20 Nisan, 2014



Görünmez Canavarlar

Dikkat: Bu yazı ciddi miktarda kişisellik içerir!



Bazı kitaplarla kendiniz tanışırsınız, bazı kitaplarla ise tanıştırılırsınız. Ben bu kitapla tanıştırıldım. "Dövüş Kulübü"nü izledikten bir kaç yıl sonraydı. Acımasız bir sarının hakim olduğu karanlık koridorlu bir hastane.. Yüksek, küçük ve parmaklıklı bir oda... Korkak, kendinin farkında olmayan, hayata küs, varoluşuyla sorunları olan ben. Ve çok şey borçlu olduğumu sonradan fark edeceğim bir adam, masanın iki yanında oturmuşuz. Beni "iyileştirmeye" çalışıyoruz. Bana terapi kitabı olarak iki kitap öneriyor; "Görünmez Canavarlar" ve "Yüzyıllık Yalnızlık". 
İlk kitabı bulmak o dönemde hiç de kolay olmamıştı, Taksim'de bir çok kitapçıya uğramış olmama rağmen kimsede yoktu. Sonrasında bir şekilde bulmayı başardığımda kitabın kapağı biraz 'garip' geldi. Her zaman yaptığım gibi hemen kitabın sonunu okuyarak 'kitabın sonunda ne oluyor?' merakından kendimi kurtarmak istedim ama başa döndüğümde okuduğum son bana hiç bir şey ifade etmedi. Çünkü Görünmez Canavarlar daha önce okuduğum hiç bir kitabın kurgusuna benzemiyordu. Romanı okumayı bitirdiğimde biliyordum ki, bu kitap bir başucu kitabıydı. Ve o kesinlikle haklıydı, Görünmez Canavarlar bir terapi kitabıydı. 

Şimdi asıl sorun şu ki, bu kitabın -her ne kadar Ayrıntı Yayınları kitabın arka kapağında kendince bir özet yapmışsa da- bir özetinin yapılması ya da hikayesinden kısaca bahsedilmesi 'spoiler' içermeden yapılamaz. Şahsen ben ne kadar çok ön bilgi ile kitaba başlarsam o kitaptan o kadar zevk alıyor olsam da; pek çok kişi için bu ön bilgilendirme hoş bir şey olmayabiliyor. Bu sebeple size altını çizdiklerim üzerinden kişisel hesaplaşmamı sunuyorum.





"Bana sempati ver"
Flaş
"Bana acımasız dürüstlük ver"
Flaş
"Bana varoluşçu can sıkıntısı ver"
Flaş
"Bana başa çıkma mekanizması olarak başıboş entelektüalizm ver"
Flaş
"Bana bir mola ver"





Romanda bunlara benzer pek çok cümle ile karşılaşabilirsiniz. En başta moda çekimlerinin atmosferini yansıtsa da sonra kitabın içinde ilerlemeye devam ettiğinizde  bu cümle ile karşılaşırsınız: "... izleyici olmadan histeri krizi geçirmek imkansızdır. İnsanın kendi başına paniğe kapılması, boş bir odada kendi kendine gülme krizine tutulmasıyla aynıdır. İnsan kendini gerçekten aptal hisseder." Her anımızın rollerimizle çevrili olduğu gerçeği artık daha serttir. İnsanlar üstünüze geldiğinde "Bana sabır ver" dersiniz, mutsuzluktan nefes alamazken "Bana cehalet ver" dersiniz. Seyircilerinize kendiniz olarak görünmek ya da rolünüze devam etmek arasında seçim yapmanız gerekir!

Bazen kitapta da denildiği gibi "algınız sıçar" Geçmişte başınıza gelen şeyler, büyümüş olmanıza, daha güçlü olmanıza, artık farkında olmanıza rağmen peşinizi bırakmaz. Sizi yormaya, hırpalamaya, hayatla aranızdaki o incecik bağı kopma noktasına getirmeye devam eder. Geçmiş, sırf sizin için hala geçmemiş olduğundan ölmek istersiniz. Ölümden türlü sebeplerle korksanız da, bedeninizde kalıp devam etmek ihtimali daha korkunç gelir. İşte bu noktada söze giren muhteşem kraliçe Brandy Alexander size yol gösterir: "Şimdi, az önce yaptığın gibi bana bütün hikayeni anlatacaksın. Hepsini yazacaksın. Bana hikayeni tekrar tekrar anlatacaksın. Bana bütün gece yürek parçalayıcı boktan hikayeni anlat. Anlattığın şeyin sadece bir hikaye olduğunu anlayacaksın. Ve aynı şeyleri bir daha yaşamayacağını. Anlattığın hikayenin sadece kelimelerden ibaret olduğunun farkına vardığında, geçmişini bir kağıt gibi buruşturup çöpe atabildiğinde, işte o zaman kim olacağına karar vereceğiz"  Yüce kraliçe haklıdır. Sizi o hale getiren ne yaşamışsanız anlatmanız gerek. En başta kanırtarak, acıtarak, kanatarak... Sonra sıkılarak, anlamsız bularak... Aynı kelime arka arkaya söylediğinizde anlamını kaybetmesi gibi, geçmişin anlamını elinden alıp içini boşaltmanız lazım! Kendini yeniden üretecek o iktidarı geçmişten aldıktan sonra o acı geçmiş "sabah uyandım, kahve içip dışarı çıktım" cümlesinde olduğu kadar "normal" olacaktır. O anılar artık güçsüz! Ve siz özgürsünüz! Ama bunun için sizi dinleyen birine ihtiyacınız var, onlarsız olmaz!

Sonra hayatınızda temizliğe başlamanız gerekir. Size "hafta sonu tatilinde ne yaptıklarını sormalarının tek sebebi kendi hafta sonu tatilini anlatma isteği olan" insanlardan kurtulmanız gerek. Sizi sadece kendini anlatma sırasının gelmesini bekleyerek dinleyen insanlardan arınmalısınız. Sizi cesaretlendirmek yerine karışık kafanıza daha çok soru sokan, siz basite indirgenmiş bir çözüm ararken sizi karmaşık yollara iten insanlardan arınmanız gerek. Bunu bir kez denedikten sonra hiç bir şey kaybetmediğinizi hatta hafiflediğinizi hissedeceksiniz.

Sonraki aşamada, takıntılarınızdan kurtulun. Brandy Alexander'a dönelim ve ne diyor dinleyelim: "Tatlım, bu gibi zamanlarda kendini, bir koltuk veya bir gazete gibi, bir sürü insan tarafından yapılmış ama sonsuza dek sürmeyecek herhangi bir şey olarak düşünmek çok iyi gelebilir." Düşünüyorum; basit ve net, kafa karışıklığına mahal bırakmıyor. Toplumun dayattığı ve olmamızı söylediği şeylerin bizi mahvetmesine izin vermiyor. Her ne kadar varoluşçu bakış açısının insana yüklediği sorumluluk anlayışından uzak olsa da, rahatlatıyor. Bazen hepimizin ihtiyacı olan ergen bakış açısına dönmemizi sağlıyor. "Sen de en az bir araba kadar ürünsün. Bir ürünün, ürününün, ürünü. Araba dizayn eden adamlar da birer ürün. Senin ailen bir ürün. Onların ailesi de birer üründü. Öğretmenlerin, ürün. Kilisedeki papaz, başka bir ürün." Sonra devam ediyor ve vurucu cümle dudaklarından dökülüyor; "Programlı bir bilgisayar kadar özgür davranabilirsin. Bir dolar banknotu kadar biriciksin." Yıllarca size dikte edilen her şeyin farkına varıyorsunuz. İçinde yaşadığımız çağın iki yüzlü "biriciklik" anlayışı artık size komik geliyor. Güzel olmak zorunda değilim, akıllı olmak zorunda değilim, kendi
mi size sevdirmek zorunda değilim, beni sevmeniz için eğilip bükülmek "bir başkası olmaya" çalışmak zorunda değilim. Önce kendimi sevmeliyim, olduğum gibi, ne kadarım kendimse oradan başlayarak.

Son aşama; kendinizden yeni bir 'ben' çıkarma! Önce "istediğimiz her şeyi, istemeye eğitildiğimiz için istiyoruz." dan yola çıkarak istemeye eğitildiğimiz her şeyden kendimizi soyutlamaya çalışalım. Fenomenoloji yöntemini kullanarak 'salt öz"ümüze ulaşmaya çalışalım. Orada ne var? Ben yöntemimle çelişecek de olsa kitaptan gitmeye devam ediyorum; "Etiketlerin dışında bir şey istiyorum. Tüm hayatımın tek kelimeyle anlatılabilmesini istemiyorum. Bir hikayeden ibaret olmasını. Bilinmeyen bir şey bulmak istiyorum, haritada olmayan bir yer gibi. Gerçek bir macera istiyorum." Bu kararı vermek kolay olmuyor, biliyorum. Ama ben aramaya inananlardanım, hala arıyorum ve belki hiç bir şey bulamadan öleceğim bunu da biliyorum. Yine de aramak beni canlı kılıyor. 

Başta da belirttiğim gibi bu yazı fazlasıyla kişisellik içerdi. Benim için manevi değeri yüksek bir romanı ve bu romanı ilk okuduğum günlerimi hatırlamak ve yüzleşmek zor oldu. Yapmam gerekmiyordu, yapmak istediğim için yaptım. Kendimi kesip açtım, dikip kapattım. Hayatla sorunuz olduğunda okumanızı tavsiye edeceğim bir kitap bu. Chuck Palahniuk'un yayınevleri tarafından reddedilen -Dövüş Kulübü'nden önce yazılmış- kitabı. Sert, acımasız, eleştirel ama yargılamayan, kalbinizi kırmayan hatta kırılmış kalbinizi nasıl onaracağınızı anlatan bir roman. Ve bonus olarak son bir alıntı; 

"Evie'den nefret etmemin önemli sebeplerinden birinin onun boş, aptal ve zavallı olması olduğunu fark ediyorum. Ama en çok da bana çok benziyor olmasından nefret ediyorum. Aslında ben kendimden nefret ediyorum ve dolayısıyla hemen hemen herkesten de nefret ediyorum."

                                       

19 Nisan, 2014

Sanma ki derdim güneşten ötürü;
Ne çıkar bahar geldiyse?
Bademler çiçek açtıysa?
Ucunda ölüm yok ya.
Hoş, olsa da korkacak mıyım zaten
Güneşle gelecek ölümden?
Ben ki her nisan bir yaş daha genç,
Her bahar biraz daha âşığım;
Korkar mıyım?
Ah, dostum, derdim başka...



13 Nisan 1914'te doğan Orhan Veli, her Nisan'da gençleşememişti belki ama 36 yaşında bu dünyayı terkettiğinden olsa gerek, yaşlanmaya da fırsat bulamamıştı.  Fakat, bir insanın başına nadiren gelen bir şey gerçekleşmişti onun için; fiziki olarak burada olmasa da, insanların kalplerine ve zihinlerine tutunmuştu. O yüzden de hiç ölmemişti. Takvimler Nisan 2014'ü gösterdiğinde ise, tam 100 yaşına basmıştı. 

Bir şair hakkında konuşmak, hele hele bir şiir kitabı üzerine yorum yazmak hiç kolay şey değil sevgili okur! İnsan mısraların içinde kaybolmalı, her kelimenin anlamını yüreğinde hissetmeli ki, o şiirin yorumunu yazabilsin, hakkını verebilsin. Belki omuzlarıma böyle bir yük bindirmemek için, ya da belki korkaklıktan, bu yazıyı Orhan Veli'nin bir şiir kitabı üzerine yazmak istemedim. Ama koskoca Orhan Veli tam 100 yaşına basmıştı, onu Beğenmeyen Okumasın'da anmamak da olmazdı. O yüzden, şairin- çoğu kişi tarafından pek de bilinmeyen şekilde- öykülerinin bulunduğu, Yapı Kredi Yayınları tarafından 2012'de basılan Hoşgör Köftecisi isimli kitabını okudum. Ancak bu sefer de salt bu kitapla sunulacak bir Orhan Veli anlatısının çok yetersiz kalacağından korktum. O yüzden, düşündüm ve bu yazının kitaptan bağımsız bir Orhan Veli anması olmasına karar verdim. Yeri geldikçe kitaptan çeşitli noktaları da sizinle paylaşacağım. 

Orhan Veli 


Kimdi Orhan Veli? İmparatorluğun "sonun başlangıcı" dediğimiz bir yılına doğan şair, önce Mızıka-i Hümayun'da klarnistlik ve daha sonra Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nda şeflik yapan Veli Kanık'ın oğluydu. Galatasaray Lisesi'ne devam etmiş, Ankara'ya taşındıktan sonra ise Ankara Erkek Lisesi'nde okumuş, çocuk denecek yaşta Oktay Rifat ve Melih Cevdet ile arkadaş olmuştu. Aslında bu üç şairin dostlukları beni hep çok heyecanlandırmıştır, düşünsenize, küçükken tanıştığınız insanlarla hayatınızın sonuna dek yakın dost olarak kalıp güzel işlere imza atıyorsunuz: yeni bir edebiyat akımı başlatıyorsunuz! Tabii unutmadan, lisedeki edebiyat öğretmeninizin Ahmet Hamdi Tanpınar olduğunu da listenize ekleyin... (Gerçekten de dünyanın kötü zamanlarına kaldık değil mi?) 

Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Şinasi


Yazarın liseden itibaren birçok şiiri çeşitli dergilerde yayınlanmıştı. Ancak hayatının dönüm noktası, yukarıda da bahsettiğim iki dostu ile 1941 yılında çıkardıkları, içinde üç yazarın şiirlerinin bulunduğu Garip isimli kitap olmuştu. Garip, o yıldan sonra edebiyatımızda Birinci Yeni olarak da bilinecek şiir akımının ismi olacaktı. Garip akımı şiirdeki her türlü biçimciliğe karşı gelmiş, kafiyeyi reddetmiş, gündelik dili şiire sokmuş, temasını da hayatın içinden seçmiştir. Ahmet Haşim'in sembolizmi ve ağdalı diline de karşıdır, Nazım Hikmet'in toplumcu şiirlerine de. Bu o döneme göre epey radikal bir yöneliştir, zaten Orhan Veli'nin Hiçbir şeyden çekmedi, nasırından çektiği kadar deyip, bir sanat dalı olarak görülen şiire "nasır"ı sokması diğer şairlerden tepki alacaktır. Aynı şekilde, Ahmet Haşim'in Göllerde bu dem bir kamış olsam'ına alternatif Rakı şişesinde balık olsam dizesi de... Ancak eleştirilere rağmen Orhan Veli, Türk şiirinde bir dönüm noktasını temsil edecek, kendisinden sonra gelen şairleri de etkileyecektir. 

Orhan Veli'nin şiire bakışını, Hoşgör Köftecisi'nde okuyabileceğiniz kendisiyle 1947'de yapılmış bir röportajda da görmek mümkün. Orada kendisine Divan Edebiyatı ile ilgili sorulan bir soruya şöyle cevap veriyor: "Eski Türk cemiyeti dilini, büyük bir dil yaparak Avrupalılara öğretebilseydi, Divan şiiri dünyanın büyük şiirlerinden biri olurdu." Ancak tercihi yine de bellidir:  "... edebiyatın halk kitlelerine bir şeyler söylemesi lazım. Okur-yazarları halka doğru götüren bir edebiyat isterim. Yani edebiyatın çoğunluğa hitap etmesini istiyorum. Çoğunluk okuyup anlamalıdır. Anlayabilmesi için de edebiyatta kendi meselelerinden bahsedilmesi lazım..."

Orhan Veli hem yaşayışıyla hem de şiirleriyle içimizden biridir aslında. Şiirlerinin "sokaktaki adama" hitap edebilmesinin sırrı da budur. O yüzden Yazık oldu Süleyman Efendi'ye sözü insanların deyimi haline gelmeyi başarmıştır. Toplumun çoğunluğu gibi geçim sıkıntısından müzdarip olması ve bunu yazılarında kullanması da, yapmacık bir kavramsallıktan uzaktır ve kendisini halka bütünleştirir. 1947'de kadim dostları ile çıkarmaya başladıkları Yaprak dergisini bastırabilmek için paltosunu ve Abidin Dino'nun kendisine hediye ettiği resimlerini satmak zorunda kalması da bunun bir başka örneğidir. 

Peki, en çok kimleri sevip okurdu? Bahsettiğim röportajda bunu da söylüyor: 
"Doğrusu gençlerden en beğendiklerim Yahya Kemal'dir. Eserleri meydanda, daha gençlerden Melih Cevdet, Oktay Rifat, Sait Faik, Orhan Kemal'i de sayabiliriz. Bir de Memduh Şevket Esendal. Yalnız ona biraz içerliyorum. Hikayelerini kendi adıyla neşretmeyi galiba küçüklük sayıyor. Bu da yüksek siyasi mevkiler elde etmiş olmasından geliyor. Ama bundan yüz sene sonra, Memduh Şevket Esendal adında bir adamın yaşadığını bileceklerse, ancak hikayeleriyle bilecekler. Hiç kimsenin bu isimde meşhur bir politikacının yaşadığından haberi olmayacak." 


Hoşgör Köftecisi 


Sanırım cevapta yazarın dönemin siyasetine ilişkin bakışını da görmüş oluyoruz. Zira Memduh Şevket'in Genel Sekreterliğe kadar yükseldiği partinin yönetimi altında olan Milli Eğitim Bakanlığı'ndan, baskıcı tutum sebebiyle ayrılmış bir kişi aynı zamanda Orhan Veli. Hayatın içinden şiirler yazmaya devam ederken, bir taraftan Mehmet Ali Aybar'ın Zincirli Hürriyet'inde yazmış, sanatçının ve edebiyatçının muhalif olması gerektiğine inanan bir kişi. 

Yazının sonuna geldiğimden, Orhan Veli'nin belirli noktalarına temas ettiğim hayatının nasıl bittiğini de yazmam lazım. Ama bu can sıkıcı ayrıntıya girmeyi reddediyor ve "100. yaş günün kutlu olsun" Orhan Veli, "İyi ki doğmuşsun" diyorum. 

Not: 100. yıllar bizde hep çok önemlidir. O yüzden Orhan Veli'nin 100. doğum günü Türkiye'de çeşitli etkinlik ve panellerle kutlanıyor. Bunlardan güzel bir tanesi de YKY'nin Orhan Veli sergisi. Belki bir bakmak istersiniz: http://www.ykykultur.com.tr/etkinlik/sergi-sakin-sasirma-orhan-veli-100-yasinda 

İkinci Not: Ve sizi iki video ile baş başa bırakıyorum. Birincisi Müşfik Kenter'in sesinden Orhan Veli şiirleri. Sen de bu topraklardan iyi ki geçmişsin Müşfik Kenter! 
İkincisi ise, bir şarkı... Orhan Veli'nin çok şiiri bestelenmiş: Hümeyra'dan Anlatamıyorum, Cem Karaca'dan Bedava Yaşıyoruz, Yeni Türkü'den Hürriyete Doğru bunlardan sadece birkaçı. Ama benim tercihim çocukluğumdan bir şarkı, Levent Yüksel'den, Dedikodu! İyi haftasonları! 






17 Nisan, 2014

“Belki de biricik mesele bu. Dünyanın bizimle birlikte kurulduğunu zannedip, kendimiz için sonsuz bir yaşam hayal etmek...”

Çok kıymetli okuyucu, bu kalbimden temiz yazıma bir itirafla başlamak istiyorum. Geçen ayki kitap seçimi sırasında iki okuyucumuzdan gelen “Peri Gazozu” önerisi ile Türk sinemasında son dönemde en beğendiğim oyunculardan biri olan Ercan Kesal’ın ilk kitabını çıkartmış olduğunu farkettim. Meğerse kendisi Radikal gazetesine yazdığı yazılara, birkaç basılmamış hikayesini de ekleyerek babasının Avanos’ta sattığı gazozun ismiyle raflarda yerini almış.
Hikayeler Kesal’ın çocukluk döneminden doktorluk yıllarına kadar farklı dönemlerden izler ve anılar taşıyor. Aslında hepsi aşina olduğumuz hikayeler, 3. Sayfalarda okuduğumuz haberler. Basit cümlelerle anlatılmış tanıdık öyküler. Ama basitliğin içindeki samimiyet, hikayeleri inandırıcı kılan ve başkası böyle yazamazdı dedirten şey olmuş. Hamasi laflar, süslü cümleler yok. Günlük hayatta kullanılmayan yüksek edebiyat kelimeleri de eksik. Ama bir şeyi tastamam, yaşanmışlığın verdiği duygu. Yazarın da dediği gibi “Kelimelerin ruhu var” ve o ruhu hissediyorsunuz.
Çocukluk dönemi hikayeleri aile sevgisinin karakter üzerinde ne kadar önemli olduğunun bir göstergesi nacizane fikrimle. Sevgiden kastım akıtılmış paralar, gönderilmiş özel okullar, aldırılmış özel dersler değil; yürekten gelen saf sevgi. Sanatçının bu anlamda şanslı insanlardan biri olduğu belli. Anne ve babasını buradan da rahmet ve saygıyla anmadan geçmek olmaz.
Sonrasında doktorluğun ilk yılları ve zorluklar. Hayatını acilde geçirmek zorunda kalmış bir insan olmasına rağmen umutla yoğrulmuş, insanlara faydalı olmak için çırpınan bir hayat. Yazarın “birbirimizin hayatlarının içindeyiz ve insan olmak galiba diğerkam olmaktan geçiyor” cümlesini nasıl da içten söylediğini bu hikayeler anlatıyor aslında. Doktorluk döneminde yaşanan sıkıntılı olaylar, "hiç, birileriyle aynı dünyada yaşamaktan utanç duyduğunuz anlar oldu mu?” cümlesine “evet” dedirtecek korkunçluktaki gerçekler ise insanı bir tokat gibi çarpıyor. Kesal’ın da “Tüm yazdıklarımız bizim olsa da ne fark eder ki. Üzerindeki kan, hikayelerini her gün kayıtsızca izlediğimiz o bahtsızların” cümlesinde ifade ettiği gibi başkalarının acılarına kahrolmak dışında bir şey yapamamanın utancı. Bunca hüzünlü ve isyan ettiren hikayeye rağmen, en kötü konuda bile insanı umutlandıran bir yan. Gerçekten de çok farklı duyguları birarada hissettiren bir sürü hikaye.
Ancak küçük bir eleştirim olacak. Kitap başlangıçtan itibariyle bu duygu yoğunluğuyla akıp giderken son kısımda hikayeler biraz aceleye gelmiş gibi. Belki de kitabı bitirmek güdüsüyle arka arkaya konular eklenivermiş. Önceki kısımda hissedilen yoğunluk bir nebze azalmış gibi. İnsanı şoke eden, üzen ya da sevindiren anılar var gene ama önceki hikayelerin tadı bir başka gibi. Bunda çocukluk hikayelerin, Avanos anılarının ağırlıkta olmasının etkisi var sanırım.
Özetle insana insan olduğunu ama başkalarıyla birlikte var olduğunu hatırlatan bir şey var bütün yazılanlarda. En büyük yanılgımızın bir özeti kitap: “Belki de biricik mesele bu. Dünyanın bizimle birlikte kurulduğunu zannedip, kendimiz için sonsuz bir yaşam hayal etmek...”
Kişisel not: Çoğu kişi Ercan Kesal’ı aynı zamanda senaristlerinden de biri olduğu “Üç Maymun” ve “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmlerindeki oyunculuğu ile tanıyacaktır. Ancak benim kişisel tavsiyem “Yozgat Blues”u seyretmeniz olur. Gerçekten son dönem Türk sinemasında seyrettiğim en iyi filmlerden biri ve Ercan Kesal başrolde efsane bir role hayat kazandırmış.

13 Nisan, 2014

Yazıma etkileyici ve güzel bir “bu kitapla nasıl tanıştım hikâyesi ile başlamak isterdim ama ne yazık ki Öteki Ben ile karşılaşmamız ve yolculuğumuzun geri kalan kısmının kaderi uyarlama bir filme bağlı. Ve çok iyi biliyorsunuz ki uyarlama filmler esinlendikleri kitapları asla sağ bırakmıyor!


Her şey kısaca şöyle başladı: Yönetmenliğini Richard Ayoade'ın üstlendiği the Double adlı filmin afişini ve fragmanını görünce göz bebeklerim büyüdü ve bu filmi izlemeliyim dedim. (Aşağıdaki fragman ve afişi görünce bana hak verecekseniz.) Ardından filmin Dostoyevski’nin Öteki Ben adlı kitabından uyarlandığını öğrenince de vizyona girmeden kitabını okumalıyım diyerek gözlerimi kısıp ellerimi ovuşturdum. Excellent!… Kitap ya da film fark etmez. Sinemasever bir okuyucunun kodu şudur; eğer okuduğu kitaptan uyarlanmış izleyebileceği bir film yoksa, izlemek istediği filmin esinlendiği kitabı okur! Bu kadar dil döktükten sonra umalım ki bir eser daha uyarlandığı sinema filminde mahvedilmesin.

 





Bu sitenin bir kitap blogu olduğu ve (!f İstanbul’da gösterilmiş olsa da) henüz vizyona girmemiş bir filmden daha fazla bahsetmenin abesle iştigal edeceği gerçeğine dayanarak -Dostoyevski’nin de dediği gibi- biz en iyisi gerçekten de yaşanmış bu hikâyenin biricik ve asıl kahramanı olan Bay Golyadkin’e dönelim! İnsancıklar’ ın ardından Dostoyevski bu sefer yedinci dereceden memur Yakov Petroviç Golyadkin’in yaşadığı buhranı damarlarımıza pompalıyor.

Her şey çalıştığı dairedeki patronunun düzenlediği baloya davetsizce girmek isteyen Bay Golyadkin’in partideki ‘garip’ davranışları yüzünden tepki çekip kapı dışı edilmesi ile başlar. Hali hazırda düşman olarak gördüğü iş arkadaşlarının onu partide küçük düşürmesi Bay Golyadkin bir hayli etkiler. Bu olayın hemen ardından Bay Golyadkin kendi ikizi ile karşılaşır. Başta dostça bir ilişki içine girseler de diğer Bay Golyadkin  -yani öteki- de herkes gibi bir düşmana dönüşür. Kahramanımız ötekinin ismini lekelemesinden ve kimliğini çalıp yerine geçmesinden büyük korku duyar. Bay Golyadkin bu düşmanın üstesinden gelmeye çalışırken kitap boyunca kahramanımızın gidip gelen zihninde bir köşeden diğerine sürükleniriz. Bay Golyadkin'in hal ve tavrına sempati ile karışık tebessüm ederken aynı zamanda kahramanımızın köşeye sıkışmışlık hissi bizi de sarar.

Bay Golyadkin’e daha yakından bakarsak kafasında belli değerleri benimsemiş ve bunun dışında davranan insanlara fazla şüphe ile yaklaşan hatta tehdit olarak bile görebilen, detaycı, kendisini acımasızca eleştiren, alıngan, endişeli, kararsız ve huzursuz bir adam görürüz. Doğrusu ilk kez bir karakter üzerine hiç düşünmeden bu kadar sıfat bulabiliyorum. Çünkü tasvirler bir yana, Dostoyevski karakterin psikolojisini okuyucuya öyle birebir yansatıyor ki Bay Golyadkin’i çok iyi gözlemleme şansı buluyorsunuz. Karakterin davranışlarını açıklamadan, çevresindekilerin tepkilerini direkt vererek yani okuyucuyu da karakter kadar bir bilinmezin içinde bırakarak ilginin kitap boyunca Bay Golyadkin üzerinde kalmasını sağlıyor. Kitabın adı Öteki Ben olmasına rağmen diğer Bay Golyadkin’i (yani ötekiyi) bu kadar detaylı okuyamıyoruz, gerçek Bay Golyadkin’in bildiği kadar ötekiyi biliyoruz. 

Öteki aslında Bay Golyadkin’in alter egosu, kötü ikizi gibi…kahramanımızın olamadığı ve olmak istemediği her şey. Kahramanımızın psikolojik durumuna bakıldığında aslında şizofreni hastalığından mustarip olduğu aşikar durumda. Ancak 19. Yüzyıl Rusya'sında bu hastalık hakkında şimdiki kadar bilgi sahibi olunmadığını düşünürsek Dostoyevski’nin kendi ikizi ile mücadele eden bir şizofreni hastasını bu kadar başarılı aktarması hem büyüleyici hem de gerçekten ürkütücü.

Bay Golyadkin’in atıldığı balo kelimeler ile tasvir edilemeyecek kadar görkemlidir. Dostoyevski mekanın hakkını vererek anlatmakta yetersiz hissederek  “Keşke şair olsaydım aziz okuyucular! Ama Homeros ile Puşkin ayarında.” der. Belki bir Rus balosunu anlatmıyor ama ustası olduğu üzere insan psikolojisini, Bay Golyadkin’i ve şizofreni hastası bir adamın içine girdiği durumu kendi görkemi ile o kadar incelikle anlatıyor ki bundan etkilenmemek imkansız. 

Son olarak, alakasız olacak ama yaşadığım bir aydınlanmayı da sizlerle paylaşmak istiyorum. Öteki Bay Golyadkin, kahramanımız Bay Golyadkin’e yazdığı aşağıdaki şiiri okuyunca binlerce kez dinlediğim Radiohead’in Climbing up the Walls şarkısının sözleri aklıma geldi ve Bay Golyadkin'in durumuna daha da bir darlandım.
 ‘Beni unutacak olursan
Ben seninim hatırla!
Hayat hızla gelip geçerken,
Sen de beni hatırla’







11 Nisan, 2014


Kırmızı Pelerinli Kent için önceden belirlemiş olduğumuz tarihten yaklaşık bir hafta sonra, yani biraz da ülke gündeminden ve yoğun geçen bir günün ardından yorgun düşmüş ama edebiyata dair duyduğumuz heyecanı hiç kaybetmemiş bir şekilde yine Beyoğlu’nda, güzel bir mekanda buluşuyoruz. Üstelik bu sefer bir de “ciddi şıklık” adını verdiğimiz, herkesin takım elbiseli -bunu ilk duyduğumda aklımda canlanan beyaz gömlek ve etek-ceket ya da pantolon-ceketti-, topuklu ayakkabılarla, kuaför eli değmiş bir saç modeli ve bu ciddiyetin gerektirdiği gibi hafif olmayan bir makyajla katılacağı tematik bir buluşmaydı hedeflediğimiz. Bundan sonra yapmayı planladığımız tematik buluşmaların bir ilkiydi aslında bu.

Deep, Taksim 
   Herkes kendince yorumlamıştı “ciddi şıklık” temasını; kimimiz biraz daha ciddiydik, kimimiz takım elbiseli olmasa da kendine has bir şıklık yaratmıştı, kimimiz de grup arasında verilen bu kararın –kendi aramızda konuşurken kahkahalarla güldüğümüzden ötürü olsa gerek- bir şakadan ibaret olduğunu düşünmüş ve spor kıyafetlerle katılmıştı toplantıya. Bu yüzden ilk tematik buluşmamızda acemiliğin ve şaşkınlığın izleriyle birlikte hepimizde yine bir başka basmakalıplığı tiye almanın verdiği keyifli bir ruh hali de vardı.

Takipçilerimizin önerileri arasından Aslı Erdoğan’ın Kırmızı Pelerinli Kent’ini seçmiştik bu ayki buluşma için. Aslı Erdoğan’ın, söyledikleri ve anlattıkları kısa olmasına rağmen aynı oranda bir kısalıkta bitirilemeyen, felsefik ve düşündürücü bu romanını uzun uzun konuştuk, tartıştık.

Aslı Erdoğan bilinenden farklı bir Rio de Janeiro hikayesi anlatıyor bu kitabında. Bir yandan kenti sanki sokak sokak tasvir edip, okuyucuyu kentte uzun soluklu bir gezintiye çıkarırken, bir yandan da herkesin aklına önce karnavalları, sonra eğlence, müzik ve dansı getiren bu kentin bambaşka bir yüzünü, favela’larındaki –yani gettolarındaki- farklı hayatları bütün gerçekliğiyle aktarıyor.

Bu kitabı okurken, Aslı Erdoğan gibi, aklımıza takılan hep aynı soru oluyor: Neden kitabın ana karakteri olan Özgür, Rio de Janeiro’da çok mutsuz olmasına rağmen, çocuk ölümleri, cinayetler, yersiz yurtsuz, aç, yoksul insanlar, çeteler ve kokain ticaretiyle anılan ve hatta “dünyanın en tehlikeli kenti” olarak nitelendirilen, üstelik bir yandan da sıcaklığın her zaman çok yüksek, havanın çok nemli olduğu, insanın ağzında “hep bir kül tablası tadı” ya da “zımpara kağıdı hissi” yaratan Rio de Janeiro’da kalmayı tercih ediyor ya da oradan ayrılmıyor? Kırmızı Pelerinli Kent’te Aslı Erdoğan tam da bu soru üzerinden varoluşa dair en temel soruları sormaya çalışıyor.

Aslında romanın konusuna ve yazarın romanda benimsediği üsluba dair merak edilebilecek bütün soruların cevapları Aslı Erdoğan’ın hayat hikayesinde saklı. Zaten Aslı Erdoğan da Kırmızı Pelerinli Kent’te, Rio de Janeiro’da yaşadığı deneyimler üzerinden otobiyografik nitelikte bir roman yazdığını her fırsatta belirtiyor gibi.

Bilgisayar mühendisliği ve fizik okuduktan sonra yüksek lisansını İsviçre ve Fransa’nın sınırında yer alan CERN’de tamamlamış, fizik doktorası yapmak için gittiği Rio de Janeiro’da eğitimini yarıda bırakarak yazar olmaya karar vermiş Aslı Erdoğan. Tıpkı kitabı okurken kendisiyle benzerlikleri teker teker ortaya çıkan, yeşil kaplı defterine fırsat buldukça iki yıllık “dev bir bilinçaltına dönüşen” Rio de Janeiro deneyimlerini aktaran Kırmızı Pelerinli Kent’teki Özgür gibi.

Aslı Erdoğan’ın anlatısında pek fazla olay yok, aksine yazar, içinde yalnızlık, ölüm, aşk, özlem, nefret, mutluluk gibi birçok konuyu ele aldığı durumlardan sık sık bahsediyor. Bunu bir de her bir cümlesi üzerine sanki günlerce düşünülmüş gibi bir dille yaptığı için, Aslı Erdoğan, bir yazarın kendini anlama / tanıma ve hayata dair düşünsel bir tartışma alanı yaratma çabası açısından başarılı bir edebi eser yaratmış olmanın ötesinde yeni edebiyatçılar arasında da çok daha özgün bir yeri hak ediyor.

Gözde’ye göre Aslı Erdoğan bu romanında hiçliğin peşinde ve tam da bu yüzden “kadın atomu parçalamak istememiş, kendini parçalamak istemiş”.

Merve daha çok yazarın kendisine dair bir yolculuk yaptığını düşünüyor ve hatta ona göre Aslı Erdoğan’ın kafası biraz da karışık. Gecenin sonunda “benim bu kitaba dair gerçekten bir cümlem yok” demeyi tercih ediyor.

Hazal ise kitabın dilinden çok etkilenmiş. Fakat Aslı Erdoğan’ın karamsar bir dünyası olduğunu vurgulamak istediği için olsa gerek bu buluşmadaki son sözü “kendi düşen ağlamaz” oldu.

Burcu da daha çok Aslı Erdoğan’ın anlatım tarzının samimi olmayan bir tarafı olduğunda ısrarcıydı. Ona göre üzerine çok çalışılmış, düşünülmüş ama içinden geldiği gibi yazılmamıştı sanki bu kitap ve belki de sırf bu yüzden Burcu “dramda sanat sanat için anlayışına karşıyım” diye noktalandırıyordu tartışmayı.

Ben bu kitapla ilk olarak 2011 yılının Eylül ayında, birkaç günlüğüne tatil için gittiğim Ayvalık’ta tanışmıştım. Ayvalık’ın en güzel ve sakin zamanlarından biriydi. Sahil kenarında vakit geçirirken, hiç acele etmeden, yavaş yavaş okumuştum bu kitabı. O zaman beni de en çok romanın dili etkilemiş, anlatılması imkansız diye düşündüğüm birçok duyguyu ve anı çok güzel bir şekilde ete kemiğe büründürdüğüne karar vermiştim Aslı Erdoğan’ın. Fakat bugün içinse Kırmızı Pelerinli Kent bende daha farklı bir etki yaratıyor. Kitabı edebi açıdan çok beğenmiş olmama rağmen, bu sefer bende yarattığı ağır ve hatta kapkaranlık karamsarlığından bir an önce sıyrılmak isteği duydum. İşte bu yüzden benim gecenin sonunda kitap için söylediğim son söz “lütfen bir daha Rio de Janeiro’da kimse kalmasın” oldu.  






06 Nisan, 2014

Bir anda okumaya karar verdiğim, elime bir alışta bitirdiğim bir kitap oldu Stefan Zweig'in Can Yayınları tarafından basılmış uzun öyküsü "Satranç". İtiraf ediyorum; satranca karşı mesafeli duruşum, hatta satranç oynama düşüncesinin bünyemde bir gerilime sebep olmasının etkisinden de olsa gerek, adını duyduğumda bende hiç okuma isteği uyandırmamıştı bu kitap. Bugün anladım ki, benim için bir eksiklikmiş bu.

1881 yılında Viyana'da doğan Avusturyalı yazar Stefan Zweig'in edebiyata ve hayata bir vedası olmuştur bu kitap. Naziler tarafından kitapları yakılan yazarlar arasında olmuş, Nazi baskısı nedeniyle önce İngiltere'ye, oradan Amerika'ya, oradan da Brezilya'ya kaçmış ve 1942 yılında eşiyle birlikte, arkasında "Benim lisanımın konuşulduğu dünya bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa'nın kendi kendisini yok etmesinden sonra hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu." yazan bir not bırakarak intihar etmiştir. Orijinal adı "Schachnovelle" olan "Satranç" da, intiharından önce tamamladığı son eseridir. Zweig'in hayatını okuyunca, kitapta yer alan karakterlerden olan Dr. B.'de kendini yansıttığını çok net görebiliyoruz. 

Viyanalı ünlü bir aileye mensup olan avukat Dr. B., Nazilerin Avusturya'yı işgali sırasında esir alınır; ancak kendini bir toplama kampında değil, bir otel odasında bulur. Avukat olduğu ve "mülkleri hakkında yasadışı işlemler yapıldıklarını kanıtlamak istedikleri manastırlara ve İmparatorluk ailesine karşı kanıtlar" sunabilecek potansiyelde olduğu için, Dr. B. ve onun gibileri ağır bedensel işkencelerin yapıldığı kamplara değil, tamamen 'hiçlik' dolu otel odalarına götürürler ve günün çeşitli saatlerinde sorguya çekerler. İlk başta kulağa iyi gelse de, aslında bu, katlanılmaz bir düşünsel işkenceye dönüşür. Düşünsenize bir; sadece yatak, leğen, koltuk ve parmaklıklı bir pencereden başka hiçbir şeyin olmadığı, kimsenin sizinle konuşmadığı, saatin, defterin, kalemin, kitabın bulunmadığı, tamamen sessiz bir odada, kendi kendinizle ne kadar uzun süre kalabilirsiniz? Dr. B.'nin de dediği gibi, bu işkence yöntemi çok daha etkilidir çünkü "bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz." Tam dört ay kaldığı bu otel odasında Dr. B.'nin kurtuluşu, sorgu için dimdik ayakta beklediği 2 saat boyunca, bir askerin cebinden bir şekilde aşırdığı kitapla olur. İçinde 150 büyük satranç ustasının turnuvalarının yer aldığı bir satranç kitabıdır bu. İlk başta hayal kırıklığına uğrasa da, hiçlikle dolu dünyasında akıl sağlığını ve düşünme yetisini tekrar kazanmak için bir hazine haline gelir bu kitap Dr. B. için. Tüm aylar ve günler, saatler ve dakikalar kendisine ait olduğu için, bitmek bilmeyen bir sabırla, hiçkimseye yansıtamadığı öfkesini yansıtabileceği tek alanı olur satranç onun için. 2,5 ay boyunca kitaptaki tüm turnuva hamlelerini, kitaba bakmaya hiç gerek kalmadan ezberlemiş bir hale gelince, tekrar hiçliğin kollarına düşmemek ve aklını kaybetmemek için, tek çıkar yol olarak kendi kendine karşı oynamaya karar verir. Kendi deyimiyle "rastlantıdan tümüyle kopmuş bir düşünce oyunu olan" ve iki farklı beyinin bulunması gereken satrançta, beynini iki farklı kişi gibi düşündürüp hem siyah hem beyaz olacaktı. Oldukça zor olan bu süreçte Dr. B, bir yerden sonra kendini; kendi kendine meydan okuyan, haksız yere tutsak olmaktan içinde birikmiş öfkesini, savaştığı "öteki ben"e yansıtan, "öteki ben"i yenmek için gece gündüz uğraşan bir halde bulur. Kendisi şöyle tanımlamaktadır bu dönemi: "Oyun sevinci oyun hevesine dönüşmüştü, oyun hevesi oyun dürtüsüne, çılgınlığa, yalnızca uyanık olduğum saatleri ele geçirmekle kalmayıp yavaş yavaş uykuma da sızan tutkulu bir öfkeye". Bu hırs ve öfke öyle bir hal alır ki, Dr. B. bir gün odasında bir 'beyin humması' yaşayıp hastaneye kaldırılır. Hastanede yattığı dönemde Hitler tüm Avusturya'yı ele geçirdiği için, onu tekrar esir almazlar ve ülkeyi terk etme karşılığında özgür bırakırlar.

Düz bir anlatımla özet geçtiğim bu hikayede sembolizmi çok iyi kullanıyor Zweig. Amerika'dan Brezilya'ya giden yolcu vapurunda karşılaştığı dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, soğukkanlılığı, öfke kontrolü, manipülasyon yeteneği, yıpratma stratejisi, kuralcılığı ve tüm ilkelliğiyle aslında Nazi sistemini temsil ederken, maruz kaldığı işkence sonrası kişiliği ikiye bölünen Dr. B. ise hümanizmi simgelemektedir.

Çok ayrıntılı psikolojik çözümlemelerin bulunduğu, satranç ve politika gibi birbiriyle alakasız gibi görünen iki konunun kusursuzca nasıl harmanlanabildiğini görmek için mutlaka okuyun bu kitabı, hele ki kendi kendine savaşan ve ölümünün kendi kendiyle girdiği mücadeleden olacağını düşünen biriyseniz... 


05 Nisan, 2014

Fikret Kızılok’un yorumladığı Karacoğlan şiiri olan Güzel ne Güzel Olmuşsun nedense bana hep Anna Karenina’yı hatırlatır. Anna hep beyaz tenli, koyu renkli saçlı, kaşlı gözlü güzel bir hatundur. Her ne kadar o Rus güzelliği, sarışın mavi gözlü kavramına uymasa da ondaki o çekicilik kaşından, gözünden, zarifliğinden ve koyu renkli saçlarından gelir. Nedense tüm Anna Karenina film uyarlamalarında da bu görünüme sadık kalınmış. 

 


Çehov, kahramanı Tolstoy hakkında şöyle demiştir: “Tek başına hiçbir şey başarmamış olduğunu düşünüyorsan ve hala da başaramayacağına inanıyorsan, bu aslında göründüğü kadar kötü bir durum değil. Çünkü Tolstoy her şeyi herkesin adına başarmıştır.” 

(Chekhov reputedly said, after visiting his hero: "When you know you have achieved nothing yourself and are still achieving nothing, this is not as terrible as it might otherwise be, because Tolstoy achieves for everyone." http://www.theguardian.com/books/booksblog/2010/jan/11/love-anna-karenina)



Tolstoy’un bu romanındaki en güzel taraflardan birisi de,  o zamanlarda aristokrasi arasında konuşulan her güncel konuyu fikir ayrılıkları ve ayrıntılarıyla anlatmasıydı. Hatta Kırım Savaşı’nı da anlatırken, tanıdığı herkesin kafasından geçenleri büyük bir netlikle anlatıyordu. Kendi fikirlerini ve iç hesaplaşmalarını da Levin karakterinin ağzından dinleyebilmek mümkün. Kırım Savaşı’nın anlamsızlığından bahsediyor ve niçin çar istiyor diye insanlar ölüyor, diye soruyor, savaşın neden bu kadar prestij gören bir konumda olduğunu sorguluyor. Kırım krizinin ortaya çıktığı bir zamanda bu kitabı bitirmiş olmam da aslında çok güzel bir tesadüf oldu. Burda bir yandan da Kırım krizine değinmek istiyorum çok kısaca, bir Rus arkadaşımla konuşurken şu fikri edindim: Aslında herkes Putin’i diktatör olarak yaftalamayı sevse de Putin’in geçmişten bugüne birçok Rus liderden bir farkı olmadığını, 19. Yüzyılın birçok güçlü Rus liderine benzediğini söyledi. Katerina veya 1. Petro gibi çok güçlü yöneticileri isteyen ve beğenen bir Rusya’da Putin’in niçin sevildiğini anlamakta zorlanmadığını belirtti. 


Aslında Kırım için Osmanlı ile Rusya arasında bir yığın savaş olmuştu, Kırım’ı almak demek stratejik anlamda boğazlara, oradan da Akdeniz’e ve okyanusa açılmak demekti Rusya için. Kırım hiçbir zaman bu önemini yitirmedi. Dolayısıyla Ukrayna’da bırakılan Kırım’da Rus üsleri hep varlığını korudu ve bu stratejik bölge hiçbir zaman göz ardı edilmedi. Şimdi Putin’in Kırım’ı almasını bir yandan tarihsel ve bir yandan lidersel anlamda açıklamak mümkün. İşte Tolstoy da bu konuda yazıyordu. Kırım’da savaşı savunanlara, “neden ordaki Sırplara yardım etme ihtiyacı hissediyorsunuz? Ruslar olarak Türkleri öldürmekle gurur mu duyuyorsunuz? Savaş mavaş da insanları öldürmekten nasıl çekinmiyor, nasıl bunun üzerine bir iki dakika düşünemiyorsunuz?” diyordu Levin. Levin o toplumda yalnız bi bireydi çünkü fikirlerini paylaşan kimse yoktu. Herkes çarı destekliyordu. Köylüsünden aristokratına. O ise her şeye farklı bir şekilde bakıyor ama kendi kafa dengi bir adama rastlamıyordu. İşte Levin’in yani Tolstoy’un (Levin, Tolstoy'un alter ego'sudur) yalnızlığı bu olsa gerek.


                                           Levin'i canlandıran aktör

Her ne kadar bu kitap kadınların o zamana dair cinsel bağımsızlık mücadelesinden ve her yönden bağımsızlaşmalarından yana bir çığır açmış olsa da (ki o zamanlar cinsel özgürlük entelektüeller tarafından savunulmakta ve tartışılmaktaydı, kadının toplumdaki kısıtlı rolü sorgulanmaktaydı) aslında Tolstoy’un kadınlar hakkındaki fikri daha muhafazakardı: Aile kurmanın en büyük mutluluk olduğuna inanıyordu. (Belli bir süre zevk için hayat süren Tolstoy her şeyi bırakıp evine döndü, toprak sahibi olduğundan bir işveren olarak evine geri döndü, sonrasında ise evlendi ve 13 çocuk sahibi oldu.) 

Anna Karenina ile İlgili Cahil Cühela Düşündüğüm Her Şey

Anna Karenina'yı sinemanın farklı bir şekilde yansıttğını düşünüyorum. Hiç de düşündüğüm kadar karamsar bir bitiş değil kitaptaki. Filmler bizi o güzelliğin ölümüne o kadar alıştırdı ki. Anna ölmezse Anna olmayacak diye düşünüyor insan neredeyse. 

Oysa kitaptaki bir diğer önemli karakter Levin ölümü seçmektense düşünmeye devam eder. Levin'e bakınca dönüp durduğu çıkmazlar geliyor insanın aklına. Ne milliyetçi bakış açısına, ne Rusya'nın büyüklüğüne sığınan, "başkalarını öldürmeye hakkımız yok" diyen bir sağduyuya sahip Levin. Türklerin savaşta yenilmesi ve Vronsky'nin savaşa gitmesi söz konusu. Kaderin elinde değil midir Vronsky zaten Anna öldükten sonra? Levin ise hep sorgular, kaderi, Tanrıyı, dini ve hayatı. Kendini sorgular, başkalarını sorgular, bir yandan da yaşamaya devam eder hayatını, bir baba, bir toprak sahibi ve kimi zaman çiftçilerle bir çiftçi olarak. 






Vronsky; Anna'yı sevmese bu kadar üzülebilir mi? Ama yine de ya annesi güder Vronsky'yi ya da ordu. Anna ise ne kadar kaderine karşı çıksa da (ki intihar ederek paradoksal olarak bir yandan da kaderine razı gelmeyi beklemektedir) oğlundan vazgeçtikten sonra, Vronsky'nin de sevgisinin bittiğini anlar anlamaz elinde hiçbir şey kalmamış bir zavallı gibi hisseder kendini. Zamanla tüm sesler uzaklaşır, tüm renkler solar. Anna ölmek ister. Anna kaderin değil toplumun bir oyuncağıdır. Gerçekten de Vronsky olmasa kim umursar Anna'yı? Hiç kimse... Herkes ona ahlaki yönden zayıf ve dolayısıyla düşünülmemesi ve unutulması gereken bir Gregor Samsa muamelesi yapar. "Bu kadın zaten böyledir, bırakalım düştüğü yerde kalsın." Anna'nın yanında ne bir dostu ne de annesi vardır. Başka bir yorumda, Anna’nın Vronsky’ye aşık olmak üzere doğmuş bir karakter olarak kitaptaki ilk sahneye adım attığını okudum, gerçekten de güzel bir yorum... (eğer okumak isterseniz http://www.theguardian.com/books/2012/aug/31/rereading-anna-karenina-james-meek). Bir erkeğin aşkı için her şeyden vazgeçmek her ne kadar yürek isteyen bir davranış olsa da bir kadın için sonu çok daha ağır olan, kadın olduğundan/anne olduğundan çok daha fazla yargılanan bir konumdadır Anna. 

Anna'yı anlayabilmek çok da zor değil. Kıskançlık yapar ama aslında kıskanmasının sebebi tatminsizliktir. Bunu kendine de itiraf eder. Vronsky onu eskisi gibi sevmemektedir. Bunu bilir, fark eder ve hisseder. Ama uğraşır Vronsky'nin onu hala sevip sevmediğini anlamaya. Var yok bir adamın sevgisi kalmıştır elinde, eğer o da giderse?


Ne bir erkekle dünya döner, ne de bir erkeksiz. Ama şimdi 21.yy'da bunu söyleyebiliriz büyük bir rahatlıkla bağımsız kadınlar olarak. Eve hapsolmak zorunda olmayan kadınlar olarak. Ne kadar çok şeyden vazgeçeriz kimi zaman sadece sevdiğimiz adamla birlikte olabilmek için? Bu o kadar da uzak bir seçenek değildir. Ama Anna’nın sonunun Levin’inkinden farklı olmasının bir sebebidir yine de. Aslında Anna ve Levin intiharı düşünen iki karakterdir kitapta. Levin intihar etmez, dini düşündüğü için mi? Hayır, farklı bağları olduğu için hayatla belki de. Kitty tarafından sevilir, aşık olduğu kadınla evlenmiştir. Onu çok sever ama bu büyük sevgi bile onu mutlu etmeye yetmez. Toplumdaki yalnızlığını gidermez.

Hiçbir zaman bir insanın sevgisi yetmez birini hayatta tutmaya.Yettiğini düşünür düşünmez ya hep ya hiç olur her şey. İşte o noktada hayatın elini bırakır insan mecazi yahut gerçek anlamda. 





Fikri yalnızlık da olsa belki daha büyük düşünceler ayakta tutabilir insanı. Levin'inkiler gibi. Levin diğerleri gibi hayattan zevk almak derdinde değildir. Yabancılaşmıştır savaşı ve gönül eğlendirmeyi savunanlara. Kendisine, çiftçilerine, ailesine karşı sorumlulukları her şeyden daha önce gelir... Kimi zaman bu sorumluluk ve keskin karakter, bir dakika olsun rahat bırakmaz onu. Başkalarının ufak zevklerine anlam veremez, milliyetçiliğin kökenlerini anlayamaz, halkın kimi zaman kabullenmişliği onu rahatsız eder... İnsanların körü körüne bir şeye inanması ve bu düşünceyi sorgulamaksızın takip edişleri Levin'i şaşırtır ve düşündürür. Levin diğer kardeşleri tarafından dışlanan erkek kardeşine sahip çıkar. O farklı olma ve düşünme hakkını sonuna kadar kullanmaktadır. 

Vronsky'nin karakterinde ise aynı derinliği göremeyiz. Belli ki Tolstoy için en sevilen iki karakter Levin ve Anna'dır. Anna eğer bir düşünce kadını olabilseydi o zamanda kimbilir belki o da kendisini kurtarabilecekti karanlık düşüncelerden ama mümkün olamazdı. Ona toplumun biçtiği rol kurallara uygun olarak yaşaması ve bunun yanısıra her baloda eşi olan bir kadın olarak bir biblo kadar güzel görünmesiydi. Eğer bu beklentilerin biraz daha üstüne çıkarsa, ki kültürüyle de birçok yönden üstün ve okuyan bir karakterdir Anna. Okuduğu kitaplardan öğrendiklerini Vronsky ile paylaşır, her konuda bilge bir fikri vardır. (O kadar ki Anna'nın trende bir kitabı okumaya ve kitaba konsantre olmaya çalışırkenki anı Orhan Pamuk'un da içine işlemiştir. Eğer Pamuk'un Saf ve Düşünceli Romancı kitabını okursanız, Anna Karenina'ya ve Tolstoy'un üslubuna ne kadar hayran olduğunu görebilirsiniz.) Bir biblo kadar güzel görünmek Anna için hiç de zor değildir, ama o biblonun ahlaki değerleri sorgulanır ve delik deşik edilir. Nefes aldırmazlar ona, diğer kadınlar kocalarının bu bibloya bakmasından korkarlar. Toplumun yaratıcı bir niteliği olduğu kadar yıkıcı ve güzellikleri boğucu bir niteliği de vardır. Kimi zaman bakarak, kimi zaman hakkında konuşarak, yıpratarak, iki yüzlü bir hayat yaşayıp başkalarının günahlarından bahsederek, kendi gücünü kanıtlar işte toplum. Ama Anna ölümsüzken kimse bir başka karakteri onu hatırladığı güzellik ve netlikle hatırlamaz. Tolstoy Anna'yı yaratmıştır ama Anna Tolstoy'dan sonra da kendi başına büyüyen ve çoğalan bir kadın olmuştur. İşte edebiyatın sonsuzluğu!



02 Nisan, 2014



Can Yayınları’na bu aralar biraz kırgınsın. Bir örnek beyaz kapakları bırakıp yazara/kitaba göre kapak yapmak da nereden çıktı?
Nihayetinde sen, 1982 Anayasası'nın şekillendirdiği bir milli eğitim sisteminden çıkmış, askeri nizamın intizamın mükemmelliğine inandırılarak büyütülmüş, obsesif kompulzif bozukluk sahibi çocuklardansın. Kitaplarını raflara yerleştirirken, aynı yazarın aynı yayınevinden çıkmış eserlerini, yayın tarihine göre yan yana dizer, işin bitince karşısına geçer,“Çok da güzel oldu” diye seyrine bakarsın.
Farklı yayınevlerinden çıkan kitapların ölçülerinin birbirlerini tutmamasına sinirlenir, sırf daha fazla para verdiler diye yayınevini değiştiren yazara duyduğunuz tepkinin altında azıcık da olsa yukarıda bahsi geçen bozukluğun yattığını da bilirsin.


Ebedi olmasa da edebi muhafazakarsın sen kardeşim…
Hal böyleyken, Paul Auster’ın yeni kitabı İç Dünyamdan Notlar’ı (Report from the Interior) ilk gördüğünde, kitabın çıkışına dair haberin yarattığı heyecanın yerini bir hayal kırıklığı aldı. Ne yani? Bir raf dolusu bembeyaz Auster’ın yanına bu kara kaplı defteri mi yerleştirecektin? Olacak iş değildi!
Şu fotoğrafa bir bakıyorsun ki vah vah…Nedir o en sağdaki öyle? Kapkara bir çirkin ördek yavrusu…
Dahası sen anı, biyografi gibi türleri de pek sevmezsin. Yaşlılar yazdığında fazla didaktik, gençler yazdığında ise fazla haddini bilmez bulursun bu tür eserleri.
Velhasıl hayli olumsuz önyargılarla aldın kitabı elime.

Fakat o da ne? E bu kitap pek bildiğin anılara benzemiyor?
Bir kere Auster, İç Dünyamdan Notlar’da (tıpkı henüz okuyamadığın Kış Günlüğü’nde [Winter Journal] olduğu gibi) ikinci tekil şahıs kullanıyor. “Sen” diye giriyor kitaba, “sen” diye çıkıyor.
Minicik bir oğlan çocuğu olarak kendini bildiği ilk günlerden, üniversite hayatının son demlerine kadar aklında kalan, eski eşi ve yakın dostu Lydia’ya yazdığı mektuplara gömdüğü, Paul’ü Paul Auster yapan yaşanmışlıklarını, sanki okuyucusu yaşamış gibi anlatıyor.
O sayede ilginç bir bağ kuruyorsun yazarla. Belki aynı toplumsal çerçevede büyümediniz (Auster, 1947 Newark, NJ doğumlu, orta sınıf bir Amerikan Yahudi’si), belki sinemada ilk izlediğin ve aklını başından alan film aynı değil (H.G. Wells’in The War of the Worlds’ü), belki onun çocukluk kahramanlarının adını senin ülkende bilen bile yoktur (sahi Amerikan beyzbol efsanelerini tanıyan var mı aranızda?) ama ne tuhaftır ki Paul’ün hissettikleri ucundan kıyısından çok tanıdık geliyor. Bir şekilde farklı araçlarla da olsa aynı yollardan geçmişsiniz besbelli.
İlerleyen yaşlarda entelektüel birikimleriniz arttıkça aranızdaki paralellikler de artıyor. Paul, Edgar Allen Poe’yu okumaya heveslenmiş de anlamamış, okuduğu malzemenin yaşına uygun olmadığını şimdi şimdi idrak ediyor. E sen de daha küçücükken bir gazetenin armağanı olan evdeki Nobel ödüllü kitaplar serisini ucundan kıyısından tırtıklayıp, hiç anlamasan da Veba’ya aşık olmamış mıydın?
Hem ikiniz de üniversitede aynı kitapları okudunuz, ailelerinizin ve milli eğitim kurumlarınızın sizin için çizdikleri çerçevelerin dışına koşarak çıkmaya çalıştınız, az daha yetişkin olunca benzer kimlik bunalımları yaşadınız, benzer afakanların baskısı altında ezildiniz.
E bu Paul Auster düpedüz senmişsin yahu?! (Öze not: Abartma!)
Kim bilir belki de evrensel çocukluk ve gençlik hezeyanlarıdır bunlar. Belki herkes kendince yaşıyordur aynı şeyleri. Ama kitabı okurken bu aklına gelmiyor pek. Kitaplarını çok sevdiğin bir yazarla arandaki özdeşlik mest ediyor seni.
Üstüne üstlük bir de o yazarı çok sevdiğin başka yazarlara bağlayan bir ortak nokta keşfettin gibi de geliyor biraz.
Sait Faik’in o meşhur “Yazmasam deli olacaktım” cümlesini hatırlıyorsun. Birkaç gün önce de bir sohbet toplantısı için çalıştığın kuruma konuk olan Hakan Günday benzer şeyler anlatmıştı sanki. Ya da sen Günday’ın hissettiği “yazı yazma ihtiyacı”nı öyle algıladın, bilemiyorsun.
Sanki Paul Auster’da da var aynı şey. Yazmayı öğrendiği andan itibaren içini kağıtlara dökme ihtiyacıfışkırıyor derisindeki gözeneklerden. Çocukça şiirler, öyküler, kendince film senaryoları, mektuplar, çeviriler… Ak sayfaların üzerindeki kargacık burgacık kara işaretler onun da hayatını kurtarmış belli ki… (E şimdi gel de kendini bu adama yakın hissetme…)
Bunları düşünürken aklına şu geliyor: Talepleri (emirleri?) karşısında muma döndüğünüz, kendinizle ilgili gereğini yaptığınız bir büyüğünüz, Auster’ın zamanında Hürriyet’e verdiği röportajında kullandığı, “Hapiste yatan yazar ve gazeteciler yüzünden Türkiye’ye gelmeyi reddediyorum. Aynı sebeple Çin’den gelen davetleri de geri çeviriyorum. Bu hükümetleri protesto ediyorum” sözlerine[i], “Hah, biz sana çok muhtaçtık. Niye gelmedin? Aman gel, ne olur gel. Gelsen ne olur gelmesen ne olur. Türkiye irtifa mı kaybeder?” diye yanıt vermişti[ii]. Meğer geleceği görmüş beyefendi, bu sözler sonun başlangıcıymış. O günden beri irtifa kaybında sınır tanımıyorsunuz.
Demin de dedin ya ak sayfaların üzerindeki kargacık burgacık kara işaretler hayat kurtarıyor diye... En “ak” olmakla övüngen büyüğünüz de atarlı ergenler misali omuz silkip, “Gelmezsen gelme!” diyeceğine iki satır açıp baksa ne diyor bu adam diye, hem kendisinin hem de sizlerin hayatı kurtulacak belki. Hem zaten hep demezler mi, “Dünyayı edebiyatçılar kurtaracak” diye…
Misafirliğin iyisi kısa olanıdır. Sense bedava blog buldun, yazdıkça yazıyorsun.
Ezcümle, güzel kitap. Bir başka deyişle, nihayetinde kara kuğuya dönüşen bir çirkin ördek yavrusu. Oku, okut, malum bu devirde şahsi irtifa ziyadesiyle önemli.

Sevin Turan


Dört küçük not:
1- Auster’ın kitapta uzun uzadıya anlattığı iki film var. Birincisi The Incredible Shrinking Man, ikincisi de I am a Fugitive from a Chain Gang. Çok eski filmler, nasıl bulunur bilmiyorum ama mutlaka izlemek şart.


2- Bunu okuduktan sonra daha önce okuduğum Auster kitaplarını yeniden okuma ihtiyacı hissettim. Bu kez okuduklarımı çok daha anlamlı bulacağıma inanıyorum.


3- Kitabın başarısında deneyimli çevirmen Seçkin Selvi’nin payı çok büyük. Hayli zor görünen metin üzerinde çok temiz iş çıkarmış. Bir yerde, İngilizcedeki eşseslilik nedeniyle çevrilmesi imkansız bir ifadeyi dipnotta açıklayıp özür dilemiş ve çok sempatik bir mesaj bırakmış. Bir tek eleştirim var. Anladığım kadarıyla “faculty”i hep “fakülte” diye çeviriyor. Ama bizde fakülte “faculty”nin karşılığı değildir. “Öğretim kadrosu”daha doğru mu olurdu acaba?


4- Haddim olmayarak Auster’ın kitaptaki üslubuna öykünmeye çalıştım, edebiyat tanrıları günahlarımı affetsin!