28 Şubat, 2013

HALİDE EDİP ADIVAR'DAN BİR KADIN ROMANI

HANDAN


Halide Edip Adıvar genel olarak aktif politika yaşamı ve bu çerçevede özellikle de Kurtuluş Savaşı ile ilgili yazdığı romanları ile bilinir ancak kendisi aynı zamanda kadın psikolojisi üzerinde durduğu romanların da yazarıdır aynı zamanda.

Ben ise bu yazıda daha çok bilinen "Ateşten Gömlek" "Vurun Kahpeye" gibi romanları yerine kadın psikolojisi üzerinde durduğu "Handan"dan bahsetmek istiyorum.   
                             
Halide Edip'in bu romanını ilk defa ortaokulda yıllarında okumuş ve çok beğenmiştim. Dimağımda bıraktığı bu hoş izlenim nedeniyle de kitap kulübümüze bu kitabı önerdim. Beğenmeyen Okumasın ekibi olarak ayın romanı Handan'ı çok farklı bir açıdan ele alıp tartıştığımız yazımız için linke tıklayınız:
http://begenmeyenokumasin.blogspot.com/2012/12/handan-diziler-cagnda-bir-yapmc-ayb.html

İşbu romanımız; adından da anlaşılacağı üzerine Handan ismindeki ana karakter etrafında şekilleniyor. Karakterlerin birbirine yazdığı 66 mektupta farklı bakış açıları ile olayları takip ediyorsunuz kitap boyunca. Bu farklı mektuplara hakim, ortak bir hava var o da hüzün ve trajedi.

Handan o döneme göre oldukça iyi bir eğitim almış, kaymak tabakadan bir aileye mensup. Bir kadın karakter için oldukça farklı olan zekası ve entellektüelliği öne çıkarılmış. Gene döneme göre oldukça güçlü ve özgür ve fiziksel olarak çok güzel bulunmasa da herkes tarafından hayranlık duyulan bir kadın. Ancak bunlar kendisini mutlu etmeye yetmiyor.

Handan 13-14 yaşlarında Abdülhamit yönetiminin muhalifi olan Nazım isimli bir hocadan ders almaya başlar, zamanla aralarında yakınlık doğar ve birbirlerine aşık olurlar. Nazım aşkını doğrudan ifade etmek yerine dava arkadaşı olarak bir hayat yolculuğuna çıkmayı önerir Handan'a. Ancak Handan evlenme teklifini reddeder ve kadınlığını yaşayabileceğini düşündüğü Hüsnü Paşa ile evlenir. Bu evlilik hapishanedeki Nazım'ın intiharına yol açar, intihar mektubu da Handan'ın kalbinde onarılamaz bir yaraya neden olur.

Konunun detaylarını Handan'ın kuzeni Neriman ve eşi Refik Cemal sayesinde öğreniriz. Neriman Handan'a büyük bir hayranlıkla bağlıdır ve yürekten üzülmektedir. İşleri sebebiyle Londra'da bulunan çifte, eşiyle arası bozulan Handan da eşlik eder. Refik Cemal ise geçmişiyle ilgili Handan'ı onaylamasa da sohbet etmekten çok hoşlanır. Neriman da entellektüel olarak eşini tatmin edemediğini düşündüğünden ve hayranlığı sebebiyle bu yakınlığı takdir eder. Bu süreçte eşinden ayrılan Handan, gitgide bir depresyona sürüklenir ve hafızasını kaybeder. Tedavisi için Sicilya'ya yaptığı yolculukta ona Refik Cemal eşlik eder. Bu seyahatta aralarında aşk doğar ancak Handan iyileşmesi ile Neriman'a olan ihanetinin bilincine varır ve psikolojik çöküş nedeniyle tekrar hastalanır. Bu hastalıktan kurtulması mümkün olmaz ve vefat eder.

Bu hazin sonla biten hikayede Handan hep kendi ayakları üzerinde durabilen bir insan portresi çizilmiş ancak hayatını hep erkekler tanımlamış ve gidişatı da onlar belirlemiş. Önce Nazım'la olan aşkı ve kendisine bir birey olarak yoldaşlık teklif eden Nazım'dan kaçışı, kendisini el üstünde tutacağını düşündüğü Hüsnü Paşa ile olan evlilik ve iyileşmesi için yardım eden Refik Cemal. Erkekler etrafında pervane ama kendisi bir türlü tatmin olmayan bir portre.

Romanla ilgili ayrı bir noktada da otobiyografik bir yanı olması. Karakterin entellektüel düzeyine ve erkeklerle olan ilişkilerine baktığımızda Halide Edip'in kendi hayatında da izler taşıdığı görülüyor. Bu anlamda roman, hem dönemin kadın-erkek ilişkileri anlamındaki dinamiğini anlamak hem de önemli bir figür olan Halide Edip'in hayatını farklı bir şekilde yorumlamak isteyenler için farklı bir alternatif olabilir.




17 Şubat, 2013


        “Bir hakim dedi ki: Yazıda bir kargayla bir leyleğin beraber uçtuğunu, beraber yemlendiğini gördüm. Şaşırdım- kaldım;derken aralarındaki birlik nedir, onu bulayım diye hallerine dikkat ettim. 

      Şaşkın bir halde yaklaştım. Baktım, gördüm ki ikisi de topaldı.” 

"Bir kuşun, kendi cinsinden olmayan bir kuşla uçmasının, yayılmasının sebebi" 
(Mesnevi)



ARAF

Yalnızlık, yabancılık, dil ve zaman üzerine roman...



2004’te “The Saints of Incipent Instanities” adıyla yayımlanan Türkçe'ye Araf olarak çevrilen kitap arka kapağında da belirtildiği gibi; yalnızlık, yabancılık, dil ve zaman üzerine yazılmış bir roman. Romanın baş karakteri Ömer Özsipahioğlu, Boğaziçi Üniversitesi'ni bitirdikten sonra 2002 yılının haziran ayında doktora için Boston'a gelen bir öğrenci. Boston'da kendine kalacak yer arayışını "ev arkadaşı testi"ni başarıyla(!) tamamlayarak kendisi gibi doktora öğrencisi olan Fas asıllı Abed ve İspanyol asıllı Piyu ile aynı evi paylaşmaya başlar. Fakat romanın Ömer'le birlikte ön plana çıkan, okuyucunun okuma açısına bağlı olarak belki de ana karakteri, ismini sürekli değiştiren Gail'dir. Tüm bu karakterler kitaptaki aidiyet ve kimlik tartışmalarının hem günlük yaşam hem de kuramsala yakın bir çerçevede yapılmasına olanak sağlayan hikayelere sahiptirler. Romanda kimliğin, aidiyetin, benliğin ve dilin; parçalanması, sınırların belirsizleşmesi ve/ veya çoklaşması ilk olarak isimler üzerinden anlatılarak bir giriş yapılır. Ömer Özsipahioğlu Amerika'ya geldiğinde adının noktalarını kaybeder, Omer Ozsipahioglu olur. "Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancılaşmasıdır"(s. 10) diye dile getirir bu durumu Ömer ya da muhatabının tercihine göre Omar veya Omer. Çünkü ona göre, Birleşik devletlerde yaşayan bir Amerikalı için yaşanan bu telaffuz sorunu kendisinden değil isimden kaynaklanmaktadır. Oysa ki, Ömer Amerika'ya adım attığı günden beri o kadar da "yabancı" olmadığını biliyordu hatta "çoğu Amerikalının zannettiğinin aksine bu yabancı onların kültürüne kendininkinden daha aşinaydı"(s.78).  Ancak Amerikalı olmasına rağmen oraya ya da daha doğrusu herhangi bir yere ait olmakla, kadın olmakla, yaşam ve ölümle ciddi sorunları olan Gail Ömer'in  adeta karşıt karakteri olarak karşımıza çıkar. Sorunları vardır Gail'in;  korkaktır, obsesiftir, kendi içinde yaşamaktadır, karanlıkta kalan yanları vardır, intihara meyillidir, kolayca sevemezsiniz onu, O da kolayca güvenemez kimseye zaten. Ve Ömer'in adı kendi dışında değişime uğrarken O, kendini değiştirmeye isminden başlamış ve Zarpandit iken Gail olmuştur.

Bu başlıklarla bağlantılı bir diğer konu ise romanda ele alınan dil meselesidir. Dilin yabancılaşma olgusuyla yer yer iç içe geçmiş bir şekilde anlatıldığını görmekteyiz. Farklı ülkelerde insanların yabancılaşma sürecinin ilk olarak isimlerinden başladığı var sayımı üzerinden hareket eden yazar; Ömer’in isminin noktalarını kaybederek  “Omar Ozsipahioglu” oluşuyla dil konusundaki tezini şekillendirmeye başlar. Bu noktada dil ile kimlik sorununu da birleştirmektedir yazar. Romanın devamında ev arkadaşları olan Ömer, Adeb ve Piyu arasındaki dil sorunları ve tek ortak noktaları olan İngilizce üzerinden anlaşmaya çalıştıklarında kimi zaman anadillerine duydukları ihtiyacın altı çizilmekdir. Diğer bir vurguysa, yabancı bir dilin kişinin hayatına dahil olma sürecinde yaşattığı değişimle ilgilidir. Bu değişimi şu şekilde aktarıyor yazar; “ İngilizce rüya görmeye başlamak  bir eşiktir, daha büyük bir değişimin, , insanın artık aynı kişi olmasına izin vermeyecek kadar derinden bir değişimin yolda olduğunu gösteren bir işaret...”  Romanın yazılma dilinin de İngilizce olduğunu düşündüğümüzde aslında konu daha net anlaşılmaktadır. Araf, Elif Şafak'ın diğer romanlarının aksine dili en akıcı ve sade olan romanıdır.
Araf ile ilgili yorumlarımı toparlamadan önce, romana yapılan bir kaç eleştiriden de bahsetmek istiyorum. Roman kimlik, zaman, yabancılık gibi iddialı kavramlar üzerinden kendini şekillendirirken 11 Eylül saldırılarına ve sonrasında Amerika'da yaşanan fobiye yer verilmemiş olması zamansallık açısından Fuat Keyman tarafından ciddi biçimde eleştirilen ve eksik görülen bir alandır ( 18 Temmuz 2004, Radikal 2). Bu noktada sorulması gereken belki de kurmacada gerçek tarihsel sürekliliğe ne kadar bağlı kalınması gerektiğidir. Diğer bir eleştiri konusu ise Asuman Kafaoğlu-Büke, “Araf ya da Beklemedeki Ruhlar” ( Cumhuriyet Kitap Eki, 13 Mayıs 2004 ) başlıklı yazısında da yer almakta olan; çokça geçen filozof isimleridir. Benim şahsi fikrimce de yazarın -Ahmet Mithat Efendi kadar olmasa da- bilgi verme çabası okuyucuya gösteriş şeklinde yansıyabilmektedir.

Romanın diğer karakterlerine bakıldığında hepsinin kendine ait küçük-büyük bir takım takıntıları ya da sorunları olduğu görünmektedir. Ömer'in ev arkadaşlarından ve diş hekimliği okuyan Piyu, okuduğu bölüme rağmen sivri cisimlere dokunamayan bir insandır. Piyu'nun kız arkadaşı olarak karşımıza çıkan ve romanda Piyu'dan daha geniş bir yere sahip olan Alagre ise yeme bozukluğuna sahip bir karakterdir. Yeme bozukluğu Şafak'ın diğer kitaplarında da karşımıza çıkan bir hastalıktır. Hatta öyle ki, hasta karakterin yaşadıkları bulumik bir insanın tarif edebileceği derece iyi betimlediğinden insanda soru işaretleri doğurabilmektedir.      ... klozetin üzerine eğitip kadının çıktığını duyana kadar o vaziyette bekledi, sonra elini gırtlağına soktu. Bulantı çabucak geldi, her zamanki gibi. İlk kusma dalgası geldiğinde sesi bastırmak için sifonu çekti. Kusarken, yüzü ondan bağımsız ağlıyormuş gibi gözleri yaşardı. Yaptığı şey yüzünden en ufak bir endişe, bir üzüntü hissetmiyordu." (s.150).  Aslında sadece yeme bozuklukları değil psikolojik sorunlar Elif Şafak'ın kitaplarında genel olarak yer verdiği konulardandır. Bunu nedeni "insan olma" gerçeği çerçevesinde karakterleri mükemmelden uzaklaştırıp gerçeğe daha yakın hale getirmek midir ya da başka bir sebebi var mıdır bilemiyoruz elbette. 

Araf'a dönecek olursak, romanda ele alınan bir diğer konu ise "zaman" kavramıdır.
Yazar, romanda zamanın  çok derin felsefi bir çözümlemesini yapmamış ancak zamanı; ölçülmesi ve zaman/modernlik açısından  ele almıştır. Romanın baş karakteri olan Ömer, zamanı; "ölü ve canlı bedenlerin içinde birlikte yüzdüğü azgın bir akıntı"(s.79)ya benzetmektedir ve bu nedenle geleneksel zaman ölçme sistemini reddedip, alternatif olarak müzikle zaman belirleme metodu geliştirmiştir. Aynı zamanda Ömer, Amerika’ya geldiğinde zamanla ilgili dilsel ve kültürel bir farklılığı da “ ...Türkçede zamanı öğrenmek için insanlara ‘saat’ sorulurdu. Halbuki İngilizcede zamanı öğrenmek için insanlara ‘zaman’soruluyordu. İngilizcede insanın zamana sahip olduğu ya da olabileceği hissi vardı, halbuki Türkçede zamanı ölçme aracına sahiptin ama zamanın kendisine asla...”(s.80) sözleriyle anlatır. Romanda üstüne çokça vurgu yapılmasa da bir diğer zaman problemi de; Türkiye, Fas, Amerika, Meksika arasındaki zaman/gelişmişlik farkı. Baş karakterlerden olan, Abed ve Ömer’in kültürel farklılıklarını geri kalmışlıkla özdeşleştirmeleri şeklinde ortaya çıkar. Bu zaman/gelişmişlik farkına paralel olarak  kimlik konusuna geri dönecek olursak, yaşanan ön yargılar ve "öteki" olma haline Abed'in tepkisini şu şekilde görebilmekteyiz. Abed’in Faslı ya da Müslüman olmakla ilgili bir rahatsızlığı yoktur, ancak bu kimliklerin yarattığı ayrımcılıkla ilgili rahatsızlık duymaktadır, bu rahatsızlığını da şu sözlerle ifade eder: “ Sürekli ayrımcılıkla mücadele etmek zorunda olan sen değilsin. Casablanca’yı seyrettin mi? Humphrey Bogart müthiş etkileyici bir aktör! Ama o filmde Faslılar hakkında ne dediklerini biliyor musun? Şu yürüyen çarşaflar..! Sömürgecilerin gözünde benim atalarım bu işte. Yürüyen çarşaflar! Ben de çoğunluğa göre hala buyum!” (s150). Her ne kadar Amerikan kültürüne kendi kültüründen daha aşina olsa da kimlik ve yabancılık meselesinde Ömer için de durum "İnsan yabancı oldu mu kendisi olamıyor artık. Başkalarının gözünde bir ulusal kimlikten ibaretim artık. Kendim hariç her şeyim."(s114) Bu aşamada Gail yine bir antitez olarak karşımıza çıkmaktadır. . Hayatla ve kimlikle olan bağı pamuk ipliğine bağlıdır Gail’in. Kişilerin ancak isimlerini değiştirerek , onlara yapışan kimliklerden kurtulabileceğini söyler ve şu şekilde devam eder ve “ Ancak kendimizi bize verilen kimlerle özdeşleştirmeyi bırakırsak , ancak bunu başarabilirsek her türlü ırkçılığı , cinsiyetçiliği, milliyetçiliği, köktenciliği ve insanlar arasına sınırlar koyarak bizi farklı sürülere, altsürülere bölen her şeyi saf dışı edebiliriz”der (s.148-149). 
Sonuç olarak edebi açıdan bakıldığında  dil ve anlatım olarak , akıcı ve zengin bir üsluba sahip. Yazarın romandaki anlatıcı durumu roman karakterlerine eşit mesafede durmamızı sağlaması yönünden bana göre başarılı bir şeçim olmuş. Ancak, roman olarak bakıldığında yazarın  bilgi vermeye yönelik tavrının, romanı “sosyolojik” bir metin haline dönüştürmesi bu konulara uzak olan okuyucu açısından sorun teşkil edebilir.  Diğer taraftan “kültürel kimlik”, “yabancı”, “aidiyet” kavramlarının ve bunların getirdiği “belirsizlik” çerçevesinde kurgulanan roman farklı noktalara dikkat çekmesiyle önem kazan kazanmakta. Araf’la ilgili son olarak söylenebilecek şey ise; gerek mekânsal, gerekse ruhsal olarak tam bir arafta kalmışlığın romanıdır.





15 Şubat, 2013

Soruya cevabınız evetse, Hüseyin Rahmi'nin 1924 yılında Son Telgraf gazetesinde tefrika edilen ve Everest tarafından basılan "Ben Deli miyim?" adlı eserini okuyup, bu soruya yeniden cevap vermenizi öneririz. Zira, zararsız/tehlikeli deli olmak arasında ince bir çizgi olduğu kadar dağlar kadar da fark var!

Not: Kulübümüze yeni katılan Mine'ye hoşgeldin diyoruz...

Taksim, Deep Restaurant 



Everest Yayınları, 2011 



Ne dediler? 
Merve: Şadan'la kimyamız uyuşmadı!
Burcu: Şamdan'da kendimden bir şeyler buldum! 
Mine: Dönemine göre cesur bir roman! 
Özlem: Ben deli değilim, onu anladım! 
Gözde: Psikoloji üzerinde çok fazla durmuş. Bizimle "değılsın." 
Hazal: Herkesin dondurmasına tükürmek istiyorum! 







19 Ocak, 2013


"Yaşamanın gerçekliği, derine inmekle değil, derinliklerin bizim elimizde olduğunu savunmakla güçlendirilir.”


Belki savaşın, belki ölümün, belki yaşlılığın, belki aşkın öyküsüydü Gül Mevsimidir, ama en çok da hatırlamanın ve unutmanın girift şekliydi bana kalırsa. Erdal Öz, Gül Mevsimidir ile ilgili sorular sorduğunda, Füruzan en açıklayıcı haliyle özetlenemez diye tabir ediyor hikâyesini. İşte tam da bu cevaptan ortaya çıkan sonuç benim “belki” ya da “bana kalırsa” sözlerim ve bu yazıda aslında kitabı özetlemeyecek olmam.

16 yaşında sevdiği farklı sınıftan genci Kurtuluş Savaşı’nda kaybeden hikâyenin başkahramanı Mesaadet’in yaşlı ve hasta bir kadın olarak düşündükleri bana- belki de çok alakalı olmayarak- şunu sordurttu: İnsan unutarak mı yaşar yoksa hatırlayarak mı? Savaş öncesi alt sınıftan bir adama âşıkken, savaş sonrası soylu ailesi tarafından yine eş sınıftan bir adamla evlendirilen Mesaadet’in, burjuva yaşantısına kendini adamış hali bana Nietzsche’nin Tarih Üzerine eserinde (On the Use and Abuse of History for Life) hatırlama eylemini, hafıza ve geçmişi nasıl ilerleme karşıtı gördüğünü anımsattı. Öyle ya, Mesaadet unutarak var olabilmişti, çünkü hayatta ilerleyebilmesinin tek olanağı buydu.

Peki ya hatırlamak? Geçmişe takılıp kalmak? Bu gerçekten de Nietzsche’nin dediği gibi insanı olduğu yere mıhlayan bir şey midir? Ve Mesaadet, neden 70 yaşına geldiğinde sadece ama sadece ölen sevgilisini anımsamaya vermiştir kendini? İlk aşkı olduğu için mi yoksa ilerlememek, olduğu yerde kalmak, yoksa ölmemek için mi? Vardığım nokta şudur o zaman: İnsan ilerlemek için unutur, yaşamak için hatırlar. Hafızasız birey- ya da hafızasız toplum-aslında yaşamıyordur…  Zaten ondan değil midir birey olarak sürekli aynı hataları tekrar etmemiz ya da toplumca sürekli aynı kısır döngünün içinde bulunmamız?

Gül Mevsimidir’i alıp mutlaka okuyun diyemeyeceğim; zira Mesaadet gibi kadınlar bana hep sıkıcı gelmiştir. Ancak, Beyoğlu’nda en yakın dostunuzu beklerken bir iki saatiniz varsa benim gibi, incecik bir öykü kitabına bakıp, hiç incelemeden, arka kapağını bile okumadan, o anda okumak için alın. Önemsiz bir aşk hikâyesi bazen, büyük düşüncelere gebe olabiliyor çünkü…


Füruzan- Gül Mevsimidir 
Yapı Kredi Yayınları 








28 Aralık, 2012



                             Bizim Büyük Çaresizliğimiz




                                                    
      “Başlayan ve biten şeyler Çetin, ölümlü olduğumu hissettiriyor bana. ölecekmiş gibi oluyorum.”

Hangi kitabı yazsam diye düşünüp dururken, düşünme kısmı görünmediğinden hep duruyormuşum hissi yarattığımı yeni fark ettim. O zaman yazmam lazım diye düşündüm ve kitabımı seçtim; "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" Barış Bıçakçı imzasıyla 2004 yılında İletişim yayınlarından çıkmış.

Bu kitap aslında bir roman değil, bir dostluk muhasebesi. Okurken kendi dostluklarınızı da karşınıza alıp hizaya çekebileceğiniz bir kitap. Ne anlattığı önemli  nereye varmaya çalıştığı değil. Neredeyse çocukluk sayılabilecek yaşlarından beri birlikte olan iki insan, dost, kardeş, sevgili... ne demek istersiniz bir gün gelip de aynı kadına aşık olursa ne olur? Aşk onların ilişkilerini bozar mı, bozabilir mi? Yoksa onlar aslında birbirlerine mi aşıklardır? Bu mudur asıl çaresizlik yoksa genç bir kadına duyulan aşkın daha da belirginleştirdiği "yaşlanmak" mıdır?

Cevaplar bulmak için okunacak bir kitap değil, sorular sormak isteyebilirsiniz ama kendinize.. Ben kitabın yazısına başlamadan önce 'dostum'u aradım, "biz hiç aynı adama aşık olduk mu?" demek için. Açmadı telefonu, iyi ki de açmadı aslında bu sorunun cevabını biliyordum ama kaçırdığım bir yer varsa o an öğrenmemem iyi oldu.

Kitabın detaylı verilecek bir özeti olmadığından kısaca anlatacağım şeyler bu kadar. Hayata, aşka, dostluklara ve zamanın karşı konulmaz bir hızla geçişine dair farkındalıkları olan bir roman bu. Bendeki en büyük etkisi ise yukarıda da dediğim gibi dostluklar üzerine oldu.  Kısacası okunası bir kitap, bir baş yapıt değil belki ama içinize yer ediyor.

Not 1: Uzaklardan bir yerden Turgut ile Selim'in hikayesine de benziyor, burada da bir 'tutunamayan' olma hali var aslında ama bu hal esas eksen olmadığından kıyaslama yapılmaması daha doğru olur bence.

Not 2: Düş(le)mek adlı kitabı okuyanlar varsa aranızda, bu romanda o kitabın hissi yakaladım. Çok alakasızlar ama bir yandan da okurken ilk gençlik yıllarımda okuduğum o kitabı düşünmeden edemedim. Belki de yaşlanmanın verdiği özlemle aklıma geldi belki de paylaşılan dostluklar nedeniyle.. Bilemiyorum.

 "Hareket etmezsen acı üzerinde birikir."

26 Aralık, 2012

"Yazış sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler. Bakalım okuduktan sonra size neler olacak." Hüseyin Rahmi

Gulyabani-Gönül Ticareti
Everest Yayınları

Konak hayatını Türk edebiyatında en iyi biçimde resmetmiş, okuyucularını sürekli bir biçimde güldürebilmiş, "kocakarı" literatürünün en başarılı hatta bana göre tek ismidir Hüseyin Rahmi Gürpınar. Efsuncu Baba ve Şıpsevdi gibi eserleri büyük bir kitle tarafından bilinse de sanırım Hüseyin Rahmi dediğimizde aklımıza ilk gelen eseri 1913 yılında ilk kez yayımlanan ve Türk edebiyatının ilk korku romanı olan Gulyabani'dir.

Roman yaşı altmışı geçkin Muhsine Hanımın, her zaman yaptığı gibi komşusuna gitmesi ve en ünlü hikayesini anlatmasıyla başlar... Hem yetim hem öksüz Muhsine gençken esrarengiz bir konağa hizmetçiliğe gönderilir. Ancak bu konak hakkındaki dedikodular alıp yürümüştür ki zaten Muhsine de eve yerleştiği ilk geceden itibaren olaylara tanık olmaya başlar. Ve bu andan itibaren de, cinlerin perilerin evi salladığı, kapıların kendi kendine kilitlendiği/açıldığı, odaların ortasından tüylü yaratıkların çıkıp kadınlara saldırdığı büyük bir serüven başlar. Bu serüven Hüseyin Rahmi tarafından o kadar esprili bir dille ve tekerlemelerle anlatılır ki, okuyucu gülmekten kendini alamaz. Ancak bu ögeler ana olayın sadece yan karakterleridir. Asıl hesaplaşma, arada sırada ortaya çıkan, cinler periler hiyerarşisinin en üstteki yaratığı, dev ve korkunç Gulyabani'dir. Gulyabani'nin ise asıl hedefi, bu olaylar yüzünden deliren evin hanımıdır.

"Roman bir gariplik toplamı olmakla beraber yirminci medeniyet yüzyılının zihinler için seçtiği akla uygun sınırlar içinde son bulacak" diyen Hüseyin Rahmi eserin önsözünde sondan çoktan bahsettiği için bitiş okuyucu için sürpriz olmaz. Zihinde kalan ise bu rasyonel bitişten ve bir anlamda da batıl inanç eleştirisinden öte, olay örgüsündeki komedi unsuru olur. 

Gulyabani'yi de, eserin sonunu da biz zaten biliyoruz, üstelik kitabı da okumamıştık diyenleri duyar gibi oluyorum. Ve bunu diyenlere Türk sinema tarihinin en iyi ekiplerinden birinin rol aldığı en başarılı yarı-uyarlamasından (biraz abartmış olabilirim!) bir bölüm paylaşmak istiyorum: 



10 Aralık, 2012

Beğenmeyen Okumasın ekibi, bu akşam Halide Edip Adıvar'ın Handan romanını tartışmak için toplandı.
Kindle'dan Retro'ya geçiş...



Ama tartışılan kitaptan ziyade,Yaprak Dökümü'nün, Aşk-ı Memnu'nun, Dudaktan Kalbe'nin dizi olduğu şu dönemde bu kitabın uyarlamasının kaç sezon prime time gösterilebileceği oldu. Hatta oyuncuları bile bulduk. Az sonra!

Öncelikle kitapla ilgili birer cümlelik düşünceler: 

Burcu: Ateşle barut yan yana durmaz...
Özlem: Gene okumadım...!
Gözde: Kadın devamlı ilgi odağı olmak istiyor, böyle bir dünya yok!
Merve: Erkek karakterlerin hepsi gerizekalı!
Hazal: Yapımcıları göreve davet ediyorum!


Kim hangi karakteri oynasın? 
Üç farklı Handan, favorimiz belli...
Bu sorunun üstünde de epey bir vakit geçirdik. Verimli bir çalışma olduğu kanaatindeyiz. Eğer olur da senaryo istenirse, en az 3 sezon izleyiciyi hezeyandan hezeyana sürükleyecek bir çalışma da yapabiliriz. Bunu da burada belirtmiş olalım. 
Yalnız başrol candır dediğimizden, bunu seyirciye sormak istiyoruz. Lütfen Handan karakteri için önerdiğimiz isimler arasından bir seçim yapınız! 

Neriman: Hazal Kaya ( Sebebiyle açıklayalım: Çünkü Neriman,Türk edebiyat tarihinin Nihal Ziyagil'den sonra gelen en sümsük karakteridir. Hazal Kaya'nın son ana kadar hiçbir şey anlamadan bu rolün de üstesinden geleceğine eminiz) 

Refik Cemal: Cansel Elçin (O ne yere bakan yürek yakandır o!)

Hüsnü Paşa: Emre Kınay (İyiyi de kötüyü de güzel oynar...)

Server: Kutsi (Panik yok, sadece mektup okuyacak...)

Nazım: Nejat İşler (İlk çeyrekte karakter öldüğü için, diziden ayrılarak istikrarlı bir gidişat sağlayacak...)

Cemal Paşa: Çetin Tekindor (Arada buğulu konuşmalar yapacak)

Ve ana karakterimiz Handan: 
a-Cansu Dere
b-Deniz Çakır
c-Nergis Öztürk
d-Ahu Türkpençe
e-Fahriye Evcen 

Merak etmeyin kim kazanırsa kazansın, geriye kalanlar Hüsnü Paşa'nın sevgilileri olarak boy gösterecektir. 

Gerçekten de eğlenmişiz, diğer buluşmamıza kadar esenkalın...







09 Aralık, 2012


‘İhsan Oktay Anar’a Giriş’ niteliğindedir Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri” benim için. Sevdiğim herkesin sevmesini istediğim bu yazarın ilk kitabı olmasa da kendisiyle tanışmak için en uygunu olduğunu düşünüyorum.

Gerçekle masal arasında, ölümle oyunlar oynayan Cezzar Dede ve Ölüm’ün karşılıklı hikâyeleri, bazen korkutarak, bazen güldürerek, alıp götürüyor bu kitapta. Ölüm, canını almaya gittiği Cezzar Dede’nin anlatacağı her bir hikâye için ona bir saat yaşama hakkı verecektir ve aslında Ölüm’ün aradığı kişi Uzun İhsan’dır.  Sürekli ellerinden kaçan Uzun İhsan’ı aramak için Selam Mahallesi’nden Firdevs Mahallesi’ne olan yolculukları boyunca birbirlerine anlattıkları hikâyelerde korkudan dine, dinden aşka, aşktan cennete ulaşırlar;  çünkü insan bilmediğinden korkar ve bilmediğini aramak için dine başvurur, aranan şeye kavuşamayınca aşk olacağı için, arayıştan aşka, aradığını bulunca da meşke, yani cennete ulaşır.

Bu hikâyelerde; ışıktan hazzetmeyen Kont’u, “vuda” isimli bir puta tapan “vudiz”leri, “Nur Ana’ya” ulaşanları, ”iffetini kaybetme tehlikesinin baş göstermesi, kör ve sağır bir erkek cinnet getirmedikçe nerdeyse imkânsız olan” kadınları, başarılı bir muhasebeci olduğu kadar kahraman da olması istenen ve bu yüzden normal kıyafetlerinin altına annesinin diktiği mavi kıyafet ile kırmızı pelerini giyen Gülerk Kent’i okurken hem gülümser hem de Anar’ın hayal gücüne hayranlık duyabiliriz.

Tüm hikâyeler bittiğinde, Ölüm yanında Cezzar Dede ile sonunda Uzun İhsan’ı oturduğu evde yakalar; ancak orada onu bekleyen şey, Ölüm’ün kız kardeşi olan Uyku’dur ve Uyku’nun oradan gitmeye hiç niyeti yoktur. Uzun İhsan’ı uyandırmak için çeşitli gürültüler yapan Ölüm, bahçedeki kurt köpeğinin saldırısına uğrar ve onu köpekten kurtarması için uyanan Uzun İhsan’dan yardım istemek zorunda kalır. Tahmin edeceğimiz üzere, Uzun İhsan Ölüm’den, bu yardım karşılığında yaşamak için biraz daha süre ister. Canını almaya gittiği bir fani karşısında aldığı bu yenilgi Ölüm’ü sarsar; ama canı alınacak bir kişi daha vardır, o da hikâyeleri biten Cezzar Dede’dir. Ancak dedelerinin Efrâsiyâb’ın hazinesini bulmaya gittiğini sanan torunları hiç hesapta olmayan bir şekilde onların yakasına yapışır. Ölüm, onlarla da bir oyun oynar ve eğer güneş batana kadar kendisini güldürmeyi başarırlarsa dedelerini götürmeyeceğini söyler. Çocuklar ne yaparlarsa yapsınlar Ölüm’ü güldüremezler ve sonunda oyunu kaybettiği için en küçük kız torunun gözünden bir damla yaş gelir. Bu yaş karşısında Ölüm’ün suratında bir şey çatırdar; bu, gülümsemesini engelleyen mühürdür; çünkü Ölüm o anda anlamıştır ki çocukluk cennetin ta kendisidir ve cennet de seyredilmeye değerdir.

Kitabı tekrar okuduğumda; yıpranan ve yıprandığı için asabileşen ruhumu biraz Ölüm karakteriyle bağdaştırdım ve dünyayı güzel gören ve belki de asıl çirkinin, dünyada çirkinliği görenler olduğunu savunan, dünyada tattığı en büyük lezzetin hayat değil, insanlık olduğunu ve birçok kişinin insan olmanın zevkini ve keyfini çıkarmaktansa hayatı sürdürmek ve korumak için çok büyük bir mutluluğu kaçırdığını düşünen Cezzar Dede ile oyun oynayan, yüzü mühürlü Ölüm gibi hissettim kendimi. Oysa Cezzar Dede, dünyaya bakınca gülümseyenlerdendi ve onun için kalbinde sevgi taşıyan, gülümseyen herkes cennete bakıyor demekti. Umarım bu tekrar okuyuş,  uzun zamandır yüzüme yapışan bu mührün kırılması için bir fırsat olur…