bir seçim olduğunu düşünüyorum. Özellikle de, kitabın “birilerine hak vermek ya da birilerini övmek kaygısıyla” yazılmadığı noktası hatırlandığında. O bakımdan, ikinci soruya cevaben, bilindiği gibi olmayan her acı sahibinin sesinde gizlidir, demek yeterli olacaktır diye düşünüyorum. 1990’ları medyadan izlemiş her kimse, ona, orada yaşananları sahibinin sesinden dinlemeye bir çağrıdır bu kitap.  
İsrail’in Gazze’yi bombalamayı sürdürdüğü şu günlerde, bu yazının içeriğine de uyacağını düşündüğüm bir videoyu paylaşarak bitirmek istiyorum, çünkü barış gerçekten de hepimize lazım, özellikle şimdi her zamankinden daha çok.

 






29 Temmuz, 2014

27 Mart 1889 Kahire doğumlu olan Yakup Kadri bireycilikten çok toplumculuğu savunan bir yazar olarak, Schopenhauer, Nietzsche ve İbsen gibi yazar ve düşünürleri önemsemekteydi. Kendisi 1920’de Kiralık Konak, 1921’de Nur Baba, 1922’de Okun Ucundan adlı eserlere imza atmıştır. 1932’de Anadolu’da çalıştığı sırada yine ünlü romanlarından biri Yaban’ı yazdı. Ankara romanı ise 1934’te yayımlandı. Kendisi değişik Avrupa şehirlerinde diplomat olarak da çalışmıştı. Yine bu dönemde yazdığı bir monografidir Atatürk isimli kitabı. 


Kitapta belki de en çok hoşuma giden cümleler aşağıdaki alıntılar oldu, ki bunu bugün hâlâ yaşadığım İtalya’da veya İngiltere’de, genel olarak ziyaret ettiğim her Avrupa ilinde hissetmekteyim. Her ne kadar modernizasyon teorisine inanmasam da, tarihin düz ve yükselen bir çizgi gibi ilerlediği görüşüne pek yüz vermesem de, sanki Yakup Kadri gibi, Türkiye ile İngiltere arasında adeta bir 100 yıl varmış gibi gelir. Yakup Kadri 1000 yıl var gibi hissettiğini söyler Atatürk kitabında mesela.

Kendi hürriyetini kazanma sevdasını şöyle dillendirir: 

Lakin başkalarının hürriyeti acı bir lokmadır. Bununla hiçbiri doyunamazdı ve gözleri daima arkalarına çevrik bir gün kendi topraklarında bitecek olan buğdayın ekmeğini, anayurdun kendi has nimetlerini beklerlerdi. Hangi el bunu ekti? Hangi el bunu biçecek? O milli kahraman nerede idi? O bir türlü meydana çıkmıyordu. (s. 16)

İşgal altındaki İstanbul’a dair de şunları söyler: 

Gün geçmiyordu ki, bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir istihza ve ağır bir hakaretle karşılaşmayayım.(s. 29) 


Elbette yenik düşen her milletin karşılaştığı bir tavırdır bu. O zamanlar İstanbul işgalinde olanları biraz da esprili bir dille Halikarnas Balıkçısı çok güzel anlatır. Her ne kadar Halikarnas Balıkçısı’nın üslubu çok hoşuma gitse de Yakup Kadri’nin yazarken elinden hiç bırakmadığı ciddi dili nedense beni hiç rahatsız etmez. 
Nenin ve kimin mesuniyeti için kimden ve ne muavenet talep olunmak isteniyordu? O halde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi?... Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da hakimiyeti milliyeye müstenit, bila kaydü şart müstakil yeni bir Türk devleti tesis etmek. (s. 69)

Kimi zaman Mustafa Kemal’in aslında mücadeleden evvel pek de popüler olmadığını vurgular kitabında:
Mustafa Kemal’de muhiti tarafından tanınmamış, takdir edilmemiş ve kah istihza kah istihfaf (küçümseme), kah şüphe ve zan altında kalmış bir takdir edilmemiş dehanın dramı vardı. (s. 41)

Memleketin halinden bahseder, sanki bugünü andırır gibi, belki sadece öznelerin yerini değiştirebiliriz: 

Müdafaai Hukukçu' mebuslar, iki muarız safa ayrılmışlar, bir Mustafa Kemal lehinde, diğeri aleyhinde, hep didişip duruyorlardı. Eski İttihatçılar küçük fakat kuvvetli bir klik halinde bu iki cereyan arasında durmaksızın kendi oyunlarını oynamakta idiler. Hacılardan, hocalardan, şeyhlerden ve ağalardan mürekkep diğer bir zümre de her çekişmeden fırsat kollayarak milleti, Ortaçağın karanlıklarına itmek istiyordu. (s. 49)

Nutuk’tan alıntılar yapar o zamanki değişik çözümleri anlatırken. Mesela kimisi Amerika'nın himayesini, kimisi İngiltere mandası olmayı kabul ediyordu. Kimisi ise mahalli halas (yerel ayrılıklar) fikrini savunuyordu. Şu sözlerini alır Atatürk'ün Nutuk kitabından: 

Ben bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü bu kararların istinat ettiği bütün deliller ve mantıklar çürüktü; esassızdı. Hakikat halde, içinde bulunduğumuz tarihte, Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türkün barındığı bir anayurt kalmıştı. Son mesele bunun taksimini teminle uğraşmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklali, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi medlulu kalmamış birtakım bimana elfazdan ibaretti.

Elbette burada bir avuç Türk kadar bir avuç Kürt de vardır. Fakat Türk milliyetçiliği diğer milliyetçiliklerin üzerini örtmektedir. Yakup Kadri etnik farklılıklara değinmemiştir. Kimi zaman objektif bir görüş belirtmenin zor olduğu burda ortaya çıkmaktadır. 

Atatürk her zaman eleştirilen bir şahsiyet değildi, adına övgü dolu kitaplar yazılıyordu. Ancak dış medya onu eleştiriyordu, çünkü bir iç eleştiri demokratik olmayan bir ortamda mevcut değildi. Eğer o bir prens ise Makyavelist terim ile, o zamanları yaşayanlar için korkulan bir prensti sevilenden çok. Bu mesele şimdi eleştirilen ve kimi zaman sevilen kimi zaman nefret edilen prens halini almıştır. Fakat Atatürk’ü eskiden eleştirmeyip de şimdi yeni yeni eleştirmeye başlayanlara da sormak lazım gelir. Ondan önce Atatürk’e ve milli mücadeleye methiyeler düzenler, acaba neden birdenbire onu bugün eleştirme gereği duymaktadırlar?


Yakup Kadri ve Atatürk

Benim anladığım kadarıyla Yakup Kadri Atatürk’ü sadece övmekle kalmamış, aynı zamanda kendisine yakın olma fırsatını yakalamıştır. İçki masalarında beraber zamanları geçmiştir ve bunları Yakup Kadri yazmaktan çekinmemiştir. Yakup Kadri’nin de belirttiği üzere “Paşa çok içiyor” dedikodularına karşılık Atatürk daha fazla ve daha alenen içmiştir. Bir yandan da unutmamak lazım ki bir noktada Nazım’ı sofrasına çağırmıştır Atatürk. Ve yanlış hatırlamıyorsam Saime Göksu ve Edward Timms'in yazdığı Romantik Komünist adlı biyografiye bakacak olursak Nazım “onun içki sofrasına konuk olmayı” reddetmiştir. Yakup Kadri ise bu içki sofralarını ballandıra ballandıra anlatmıştır: 

Atatürk’ün sefahatlerinde Atatürk’ün kötü iptilalarında bile Homerik bir destan rüzgarı vardı. İçki sofrasında elini her kadehine uzatışı Tanrılar Tanrısı Zeus’un altın kupalar içinde kevser şarabı dağıtışını andırırdı ve riyaset ettiği cümbüşler, gerek Çankaya köşkünün samimi havası, gerek Dolmabahçe sarayının ihtişamlı dekoru içinde ve gerekse herhangi bir dost evinin mütevazı çatısı altında olsun; daima Olempus tepesindeki ‘bezm’ler (içki meclisleri) gibi zaman ve mekan mikyasın dışına taşardı. 

Elbette Yakup Kadri’nin bu benzetmesi fazlasıyla hayal gücü ürünü ve fazlasıyla övgücüdür. Her ne kadar Yakup Kadri’nin dilini beğensem de, kitabı çok akıcı bulsam da (ki kitapta Farsça ve Arapça kelimeler de Türkçeye çevrilmiş ve parantez içinde belirtilmiştir) bazı kısımlarda bu tarz abartılar yer almaktadır. Atatürk’e hiçbir negatif eleştiri getirmemiştir. 1970’lerde yazdığı bölümlerde bile. Yakup Kadri'nin tutarlılığını tüm kitaplarında ve anılarında görebileceğimi tahmin ediyorum.

Maalesef Dersim Katliamı ve Sabiha Gökçen’in Dersim’i bombalaması unutulacak mevzular değildir. Yakup Kadri bunlara hiç değinmemiştir. 

Bunları unutmamakla beraber yine de belirtmek isterim ki din konusunda Atatürk vizyonu geniş bir liderdir. Dinle ilişkiyi akılcılığa dayandırmıştır, hilafeti ve saltanatı kaldırmanın gerekliliğini görmüştür. Ve yine Yakup Kadri’nin Nutuk’tan alıntı yaptığı üzere, buna karşı çıkanların “kafası kesile” demiştir: 

Mesele, zaten emri vaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, meclis ve herkes meseleyi tabii görürse fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde gene hakıkat usuli dairesinde, ifade olunacaktır. Fakat, ihtimal, bazı kafalar kesilecektir. (s. 161)

Fakat bu astığı astık kestiği kestik yön Yakup Kadri tarafından ele alınmamıştır, Yakup Kadri Nietzsche’nin “übermensch” fikrinden etkilendiğinden, Atatürk’ü de bu şekilde görmektedir. Aynı zamanda kitapta Atatürk’ün diğer totaliter liderlerle bir arada değerlendirilmekten rahatsızlık duyduğunu belirtmektedir. Yazar Atatürk'ü hem sevmekte hem de ondan çekinmektedir ki bir lideri bu kadar takdir etmeden bu yazılar yazılamaz.

Her şeye rağmen akıllı bir askerdir, İngilizlerin Yunanlıların yardımına koşmayacağını görmüştür. Yakup Kadri ona sorduğu zaman, “bağımsızlık mücadelesini vermeye nasıl cesaret ettiniz harap ve bitap bir haldeyken memleket?”diye, Atatürk “Bu azmi bana veren önce Türk askerinin fedakarlığına inancım; sonra da galip devletlerin bu harpten son derece yorgun ve bezgin çıktıklarını görüşüm ve Yunanlılar uğruna yeniden savaşa atılamayacakları kanaatine varışım ve tek başına Yunanlılarla nasıl olsa boy ölçüşebiliriz umudumdu” (s. 134) şeklinde cevap vermiş. 

Sayfa 143’te yazdığı üzere de Eski Arap harflerinin ortadan kaldırılması için Atatürk 6 ay mühlet vermiş, İsmet İnönü 6 sene gerekir derken. Tüm bu devrimler Yakup Kadri’nin altını çizdiği devrimler. Elbette memleketin her yerinden gönderilen mektupların ve zarfların üstünde Latin harfi, içindeyse yazılı olarak Arap alfabesi bulunmaktadır, yazarın da belirttiği üzere. Halk bir anda böyle bir değişime adapte olamamıştır. 

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de yaklaştığı bugünlerde bu kitabı okumak ve bunun üzerine yorum yazmak da istedim, ama daha çok Atatürk’ün dinle olan ilişkisine de bir örnek vermek istedim. Eğer bu konuya bir göz atmak isterseniz bu websitesini tavsiye ederim: http://www.oxfordislamicstudies.com/article/opr/t236/e0083

Burada da belirtildiği üzere dinin kör bir inançtan çok akıl yoluyla varılan entelektüel ve bireysel bir inanış olduğunu savunmuştur. Dini bugün elinden bırakmak istemeyenler, kullananlar, dillere pelesenk edenler, hiçbir şey için olmasa da belki biraz da olsa Atatürk’ü bu yönü için takdir etmeliler. Kadınlarda okuma oranının yüzde 93, erkeklerde yüzde 99 olduğu ülkemizde (2012 TÜİK), başkalarının özgürlüğünün acı bir lokma olmaması için akılcı olmak, duygusallığı bir kenara bırakmak ve hayatımızı dine göre şekillendirmekten öte kendi anlayışımızı oluşturmak tarihe karşı bir boyun borcudur diye düşünüyorum. Kafamız kesileceğinden değil, geleceği düşündüğümüzden. 

Yakup Kadri’yi de akılcılığı seçen her okuyucuya, o zamanları daha iyi anlamak isteyenlere tavsiye ederim. Kitabı okurken sizi rahatsız edecek unsurlar olduğunu kabul ediyorum, aşırı övgüler mesela. Özellikle de eleştirel bir bakış açısına sahipseniz bu sizi daha da huzursuz edecektir. Ama bir konu hakkında bilgi sahibi olmak aynı zamanda sancılı ve empati gerektiren bir süreçtir. Her şeyi eğrisiyle doğrusuyla konuşmak ise cesaret gerektirir.


27 Temmuz, 2014

Avrupa’da I. Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda genç bir lise öğrencisiydi Ernest Hemingway. Yazarlık deneyimine bu yıllarda bir okul dergisinde yazdığı ilk makaleleriyle adımını atmıştı. 1917 senesinde liseden mezun oldu. Mezuniyetinin ardından üniversiteye gitmeyi tercih etmeyip, Kansas City Star adlı bir gazetede muhabir olarak hayatını devam ettirmeye karar vermişti. Bu, onun uzun yıllar boyunca geçimini sağlamak için yaptığı gazetecilik deneyiminin de bir başlangıcı oluyordu.

            1917 onun için bir başka açıdan da önemli bir dönüm noktasıydı aslında. I. Dünya Savaşı’nın başlangıcından beri tarafsızlığını koruyan ABD bu sene savaşa katılıyordu. Bu kararın hemen ardından Hemingway de savaşın içinde yer almak istemişti. Orduya başvurdu. Fakat gözleri zayıf olduğu için kabul edilmedi. Bunun üzerine Hemingway Kızılhaç’a başvurup, gazeteciliği bırakarak Kızılhaç gönüllüsü olmuştur bu dönemden sonra.

            Hemingway savaş sırasında vurulur, yaralanır, en yakınında onunla beraber çalışan birçok insanın ölümüne tanıklık eder. Savaş yılları zordur fakat sonradan yazdığı birçok ölümsüz eserlerinde bu dönemde yaşadığı benzersiz deneyimleri konu alacaktır.

            1920 senesinde ABD’ye döner ve bu onun için yeni bir dönemin başlangıcı olur. Bir sene sonra ilk evliliğini yapar ve eşiyle birlikte Chicago’ya taşınır. Orada gazetecilik mesleğine, Daily Star gazetesinde savaş muhabirliği yaparak geri döner.  

Çok değil, en son 1924 senesine kadar bu gazetede yazacaktır Hemingway. Bu süre içerisinde 200’den fazla makalesi yayımlanır. Fakat gazeteciliği pek sevmediği söylenir. Zaten esas amacının yazarlık yaparak geçimini sağlamak olduğu da aşikardır. Gazeteden istifa ettikten sonra bu hayalini gerçekleştirmek için harekete geçer ve bunda da epey başarılı olur. Hemingway, özellikle 1920’lerin ikinci yarısından itibaren dünyanın en tanınan yazarları arasına girecektir.  

Türkiye’de ilk olarak 1970 senesinde yayımlanmış Daily Star gazetesinde bu dönemde yazdığı her biri kısa ve etkileyici hikâyelerinin/ makalelerinin tamamını içeren bir kitabı, İşgal İstanbulu ve İki Savaş Arasından Mektuplar. Bunların dışında ayrıca bu kitabında,  İspanya iç savaşı ve II. Dünya Savaşı’nda Hemingway’in savaş muhabirliğine ait izlenimleri de yer alıyor. Bahsedilen bu dönemler içerisinde Fransa’da, Almanya’da, İspanya’da, İtalya’da ve daha birçok yerde bulunuyor ve birçok tarihi ana da tanıklık ediyor Hemingway.

Hemingway'in savaş muhabiri olarak çalışırken ilk gittiği yerlerden biri 1922 senesinde işgal altındaki İstanbul’dur. Bu kitabında işgal İstanbul’unu bir makalesinde anlattığını görürüz. 30 Eylül 1922 tarihinde Beyoğlu’nda bir otel odasında bulunan Hemingway, o dönemin tahminlerine göre yaklaşık bir buçuk milyon insanın yaşadığı İstanbul’dan derinlemesine bahseder bu makalesinde.  

Bu kısacık yazıda bugüne göre çok ilginç gelecek olan bir Beyoğlu manzarasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Mesela Hemingway'in anlattıklarına göre çok tozlu, yağmur yağınca her yerin çamur olduğu dar kaldırımlı bir caddeymiş o zamanlar Beyoğlu. Fakat yine kalabalık. Cadde boyunca trafik ise çok yoğun.

Peki 1920’lerde Beyoğlu’ndaki insanlar ne yiyor, ne içiyor, nasıl yaşıyor ve eğleniyor? Hemingway hepsini en ince ayrıntısına kadar bizimle paylaşıyor bu kitabında.

Üstelik sadece Beyoğlu’nda da bulunmuyor Hemingway. İstanbul’un ardından Mudanya’ya geçiyor, bu şekilde İsmet Paşa ve işgal kuvvetleri arasında geçen ateşkes görüşmelerini aktarıyor. Bu yazıya ek olarak Mustafa Kemal’i konu aldığı kısa bir yazısının da bulunduğunu belirtmek gerekir. Sonra Edirne’ye gidiyor ve Doğu Trakya’dan giden göçten bahsediyor. 1922 senesinde İsviçre’nin Lozan kentine de Lozan Barış Konferansı’nı izlemek için gidiyor daha sonra. Burada İsmet Paşa ile görüşüyor ve hem konferansla hem de kendisiyle ilgili çarpıcı yorumlarda bulunuyor.

            Hemingway’in hem I. ve II. Dünya Savaşları’nı hem de iki savaş arası dönemi çok iyi bildiğine şüphe yok. Gazete için yazdığı metinlerden anlıyoruz ki toplumsal hayata ve o dönemin siyasetine çok vakıf. Sanki birçok konuda döneme ve bulunduğu şehre dair merak edilebilecek bütün soruların cevabını veriyor gibi yazıyor Hemingway. Üstelik anlatım dili de çok yalın ve etkileyici. İşgal İstanbulu ve İki Savaş Arasından Mektuplar, tarihin bu dönemine Hemingway’le beraber tanıklık etmek isteyenler için kaçırılmaması gereken bir kitap.

Son olarak, kitap hakkında yazılmış bir başka yazının linkini aşağıda paylaşıyorum ilgilenenler için.      



http://voices.yahoo.com/on-quai-smyrna-hemingway-istanbul-690154.html



22 Temmuz, 2014


Zamanın Nabzını Tutan Roman: deliduman



Deliduman, Emrah Serbes'in Haziran 2014 içinde çıkan kitabı. Blogumuzda daha önce  Emrah Serbes'in Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi ve Hikayem Paramparça adlı kitaplarına yer vermiştik. Önceki kitaplarına referansla ben Deliduman'ı da merakla bekliyordum. İletişim Yayınları kitap piyasa çıkmadan önce sosyal medya hesapları aracılığıyla kitaptan bazı parçaları okuyucuya sunmuştu. İlk bölümü içeren kısmı okuyunca merakım katlandı. Zira, Gezi hakkında olduğu söylenen kitabın başlangıcından anladığım kadarıyla Gezi'ye bağlanması bana epey zor gelmişti.

Neyse efendim, kitap çıktı ve ben alıp okumaya başladım.Tahmin ettiğimden ve beklediğimden daha kalın bir kitaptı; yaklaşık 350 sayfa kadar. (Beni tanıyanlar bilirler, kalın kitaplar benim gözümü korkutur. Ama neyse ki; psikolojik sınırımın üstünde değildi.) Deliduman, çok hızlı okunan bir kitap.  Kullanılan dil, o kadar aşina olduğumuz bir dil ki, okurken hiç bir zorluk yaşamıyorsunuz. Sayfalar akıp gidiyor, bir de bakmışsınız ki bitivermiş.
Kitap, 18 Mayıs 2013 günü  Çiğdem İyice ve abisi Çağlar İyice'nin bir yetenek yarışmasının ön eleme turunda sıra beklemeleri ile başlayıp 16 Haziran 2013 Pazar sabahı Gezi Parkı yakınlarında son bulmakta. Çağlar ergenlik çağında bir çocuk, hayat felsefesini pek çok yetişkinden daha net ve sağlam bir şekilde oturtmuş. O tarafta ya da diğer tarafta değil, kendi sözleriyle söylemek gerekirse; "olması gereken yerde" olan biri. Onun Gezi Parkı'na geliş hikayesi ise bizimkinden farklı. Çağlar, Gezi'ye kardeşini aramak için gidiyor.Bu açıdan bakıldığında Çağlar'ın durumu görece daha tarafsız ve yönelttiği eleştiriler de daha dikkate değer oluyor.
 
Romana ilişkin fazlaca ön bilgi vermemek için detaylara girmeden yazacağım kitap hakkındaki fikirlerimi. Öncelikle belirtmek isterim ki, ben bu romanı sevdim. Emrah Serbes'in önceki romanlarından daha canlı ve hareketli bir atmosfer var bu romanda. Gündelik hayat içinde karşılaştığımız ve hepimizin bir şekilde eleştirdiği pek çok olay, durum ve konu bu romanda yer alıyor. Televizyonlardaki yetenek yarışmalarından, evlilik programlarına, sevgiden aşka, dayatılan güzellik algısının yarattığı hasarlara, sosyal medya araçlarına, teknolojinin hayatımızdaki yerine, kentsel dönüşümden ranta, kadrolaşmaya, rüşvete ve yalana kadar pek çok şey kitapta var. Bu noktada dikkat çeken ve önem kazanan kısım ise; dil oluyor çünkü Serbes tüm bu eleştirileri Çağlar aracılığıyla bize aktarıyor. Ve doğal olarak  romanı, bir öğretmen edasından ya da akademik jargonla bezeli bir metinin mesafesinden kurtararak; renkli, esprili ve kolay anlaşılır hale getiriyor.
Romanı ele alırken iki kısma ayırmamız mümkün ilki, Çağlar ve kız kardeşinin Gezi'ye gelmeden önceki hayatlarına dair kısım, diğer ise; Gezi'ye geldikten sonraki kısım. Gezi öncesi bölümlerde yukarıda saydığım güzellik algısı, yetenek yarışmaları, sosyal medyanın hayatımızdaki yeri ve önemi, kentsel dönüşüm ve rant, adam kayırmacılık üstüne. Çok yerinde tespitler ve eleştiriler sunulmuş. Özellikle iki çürük domates bölümünü okurken hem eğleniyorsunuz hem de dönüp kendinize de bir bakma ihtiyacı hissediyorsunuz. 

"baktın manavlık seni kepaze ediyor, çünkü domates tartarken araya iki tane çürük domates sokuşturmadan edemiyorsun, o zaman neden böyle bir şey yapıyorum diye sormalısın kendine. derin bir nefes alıp o iki tane kodumun çürük domatesini araya sıkıştırmadan niçin duramadığını düşünmelisin. o iki tane çürük domatesi araya sokuşturamayınca kendini çok mu çaresiz hissediyorsun? uykuların mı kaçıyor, boğulacak gibi mi oluyorsun, tükenmişlik sendromuna mı giriyorsun o iki tane çürük domates araya sokuşmayınca? bütün dünyayı önüne de serseler o iki tane çürük domatesi araya sokuşturamadıktan sonra bir anlamı yok mu? "

Gezi ile ilgili ikinci bölüme geldiğinizde bambaşka duygular uyanmaya başlıyor içinizde. Ben 2013 Haziranında Gezi'de olanlardan biri olarak o kısımları okurken tarafsız davranamadım. Çok canlı bir anlatım vardı ve anlatının içinde bahsi geçen her yere adeta yeniden gittim, o hissi, atmosferi teneffüs ettim. Gözlerim doldu okurken, hüzünlendim. Her ne kadar Çağlar'ın, ilk etapta Gezi'de bulunmasının sebebi kız kardeşini aramak da olsa sonradan, orada yaşadıklarıyla ortama adapte olması metne bambaşka bir ruh katıyor. Ama belirtmek isterim ki, Deliduman Gezi'yi kutsayıp dokunulmazlaştıran bir roman değil; aksayan, eksik, kendi içindeki çelişkileriyle ortaya koymayı deneyen bir roman. Hele ki yaşananlar hala bu kadar taze ve demlenmemişken, Emrah Serbes'in Gezi sürecindeki duruşu da göz önüne alındığında, romanın kurgusunun ve anlatımının ne kadar başarılı olduğu daha açık görülebiliyor. Yine de temkinli yaklaşarak herkes tarafından sevilerek bir çırpıda okunabileceğini iddia etmiyorum. Bunun kendimce nedeni ise, Çağlar! Romanı okurken fark ettiğim ve bitirdikten sonra iyice anladığım şey şu oldu; Çağlar'ı bir roman kahramanı olarak ne kadar çok sevsem de, gerçek hayatta kolay kolay arkadaş olmayı başarabileceğim biri değil kendisi. Bunu bir de Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı okurken Holden için hissetmiştim. (Sanırım benim hayata bakışımdaki kaoslarla, onların hayata yalın bakışları arasındaki farktan kaynaklanıyor bu. )Yoksa ikisi de çok iyi çocuklar. ( Tabii bir de o kadar çok küfretmeseler daha güzel olur ama ne yapalım.)
 
Daha fazla dağılmadan yazıma son vermenin vakti geldi sanırım. Deliduman, Gezi'yi özleyenlerin okuması gereken bir roman. Akıcılık, dil, kurgu, hikaye anlamında bence Emrah Serbes'in diğer romanlarına kıyasla daha renkli, hareketli ve umutlu. Okuyunuz efendim, pişman olacağınızı sanmıyorum.