19 Temmuz, 2013

Bundan önceki buluşma yazımızın tarihi 26 Mayıs’ı gösterirken “gelecek ay görüşmek üzere” diye bir temennide bulunmuşuz. Tabi ki hiçbirimiz birkaç gün sonra başlayacak ve ana gündemimiz haline gelecek Gezi olayları hakkında bir öngörü yapamamışız.
Halen de gündemimizin en önemli konusu olan ve katmanlar halinde ve farklı boyutlara bürünerek büyüyen bu hareketi blogumuz ile entegre etmek istedik. Bu yüzden de bu buluşmamızı Gezi direnişinin önemli olaylarından biri olan "Yeryüzü Sofrası" etkinliğinin Boğaziçi ayağı ile birleştirdik. Kafası karışık Hiç Kıyafetim Yok blogunun sahibi anarşist prenses de bizlerleydi. Bu vesileyle ona da yaptığı lojistik destek için teşekkür ediyorum.

Etkinliğin başlarında çekilmiş bir fotoğraf, çok daha kalabalık olduk
“Dünya nimetlerini parselleyenlere inat Yeryüzü Sofrası’nı açmaya geldik”

Kitabımız son dönemin popüler yazarlarından olan Murat Menteş'in Ruhi Mücerret. İtiraf etmek gerekirse yaz aylarının da getirdiği bir rehavet ve tatil havası nedeniyle hafif bir kitap -bizim gibi bir kitap blogu için enteresan bir beklenti farkındayım ama biz de insanız- okumak isteyerek bu kitapta karar kılmıştık.
Kitap hakkında genel kanı: “Olmamış!”. Göze sokulan, gönderme deneyemeyecek açıklıktaki ifadeler; insanı mesaj bombardımanına tutuyor. Ancak gündemle de alakalı çok güzel cümleler de yok değil: “Sistem ve kurumların öncelikli fonksiyonu kendini korumaktır, insanı değil” veya “Cehennemi cehennem yapan ateş değil zebanilerdir”. Bu tarz aforizmalar bir kitabı iyi yapmaya yeter mi bilemiyorum. Ama maalesef ki edebiyatımızda bazı yazarların önceki çalışmaları nedeniyle yeni eserlerinin eleştirilemez boyuta gelmesi problemi Murat Menteş için de geçerli. Kusura bakmasın kimse ama entellektüel birikimi yüksek diye kötü edebiyata kötü diyememiz komik.
Bir klasik haline gelen üyelerimizin ağzından kitap hakkındaki birer cümlelik yorumlarımız tabi ki bu sefer de mevcut. Ama dediğimiz gibi hiçbirimiz kitabın içine tam olarak girememişiz, "heralde yaz yüzünden" demek en kibar açıklama olacak sanırım.
Burcu: Ay benim hiç cümlem yok!
Özlem: Bu kitap çok sağlam reklam almış olmalı.
Hazal: Bu adam yazarsa hepimiz Tolstoy'uz (uuu çok ağır konuştu)
Merve: Mizahı yavan, ironisi light olmuş.
Gözde: Kapak bayağı iyi olmuş!


Bir kitap iki kapak

16 Temmuz, 2013






Tavandaki Kukla'nın yazarı Ingvar Ambjörnsen. Norveçli yazarın Türkçe'ye çevrilen diğer eserleri Beyaz Zenciler     (Hvite niggere) ve İnsan Postuna Bürünmüş Köpek (Sarons ham) yine Ayrıntı Yayınları tarafından basılmıştır.

Farkındayım biraz soğuk, resmi ve sıkıcı bir giriş olmuş olabilir. Ancak bu kitap benim için anlatması zor bir eser çünkü tecavüzü anlatıyor. Özel olarak üzerine çalıştığım ve tüm kafa patlatmalarıma rağmen bir türlü akıl erdiremediğim konulardan biri tecavüz. Zaten akıl erdirilmesi de imkansız. Ama işte insan her kötü şey de olduğu gibi bir neden arıyor. Ancak failin salt kötülüğü ve nefreti dışında bir neden yok. Bu eylem fail tarafından bir nefret eylemi olarak , karşısındakini korkutmak, aşağılamak ve küçük düşürmek niyetiyle yapılıyor ve bu yolla mağdurun hayatını alt süt ediyor. Bu roman işte tam da bu alt üst oluşu anlatıyor. Ancak birinci ağızdan mağdurun tarafından değil de ablasının ağzından dinliyoruz biz bu hikayeyi.

Tecavüze uğradıktan sonra intihar girişiminde bulunan, hayatını akıl hastanesinde yıllar sürecek bir suskunluğun içinde geçiren kardeşinin intikamını almaya çalışan bir kadının hikayesi bu. Roman boyunca yüzyılların meselesi "suç" ve "ceza"yı farklı bir konu üzerinden yeniden düşünmeye başlıyorsunuz. Bu süreçte elbette ki "adalet"i sorguluyorsunuz. Hatta "bu adalet denen şey acaba dünyanın hiç bir yerinde yok mu acaba?" diye kendinize sormadan da edemiyorsunuz. Mağdurun beyanın esas alınması ve sanığın suçsuzluğunu ispatlamak durumunda olduğu tecavüz olayları gibi durumlarında nasıl da mağdurun kendini aklamak zorunda bırakıldığını bir kez daha düşünüyorsunuz. Bir suçun cezasının sadece faili cezalandırmaktan ibaret değil de aynı zamanda mağdur ve mağdur yakınlarının da bir nevi rahatlamaları için olduğunu yeniden anlıyorsunuz. Çünkü cezasız kalan her suç insanda öfke, hayal kırıklığı ve umutsuzluk yaratır. Bu romanda suçun neden cezasız kaldığı net bir şekilde oraya konulmuyor zaten o kısmı sorgulamanıza gerek kalmıyor. Siz de abla ile beraber bu intikam planının bir parçası olarak ilerliyorsunuz.

Son yıllarda ülkemizde gündemden düşmeyen bir konu olması açısından okunmasını tavsiye ettiğim bir roman "Tavandaki Kukla". Gerek kurgusu gerek anlatım özellikleri açısından edebi olarak sizi saran ve rahatsız eden bir roman. Bu açıdan ele aldığı konu ile uyumlu olduğunu söylemek gerek. Okurken rahatsız olabileceğiniz yerler var ama okumayı bırakmayıp devam etmelisiniz. İnsan ruhunun med-cezirlerini görmek, yaşanan bir felaketin sadece birinci dereceden mağduru değil yakınlarını da nasıl etkilediğini anlamak bakımından okunması gerek.

Ayrıca eklemeden geçemeyeceğim roman Norveç'in soğuk ve karanlık atmosferinde geçiyor. Okurken fiyordlardan buzlanan denizi, soğuğu, karı, ormanı iyice hissediyorsunuz.



" 'Felaketlerden zevk alan bir mizacın mı var?' diye sormuştum bir seferinde. 'Gerçeklere tahammül edebilecek gücüm var,' demişti."




"Hikayem Paramparça"nın yazarı Emrah Serbes'in büyük kitleler tarafından tanınması Behzat Ç. ile oldu. Yazarın ilk romanı olan "Her Temas İz Bırakır" 2006 yılında yayımlandıktan sonra, Behzat Ç. serisinin devam kitabı sayılabilecek olan Son Hafriyat 2008'de okuyucusuyla buluştu. Bu iki romanın dışında Erken Kaybedenler adlı hikaye kitabı ise 2009 yılında diğer kitapları gibi İletişim Yayınlarından çıktı.

Emrah Serbes bana göre, bazı açılardan adı kitaplarının önüne geçen biri ama aynı zamanda da yarattığı Behzat Ç. karakteri açısından baktığımızda ise karakterin kendisinin önüne geçtiği bir yazar. Onu ve yazılarını kısaca anlatmak bu nedenle çok da mümkün değil. Sadece kitaplarıyla kendisinden bahsetmek de, özellikle Gezi Direnişi sonrasında, çok mümkün değil. Gerek Behzat Ç. dizisinin dokunduğu konular, ki bunlarda senaristlerin de katkısı göz ardı edilemez, gerekse kendisinin konuk olduğu çeşitli programlarda parmak bastığı konulara bakılınca kendisinin sadece bir yazar olarak kalmayıp memleket meseleleriyle de hemhal olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Yazardan bu kadar bahsettikten sonra kitaba geçebilirim diye düşünüyorum. Kitaptaki metinlerin büyük kısmı Afilli Filintalar adlı blogda yayınlanan parçaların gözden geçirilmiş ve yeniden düzenlenmiş versiyonları. Kitabın sonunda yer alan "Galip İşhanı" adlı öykü ise ilk kez yayımlanmış. Kitap kısa öyküler ve fotoğraflardan oluşuyor.

Kitabı okumaya başladığınızda nasıl yarısına geldiğinize hatta bitirdiğinizde hayret ediyorsunuz zira çok çabuk ve keyifli bir okuma oluyor. Metinler birbirinin devamı değil, istediğiniz yerden başlayabilir hatta bazen benim yaptığım gibi gözünüzü kapatıp kitaptan fal bakmayı deneyebilirsiniz. Mesela şu an deniyorum ve 34. madde çıkıyor karşıma
"İnsanların benim hakkımdaki düşüncelerine hep çok önem verdim. Her kişiliği bir saplantı şekillendirir. Benimkini şekillendiren de bu oldu sanırım."

Okurken kendinizden ya da tanıdığınız pek çok insandan bir şeyler buluyorsunuz. Genellikle Ankaralı bir kitap bu yazarın diğer kitapları gibi ama bazen Beşiktaş'a da uğruyor. Tanıdık sokaklarda dolaşıyorum o zaman kendi adıma. Çoğu parça kendi kendine konuşan bir adam hissi yaratıyor. Sanki yayımlansın da okunsun diye değil de, "yazmazsam içimde kalır, bari yazayım da bir köşede dursun" diye yazılmış gibi. Genellikle sade ve kolay anlaşılır yer yerse sert ve okuyup geçmesi zor cümleler var içinde. Yazar yüksek sesle içine soramadığı soruları yazarak hepimize sormuş gibi. Bir nevi yazma günahına bizi de ortak ediyor. Belki de ben abartıyorumdur, bilemiyorum.

Kısacası efendim bu "hızlı okunur zamanla içinize yerleşir" cinsten kitabı size tavsiye ederim. Yalnız kitabın kapağını pek sevemedim ne yalan söyleyeyim (yazmasaydım içimde kalırdı). Son olarak da bazılarımız için tanıdık bir paragrafla bitiyorum;

"Kurtuluş Parkı'nda yaprak dökümü... Hava açık... Yıldızlar yere yakın... Taş atsak bir ikisini düşürebiliriz. 'Neden olmaz,' diye soruyorum. 'Mutsuz oluruz,' diyorsun. 'Herkes mutlu olacak diye bir kural yok, biz de mutsuz olalım.' "


15 Temmuz, 2013

Geçen ay bir kitabevinin arka raflarında rastlayıncaya kadar ne Mathias Enard’dan ne de sorulunca bir anda söyleyemediğim bir ismi olan bu kitabından haberim vardı. 


Can Yayınları, Nisan 2011
"Leonardo da Vinci'nin projesini reddettikten sonra, kendisinden Haliç üzerinde yapılacak bir köprü planı isteyen II. Bayezid'in davetini kabul eden Michelangelo, 13 Mayıs 1506 günü İstanbul'a ayak basar." Arka kapağının bu ilk cümlesini okuduktan sonra ve ön kapaktaki prestijli Gouncourt des Lyceens* ibaresini görünce kitabı çok da düşünmeden almaya karar verdim. 

Kendisini dünya vatandaşı olarak niteleyen ama aslen Fransız olan yazar Doğu Dilleri Enstitüsü'nde Arapça ve Farsça eğitimi aldıktan sonra Orta Doğu'ya çeşitli araştırma gezileri yapmış ve 2000 yılından itibaren de Barcelona'da yaşamaya başlamış. Bu kitaba ek olarak, Hırsızlar Sokağı isimli bir başka eseri de yine Can Yayınları'ndan Türkçe'ye çevrilmiş. 

İtiraf edeyim, kitabın edebi kısmı bana çok cazip gelmedi. Ancak konusuyla oldukça ilgilendim, zira kurgu da olsa içinde gerçeklik barındıran bir hikayeydi. Köprüleri çok seven ve rivayete göre zehirlenerek yine bir köprü kenarında vefat eden sultan II. Bayezid, Galata ve İstanbul'u birbirine bağlamak ve deyim yerindeyse medeniyetler arasında bir köprü inşa etmek için Leonardo da Vinci'yi İstanbul'a davet etmiş ancak da Vinci'nin eserini estetikten yoksun bulduğu için reddetmiştir. Sonrasında İtalyan heykeltraş ve ressam Michelangelo'ya aynı teklifle gitmiş ve Michelangelo da zaten Papalık müessesesi ile o dönem sorunlar yaşadığından bu teklifi kabul ederek çalışmalara başlamış. Bu noktada şunu belirtmek gerekiyor, internette kısa bir araştırma yaptığınızda tarihsel olarak Michelangelo'nun  bu teklifi reddettiği gibi bir bilgiyle karşılaşabilirsiniz, ancak Enard yaptığı araştırmalar sonucunda Michelangelo'nun İstanbul'a geldiğinin Osmanlı arşivleri vasıtasıyla yakın zamanda gün ışığına çıktığı sonucuna ulaşmış.

Eserin olay örgüsünde, Michelangelo İstanbul'a gelir, çalışmalara başlar, hikayenin sonunda ortaya çıkan proje de da Vinci'nin salt matematiksel eserinin tersine, estetik bir yapı olur. Her ne kadar yazar sonuç olarak projenin inşaasına başlandığından fakat 1509'daki Büyük İstanbul Depremi ile şehrin büyük bir bölümü gibi eserin de sulara gömüldüğünden bahsetse de, kitabın sonunda bunun gerçekliğiyle ilgili bir bilgi vermiyor. Michelangelo'nun İstanbul'da eseri üzerinde çalıştığı periyodu ele alan yazar, bu kısa zaman diliminde İstanbul'daki gündelik hayatla ilgili de tarihsel bir takım bilgiler vermeyi eksik etmiyor. Bu bakımdan da benim gibi tarihi ve kenti seven bir insana iyi bir okuma deneyimi yaşatıyor. Gerçeği ne kadar yansıtıyor bilmiyorum ama Michelangelo'nun ünlü divan şairi Mesihi (Priştineli) ile yaşadığı platonik aşk da, her tarihsel romanın olmazsa olmaz aşk hikayesini oluşturuyor. Mesihi'nin bazı dizelerinin sunulması da, yine yazarın kitabı yazmak için nasıl bir araştırma yaptığını ortaya koyan önemli örneklerden biri olarak görünüyor.

Edebi olarak çok sevmediğim bu kitabın, gayet başarılı bulduğum tarihsel yanları ile ilgili bir takım yorumlar yaparak yazımı sonlandırmak istiyorum. İçinde bulunduğumuz kentlerin dönüşümü sürecinde bu kitabı okumak bana yüksek oranda bir ironi sundu. Ucundan kıyısından tarihle ilgilenen bir kişi olarak, 2000'li yılları Cumhuriyet tarihi boyunca İmparatorluk nostaljisinin en çok yapıldığı dönem olarak niteleyebilirim. Ancak Osmanlı mirasının ve kültürünün nasıl yanlış anlaşıldığı sanıyorum ki sırf tek bir Galata köprüsü örneği üzerinden incelenebilir. Önemli soru şu, sizce, bir dahi olarak görülen Leonardo da Vinci'nin eserini estetik yoksunu olarak niteleyip reddeden ve proje için Davud Heykeli ve Sistine Şapeli gibi bugün dünya kültür mirasının parçalarını oluşturan eserlerin sahibi Michelangelo'yu davet eden bir Sultan'ın imparatorluğu, şehrin tüm silüetini görünmez hale getiren ve çok büyük bir ihtimal ışıklarla süslenecek olan köprüyü yapanlar tarafından ne kadar anlaşılmış olabilir? Bana, bu durumda bir terslik var gibi görünüyor. 

*Prix Gouncourt Fransa'da 1903'ten bu yana verilen bir edebiyat ödülü. Kazananlar arasında Marcel Proust ve Simone de Beauvoir gibi isimler de bulunuyor. 

04 Temmuz, 2013




"beş yaş insanın en olgun çağıdır, sonra çürüme başlar"
                                     Oğullar ve Rencide Ruhlar



Aslında yazmayı planladığım başka kitaplar vardı ancak çıkmasını dört gözle beklediğim "Cehennem Çiçeği" çıkınca diğer kitaplarıma "siz birazcık bekler misiniz rica etsem" diyerek önceliği Alper Kamu'ya verdim.

Alper Canıgüz'ü severim, bilenler bilirler, daha önce de Gizliajans'ı burada yazmıştım. Ancak Alper Canıgüz'ü sevmenin ilk ve en temel sebebi Alper Kamu'dur. Alper Kamu, dünyanın en küçük dedektifi, zehir gibi bir zeka ve  hazır cevaplılığı ile insanı hayrete düşüren bir çocuktur. İlk macerası olan "Oğullar ve Rencide Ruhlar"dan 9 sene sonra okuduğumuz bu romanda da Alper beş yaşındadır. Açıkçası Alper'in büyümemesi beni acaip mutlu etti çünkü ilk kitapta da denildiği gibi "beş yaş insanın en olgun çağıdır, sonra çürüme başlar".
Öncelikle belirtmekte fayda var, bu romandan keyif almanız için önceki romanı okumuş olmanız gerekmez ama benim naçizane tavsiyem karakterleri daha yakndan tanımak adına ilk kitabı önceden okumanız yönünde.
Bu uzun ön bilgilendirmelerden sonra "Alper Kamu - Cehennem Çiçeği"ne gelelim. Kitabın arka kapağında da belirtildiği gibi kahramanımız "İnsanlığa dair kavrayışımızı biraz daha ileri götürmeyecekse bir cinayeti çözmenin ne anlamı var ki?" diyerek adalet kavramımızı sorgulamaya davet ediyor bizi. Ancak bununla da kalmıyor bir de geçmişte kalmış ya da öyle olduğunu sanığı bir aşk hikayesinin peşine düşüyor. Bu arada kendisi de aşkın ne olduğunu öğrenmeye çalışıyor. Ve babası ile aralarında şöyle bir konuşma geçiyor;

" 'Bir baba olarak söyle evladına: Aşk var mıdır yok mudur, boş mudur dolu mudur, ne kokar, ne boktur?
   Gülmesi biraz dinince, 'Tanrı gibi düşün' dedi babam, ki böyle bir yanıtı hiç beklemiyordum. 'İnanıyorsan varolup olmaması pek önemli değildir. Ayrıca en büyük inkarcının da en inançlının da içinde bir nebze kuşku vardır. Ve elbette ki, aşk da Tanrı da ölümsüzdür.' "

Şimdi böyle vurucu bir dialoğu okuduktan sonra kitabın romantik ve dramatik yanının daha ağırlıklı olduğunu sanmayın lütfen. Ciddi anlamda vurucu ve sizi yerle bir eden yerleri az değil kesinlikle. (Özellikle bir "Karanfil Kız" öyküsü var ki, okurken dağılıyorsunuz. Hatta sırf o öykü için bile bu kitap okunur gibi iddalı cümleler bile kurabilirsiniz, o derece güzel.) Ama Alper Kamu'yu Alper Kamu yapan kara mizahıdır. Hatta buna da bir örnek vermek gerekirse Alper ile komiser yardımcısı Onur Çalışkan arasında geçen ve içinde bulunduğumuz günler açısından da anlamlı olan şu diyaloğu paylaşmak isterim.
" 'Hatrınızı sormaya geldim' diye yanıtladım elimdeki dosyayı kapatıp masanın üzerine atarken.
   ' Beni merak ettin yani, hepsi bu, öyle mi?' Tavrı alaycı, bakışları kuşkucuydu.
   ' Yok' dedim, 'hepsi o değil. Bir de o 1 Mayıs gösterilerinde ananız babanız yaşında insanların üstüne kurt köpekleriyle, biber gazlarıyla falan saldırmaya hiç utanmıyor musunuz, onu merak ettim' Ben hesapta gönlünü almayacak mıydım bunun?
   Onur Çalışkan'ın suratı mosmor kesilmişti. 'Ben... asla.... bak...' falan gibi bir şeyler geveledi.
 'Tamam tamam' dedim. ' Biliyorum sizin bir suçunuz yok, emir kulusunuz. Eminim size kalsa dünya çok daha iyi bir yer olurdu.' "
Yeni çıkan bir kitap hakkında daha fazla spoiler vermeden kendimi durdurmak için toparlamak gerekirse. İlk kitaptan bile iyi diyebileceğim kadar oturmuş bir dil ve mizaha sahip "Alper Kamu- Cehennem Çiçeği". Aynı zamanda da bu mizah zemininden midir yoksa ayrıca okunduğunda da ağlatacak kapasitede öyküler yazmayı başarabildiğinden midir bilemem ama Alper Canıgüz bu romanında dramatik yazarlık tarafının çıtasını da gayet yukarılara taşımış. Yalnız bu kadar övdükten sonra bir kaç eleştiri yapmamın da pek sakıncası olmayacaktır diye düşünerek şunu eklemek istiyorum; çok okuyan, zeki ve bilgili bir kardeşmiz olsa da Alper, romanın arasında giren ansiklopedik kıvamda olmasa da o konseptteki bilgiler, okuyucuyu romandan koparabiliyor. Tabii ki bir Ahmet Mithat Efendi havası yok ama yine de daha az bilgi verilmesi sanki daha da sıcaklaştırabilirdi romanı.

Son olarak;

"Bütün aşklar küllenir, bütün babalar ölür, bütün hikayeler biter. Birinin yıkıntıların nöbetini tutması gerekir; işte o yüzden, biri hariç bütün çocuklar büyür."

20 Haziran, 2013


31.05.2013 tarihinden itibaren devam eden #direngeziparkı günlerinde, Gezi Parkı çevresinde başlayan direniş tüm gündemimizi oluşturduğu için, diğer gündem maddeleri, özel hayatım, bloğumuz, her şey geri planda kaldı. Ne zaman anladım ki, direniş her an ve her yerde; o zaman onu hayatımın bir parçası haline getirip hayatıma devam edebilir hale geldim.

Gecikmiş blog yazısını da bu şekilde yazabiliyorum. Hangi kitabı yazacağıma karar vermem 1978 yılından bir şarkı ile oldu: Hastane.  Mehmet Teoman ve Ayşegül Aldinç düeti. Dinlerken bir anda kafamda Peyami Safa'nın belki de en güzel romanı olan "Dokuzuncu Hariyice Koğuşu" geldi, şarkının şu sözleriyle:
"Bir insan her şeyi unutacak kadar, bilmeyecek kadar yok olabilir mi? Teşhis bu. Ama ben seni bilmeyecek kadar nasıl yok olabilirim?"

İyileşmek istiyor mektubu yazan. Güzelliğe hasret, sevdiği kadının saçlarına ve kokusuna hasret. Her gün aynı saatte verilen yemekleri yiyemiyor. Sıcak, basık, ilaç ve hüzün kokan hastane koğuşunda yatıyor... Bu, kitabı okurken kafamda canlanan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu. Bu sözler, kitaptaki kahramanımızın hezeyanlarına çok benziyor.

Bacağında kronik bir rahatsızlığı olan hassas kalpli bir çocuğun tedavi sürecini ve bu süreçte ruhunun en karanlık yerlerini gösteren otobiyografik bir roman, olarak tanımlayabiliriz bu kitabı.
Oldukça yüzeysel bir tanımlama olsa da, roman o kadar derin ve dolu ki, her okuyuşunuzda yeni bir ayrıntıyı keşfediyorsunuz. Peyami Safa'nın kullandığı tasvirler, bulunduğu tespitler, üzerine tek bir kelime söylemenize gerek bırakmıyor; tıpkı şu çok basit gibi görünen cümlede olduğu gibi: "Öyle ise bunları gizlemek faydasızdır, söylemek de faydasız; bu iki şeyden başka bir şey yapamayacağım için bunalıyorum." Nüzhet'e olan aşkı onu ve bacağını o kadar yormuş ki, "Keşke" diyor, "Keşke futbol oynasaymışım; belki de bacağımı Nüzhet'in aşkı kadar yormazdı."

Kitapta ismi hiç geçmeyen, kendisine acıyan, ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürüyen kahramanımız, içinde hep 'meçhul ümitlere sarılıyor, onlar olmama yaşayamayacakmış' gibi hissediyor. Bu noktada yine aynı ikileme düşüyorum: Nietzsche'nin dediği gibi ümit acıyı uzatır mı? Yoksa kahramımızın dediği gibi ümitler midir insanı kurtaran? Ümit çok olunca hayalkırıklığı aynı oranda çok, ümit ne kadar az olursa ele geçenler de o kadar fazla mı oluyor? "Az ümit edip çok elde etmek hayatın hakiki sırrı" mıdır? Kahramanın sonunda vardığı nokta şu oluyor: Hiçbir şey ümit etmemenin rahatlığı. Bu rahatlıktan başka sığınacak ruhi bir köşesi kalmayan kahraman, "artık hiçbir şeyi tahmin etmiyor, hiçbir şey beklemiyordu."
Kendi kendime karşı çok şey borçluyum. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, sy. 111

Benim de hayata dair sık aralıklarla aldığım ama uygulaması çok da kolay olmayan bir karar bu. Belki hayata karşı büyük bir olgunluk gerektiriyor bu. O olgunluğa da; bacak rahatsızlığı gibi fiziksel, umutsuz aşk gibi ruhsal bir durumla aynı anda mücadele ederek ulaşılıyordur belki de.

Son derece ağır bir romanı yüzeysel anlatmış olmanın rahatsızlığı olsa da üzerimde, hem kitabı tekrar okumanızı hem de (videodaki görseller biraz anlamsız olsa da) Mehmet Teoman & Ayşegül Aldinç'in "Hastane" isimli şarkısını dinlemenizi tavsiye ediyorum.








14 Haziran, 2013

"Düşmesin bizimle yola: 
      evinde ağlayanların 
               göz yaşlarını 
                      boynunda ağır bir 
                                 zincir gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
               kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!"
(Güneşi İçenlerin Türküsü'nden) 

Henüz Vakit Varken Gülüm
YKY 
Bu sene benim için tam bir Nazım Hikmet yılı olarak başladı, öyle ki şiirlerini okudum ya da yeniden gözden geçirdim ve Mart ayında ölümünün 50. yılı adına düzenlenen bir etkinliğine katıldım... Kısaca bir Nazım yorumu yazmak zaten şart olmuştu da, onun bu sefere denk gelmesi hiç tesadüfi olmadı. Çünkü onbinler 3 Haziran'da, yani Nazım Hikmet'in gerçek ölüm tarihinde, kendisini adına ve anısına yakışan bir biçimde andı. Türkiye'de sosyal bir kalkışmaya imzasını atan 1980 sonrasının "apolitik" kuşağı büyük şair yaşıyor olsa en çok olmak isteyeceği yerde, Gezi Parkı'nda kendisini hatırladı. 


Şu an hakkında hiç de edebi bir yazı yazmayacak olduğum Henüz Vakit Varken Gülüm, Nazım Hikmet'in farklı dönemlerde yazdığı sevilen şiirlerinin bir derlemesi şeklinde. Her bir şiirinin ne kadar değerli ve özgün olduğu zaten aşikar olduğu için bir şiir tahlili yapmak, hele hele bu memleket şairini eleştirmek, hiç haddim değil. Sadece herkes okusun, herkes bilsin isterim. Neden? Çünkü bu şiirlerde, aşk, hayata direnme, özgürlük isteği, memleket hasreti, hümanizm, yorgunluk, bitkinlik, ama umut, her şeyden önce umut ve yaşama sevinci var. 

İki haftadır blog için yazım sırası bende olmasına rağmen, bugüne kadar yazmak kısmet olmadı. Bu cihetle, bu sırayı hiç aksatmadan yazan sevgili dostlarımdan özür diliyorum. Ancak, şiirlere yeniden bakarken farkettim ki, iyi ki de bu kitaba bakana kadar yazmamışım. Zira, sanırım bu dönemde yazacağım hiçbir yazı, yapacağım hiçbir alıntı bu kadar anlamlı olmayacaktı: 

CEVİZ AĞACI
"Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz, 
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda, 
budak budak şerham şerham ihtiyar bir ceviz. 
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. 
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl. 
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril, 
koparıver, gözlerinin , gülüm, yaşını sil. 
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var. 
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a. 
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım. 
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u. 
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım. 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. 
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında." 

(1 Temmuz 1957, Balçik.)

Ne şiirler ne şairler ölür büyük usta, iyi ki doğmuşsun!


Not:  Bana bir şiiri şarkı gibi okutmayı öğrettiği için Cem Karaca'yı da sevgi ve saygıyla anmak isterim. 






03 Haziran, 2013

Bu haftaki blog yazımda daha önce okumadığım bir eser üzerine yazmaya karar vermiştim. Geçen hafta kitapçılarda dolanıp bir kitap seçmeye çalışırken ve raflara göz gezdirirken ünlü yazar Patrick Süskind'in Güvercin isimli eseri bir anda dikkatimi çekti ve onu alıp okumaya karar verdim. Aslında bu kitabı alırken ülkemin siyasetinde yaşanan olaylarla bu eser arasında paralellik kurabileceğimi hiç düşünmemiştim. Ancak kendisini tekdüze, dingin bir hayat sürmeye öylesine alıştırmış eser kahramanı Jonathan Noel'in hikayesini okurken istemeden ülkemde son dönemde yaşananları düşündüm. O noktada eser benim için daha da anlamlı bir hal aldı.

Şöyle ki Süskind'in eseri aslında tekdüze yaşamların sıradan bir güvercinin etkisiyle yerle bir olabileceğini okurlarına çarpıcı bir biçimde gösteriyor. Eser kahramanımız Jonathan Noel hayatını bankada bekçilik yaparak kazanmaktadır ve Paris'te çatı katındaki odasında dingin, sakin, monoton bir hayat sürdürmektedir. Yakın zamanda yaşadığı bu çatı katının sahibi olmayı hayal etmektedir. Bu korunaklı yaşam odasına bir güvercinin girmesiyle alt üst olur. Öyle ki Noel her gün sabahın 8'inde çalıştığı bankanın önüne gelir, bütün gün boyunca kapının önünde ayakta dikilir, bir aşağı bir yukarı yürür ve Mösyö Roedel'in limuzinini karşılardı. Oysa o güvercin olayından sonra kendi sözcükleriyle kahramanımız: "Zaten tehlikeli bir yola girmişti, zaten bir deli gibi kavrama yeteneğinden yoksun biri gibi davranmaya başlamıştı, neredeyse toplum dışı biri gibi- Mösyö Roedel’in limuzinini atlamak! Parkta öğle yemeğinde üzümlü çörek yemek! Şimdi dikkat etmezse özellikle küçük şeylere dikkat etmeyip süt kartonunu bankta unutmak gibi sözümona en sıradan dikkatsizliklere en enerjik bir biçimde karşı koymazsa çok geçmeden tutunacağı hiçbir dal kalmayacaktı." (49) Aslında belki de aynı gün Noel'in özgürleşmesinin de hikayesiydi. Çünkü kahramanımız bu alışık olmadığı ve karşılaştığı zorluklarla hayatını da bir anlamda yeniden gözden geçiriyordu. Eserin sonunda da kahramanımızın yağmurda su birikintileri içerisinde yürüdüğünü okuyoruz: "Canla başla su birikintilerine daldı, ortalarına ortalarına zikzaklar çizerek birikintiden birikintiye dolaştı, hatta bir keresinde, karşı kaldırımda özellikle güzel, kocaman birikinti gördüğü için kaldırımı değiştirdi, şapırtılar çıkaran dümdüz tabanlarıyla ortasından geçti, öyle bir su fışkırdı ki vitrinlere, park edilmiş arabalara, kendi pantolonunun paçalarına, nefis bir şeydi, o ise bu küçük çocuksu yaramazlığın büyük yeniden kazanılmış bir özgürlükmüşçesine tadını çıkarıyordu. Ve daha coşkusu, keyfi yerindeydi." (76)

İşte Jonathan Noel'in tekdüze hayatının dönüşümünü okurken aynı anda da ülkemin polisini düşündüm, en temel hak taleplerine, en ufacık eylemlere, protestolara, barışçıl yürüyüşlere tahammül göstermeyerek emir kulu olarak sorgusuz sualsiz aldığı emiri uygulamaya geçiren ve kendi vatandaşlarını acımasızca biber gazı bombardımanına tutan ülkem polisini. Daha sonra son bir haftadır ülkemde yaşanan olayları düşündüm. Gezi Parkı direnişinde vücut bulan ülkem insanının meşru, demokratik taleplerini ve bu talepler etrafında yılmadan birleşmelerini, büyümelerini, pes etmemelerini, ne olursa olsun geri adım atmamalarını. Halk güvercinlerini çoktan bulmuştu. Şimdi umudum ülkem polisinin de fazla gecikmeden güvercinlerini bulmaları (belki ülkeyi yönetenlerden önce bunu fark etmeleri). Öyle ya da böyle aynı Jonathan Noel'in odasına güvercinin konduğu günden sonra onun hayatı için nasıl hiçbirşey eskisi gibi kalmadıysa hissediyorum ki sivil Gezi Parkı Direnişi hareketiyle birlikte hiçbirşey ülkem için de eskisi gibi olmayacak!