29 Ekim, 2013


Beğenmeyen Okumasın ekibi olarak bu zamana kadar ortak okuyacağımız kitapları hep beraber belirledik. Okuduğunuz çoğu yorum kişisel olarak okuduğumuz kitaplara ait ancak en eğlencelileri  ve verimlileri de ortak okunanlardan sonra yazıldı. Bu yazımız da ortak bir kitaba dair ancak bu kitap diğerlerinden biraz farklı. Takip edenler bilirler –takip etmeyenleri de buradan tekrar davet edelim- twitterda edebiyat dünyasıyla ilgili farklı bilgiler ve yazarlardan alıntılar paylaştığımız bir hesabımız da var: @bgnmynkmsn. İsmimizin uzunluğu itibariyle twitter hesabımızı sessiz harflerimiz olarak belirledik. Blogumuza kıyasla oldukça yeni bir mecra bizim için, mümkün olduğunca orayı da desteklemeye çalışıyoruz. Bu çalışmaların bir örneği olarak da daha fazla takipçiye ulaşabilmek için kendi çapımızda bir aktivite düzenledik ve 100. Takipçimizin seçeceği kitabı okuyacağımızı duyurduk.

 Sayın JimmyCarrier’in belirlediği kitap yazar Çağatay Güney’in kaleminden “Fatih’in Cenovalı Sırdaşı: Lupo’nun Adı” isimli kitap oldu. Kitabı okuduktan da sonra takipçimize tekrar yazıp katkıda bulunmak isteyip istemediğini sorduk ama dönüş alamadık, umarız buradan bizi görür ve yorumlarını iletir.
Cenova’da bir kerhanede doğan ve hırsızlıkla geçinen Lupo’nun önce İtalya’dan sonra Osmanlı ve Macar hakimiyetindeki bölgelere uzanan hikayesini konu alıyor. Tabi bu sadece bizim okuduğumuz kısım. Her ne kadar biz bir cildini okumuş olsak da isminden anlaşılacağı Fatih Sultan Mehmet’e kadar dönemine kadar giden bir kitap aslında. O dönemi anlatmaya gerek yok, tarihle uzaktan bile ilgilenen insanlar için dönemin ana dinamiği malum: Özellikle Balkanlarda yaşanan toprak alıp kaybetme ile sınırların belirsiz hale geldiği savaşlar ve sonrasında Osmanlı’nın kesin hakimiyeti. Lupo’nun kişisel gelişimi de farklı bölgelerde de olsa biraz Osmanlı’nın güçlenmesi ile paralel ilerliyor. Osmanlı kontrolündeki sınır bölgesinde aldığı askerlik eğitimi, Macar Hünyadi komutasındaki bölgede Latin papazdan aldığı okuma yazma eğitimi vs. bu süreçte birer adım. Ana olarak savaşlar ve Lupo’nun gelişimi işlense de tabi ki aşk konusu da göz ardı edilmemiş. Hem Lupo’nun çok da imkanlı olmayan aşkı ve diğer yasak aşklar baharat olarak tat vermesi için konuya dahil edilmiş.

Son dönemde yükselen değer Osmanlı konsepti ile ilgilenenler için ilginç olabilecek bir kitap ancak neredeyse bir senaryo detayında anlatılmış hikaye, görüntü yönetmeni titizliğinde bir anlatım ve ince detaylar hikayeyi takip etmeyi zorlaştırıyor ve sıkıcı hale getiriyor.  Savaş alanındaki bir askerin etrafında dönüşü bile bir paragrafta anlatıldığından ilk cilt bile 600 sayfayı bulmuş. Bu detayda okuyarak sahneleri gözünde canlandırmak isteyenler de olacaktır muhakkak ancak yaratıcı bir eser olarak edebi bir beklenti içine de giriyor insan ve kendisine şu ana kadar okuduklarından farklı bir şey katsın istiyor. Maalesef ki bunu kitapta bulamadım. Klişe birkaç felsefik cümle ne yazık ki bunun için yeterli değil. Tabi bunlar kişisel fikrim.  Bu tarzı da beğenenler olabilir. Ancak kitabın ciddi başka bir problemi var: Yazım hataları. Her türlü eser emek harcanarak yazılıyor ve binbir uğraşla basılıp okuyucu ile buluşuyor. Bu noktada bu tarz hataları kabul edilmez buluyorum.
Şahsen başlarken bir seri kitap olduğunu fark etmemişim ve hevesle tamamlamaya çalıştım ama kitabın sonunda hikayenin yarım kalması ve daha 5 cilt olduğu gerçeği beni hayal kırıklığına uğrattı. Yazım hataları ve edebi değer eksikliği nedeniyle de diğer ciltleri okuyamayacağım maalesef. Ekip olarak benzer yorumlara sahibiz, her toplaşmanın vazgeçilmezi bir cümlelik yorumlarımızı bu kitap için de yaptık. Ayrıca - belki de dayanıklılık anlamında gururla- söyleyebilirim ki sonuna kadar gelebilen tek kişiyim.
Ekipten notlar
Merve: Yazar kitap yazmadan önce anlatım bozukluğu yapmamayı öğrenseymiş.
Hazal: Murat Menteş’ten özür diliyorum.
Burcu: Bari yazı karakterini küçültüp daha ince bir kitap basıp daha az ağaç katletselermiş.

25 Ekim, 2013


Latin Amerika edebiyatıyla ilgili bir önceki yazımın ardından bu seferki yazımda da Latin Amerika üzerine yazmaya karar verdim. Her bölgenin edebi eserlerinin kendine özgü özellikleri var ve farklı örnekler okumak bir anlamda Türk edebiyatını da daha iyi anlamamızı sağlayabilir. Austin'deki 3 Latin Amerikalı arkadaşıma en sevdiği kitapları ve nedenlerini sordum ve onlar da cevaplarını benimle paylaştılar. Önceki yazımda olduğu gibi soruların cevaplarını hem Türkçe hem de İspanyolca yayınlamanın daha doğru olacağını düşündüm ki böylece bloğumuz belki Latin Amerikalı edebiyat severlere de ulaşabilir. Arkadaşlarım Giorleny, Rodolfo ve Roberto'ya paylaşımları için çok teşekkür ederim. Arkadaşlarımın cevaplarına geçmeden önce ben de sizlere bir kitap önerisinde bulunmak isterim. Javier Auyero ve María Fernanda Berti tarafından yazılan: La violencia en los márgenes (Violence at the Margins). Kitabı henüz okumamakla birlikte özellikle etnografik çalışmaları sevenlerin bu kitabı da büyük bir zevkle okuyacaklarını düşünüyorum ve Buenos Aires'in fakir mahallelerindeki şiddet hikayelerinin ülkemizde fakirlik üzerine yapılan saha çalışmalarına örnek teşkil edebileceklerini düşünüyorum.




Giorleny: Benim en sevdiğim kitap Alejo Carpentier tarafından yazılan El Reino de Este Mundo adlı kitap. Bu kitabı seviyorum çünkü aynı anda beni hayrete düşürmeyi, dehşete düşürmeyi ve bana ilham vermeyi başarıyor. Bunun dışında Octavio Paz, Mario Benedetti ve Ruben Dario'nun eserlerini okumayı da severim (özellikle ülkemi özlediğim zamanlarda).


Mi libro preferido, el que se me viene a la mente en este momento es  El reino de este mundo por Carpentier. Me gusta porque me transporta, me asombra, me horroriza y me inspira. Claro, también me gusta Paz, Benedetti y Dario (cuando estoy nostálgica de mi patria).



Rodolfo: Bir kitap seçmem gerekirse Oscar Castro'nun (1910-1947) La Comarca del Jazmín'ini seçerdim. Bu kitabı seviyorum çünkü kitabı okuduğumda çocuktum ve eserdeki gündelik yaşama dair sıradan ve birbiriyle bağlantılı hikayeler dikkatimi çekti. Aynı zamanda ve Castro'nun diğer anlatılarından farklı olarak kitap bir düzyazıda nadir rastlanacak oldukça lirik bir dile sahip. Kitabı sevmemin diğer nedenlerinden biri de eserin Şili'nin kırlarında geçiyor olması ve onu tanımlıyor olması ki bunu günümüz koşullarında gerçekleştirmek oldukça zor. Bu özelliğiyle eser aynı zamanda bana küçükken hafta sonları kırda yaşayan büyükannemi ziyarete gidişimizi hatırlatıyor.

Si tuviera que elegir uno diría que es La Comarca del Jazmín de Oscar Castro (1910-1947). Me gusta porque cuando era chico y lo leí me atrajo que fuera una serie de cuentos relatados desde la perspectiva de lo cotidiano sin grandes pretensiones respecto al lenguaje y el tema. Al mismo tiempo, y a diferencia del resto de la narrativa de Castro, el libro tiene un lenguaje muy lírico que es raro encontrar en prosa. Cuando lo he leído después me ha gustado también porque está ambientado en campo chileno, lo describe de una manera que sería difícil de hacer si hubiera sido escrito hoy y que me recuerda cuando era chico e iba con mi familia los fines de semana a ver a mi bisabuela en el campo.


Roberto:  José Donoso tarafından yazılan "El Obsceno Pájaro de la Noche" önerebileceğim kitaplardan bir tanesi. Eserin deneysel anlatımı dolayısıyla kitap çok kolay okunur bir kitap değil ancak aynı zamanda bu özelliği dolayısıyla oldukça tatmin edici bir eser. Eserin en ilginç özelliklerinden bir tanesi Donoso'nun baş kahramanını dönüştürmeyi başarabilmesi ve bize bu dönüşümlerin kahramanın gerçeklikle ilgili algısını değiştirdiğini gösterebilmesi.


Un Libro que recomendaría es "El Obsceno Pájaro de la Noche" de José Donoso. Su narrativa experimental no lo hacen un libro de fácil lectura, sin embargo la misma es lo que lo hace una lectura muy satisfaciente. El aspecto más interesante del libro es como Donoso es capaz de transformar a su protagonista y mostrarnos como con dichas transformaciones cambia su percepción de la realidad. La transformación del protagonista a la monstruosidad y su eventual recuperación de la humanidad nos sirve para explorar como elegimos alienamos en el mundo moderno.







19 Ekim, 2013

Kaleminin Nabzı Hayatın Detaylarında Atan Yazar;    

     

Bu benim ilk kez yapacağım bir şey, aslında bir deneme. Daha önce de tüm kitaplarını okuduğum yazarlar oldu ama hiç biri bende üstüne dosya hazırlama cesareti yaratamadı. Blogumuzu takip eden arkadaşlar bilirler daha önce Barış Bıçakçı'nın 'Bizim Büyük Çaresizliğimiz' kitabı hakkında bir yazı yazmıştım. Ama o dönem Barış Bıçakçı saplantım başlamamıştı. Bunun en büyük sebebi de Barış Bıçakçı ile Hakan Bıçakcı'yı karıştırmamdı. Evet sevgili okur, her ikisi de İletişim Yayınları'ndan kitap çıkaran bu iki yazarın kitapları kitapçılarda çoğunlukla yan yana duruyor. Bendeniz de (dikkat konusunda büyük sorunlar yaşayan biri olarak) 'Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in tadı damağımdan gitmeden Barış Bıçakçı'nın diğer kitabına başlayayım dedim. Amma ve lakin yanlış yazarın kitabını aldım. ( Hakan Bıçakcı'nın yanlış niyetle okuduğum kitabı, "Ben Tek Siz Hepiniz" ayrı bir yazının konusu olacaktır. Belirtmek isterim ki o kitaptan da keyif aldım ancak; dönemsel olarak ihtiyacım olan üslup ve konuların farkı nedeniyle bir miktar hayal kırıklığı yaşamıştım.) Hatta blogdaki yazımda da hep bu nedenle isimleri karıştırdım ve dikkatli bir okurumuzun uyarısı üzerine düzeltme yaptım.Sanırım artık tüm bu yüz kızartıcı itirafların ardından dosyaya geçebilirim.

Uyarı: belirtmek isterim ki bu yazı biraz uzun olacak!

Öncelikle Barış Bıçakçı'nın üslubundan biraz bahsedelim. Kendisi otobüste yanınıza oturmuş olabilir, hatta yanınıza oturan bir çocuk, bir teyze, ergenliğini atlatamamış bir genç kılığında da olabilir. Ya da kendisi sizin en yakın arkadaşınız olabilir, bir süre önce terk ettiğiniz eski sevgiliniz -sizi terk eden hain de o olabilir- kalbini kırdığınız bir yoldan geçen, görünmez bir toplu konut insanı olarak da karşınıza çıkabilir. Onu bir kere keşfettiyseniz bir daha ondan vazgeçemezsiniz. En karanlık yanlarınızı paylaşır sizinle, en çok utandığınız gündelik hayat pratiklerinizi suratınıza kadife kaplı bir ayna tutarak yaşatır tekrar, en yalnız anlarınızı yaşadığınız zamanlarda "o an"ları yaşamak noktasında yalnız olmadığınızı hissettirir. Tatlı tatlı yazar, usul usul işler içinize, çocukluğunuza dokunur, sahne sahne canlanır onun anlattıkları gözünüzün önünde. Anlatmaz asla, neyi göstermek istiyorsa onu sahneler. Akıp gider kelimeler, satırlar, sayfalar. Göz yormaz, gönül kırmaz. Bu bir aşk romanı, bir intikam hikayesi, bir başarı öyküsü diyeceğiniz şekilde sınıflandırılacak eserler değil yazdıkları. Eserleri insani zaaflar, hüzünler, sevinçler, hayal kırıklıkları ve benim bu kısa sürede sıralayamayacağım pek çok duygunun toplamının kare kare anlatılışı.

Herkes Herkesle Dostmuş Gibi 

"Zaten hayat da yere çakılana kadar yaşanan bir şeydi."

 Görünmez adam olduğunuzu hayal edin ya da durun, görünmez adamın elinizden tutup sizi Ankara sokaklarında bir gezintiye çıkardığını ve size insanları tanıttığını hayal edin. Öyle bir hayal olsun ki bu; tam birini tanımaya başlamışken bir diğerine geçin. İnsanlar arası bir seyahate çıkın hatta bir ara bir kuş olun ve dünyayı onun gözünden de görün. Okumaya başladığımda adapte olmakta zorlandım çünkü "hahh tamam, sanırım kahramanımız bu" dediğim noktada bir diğerine geçti kitap ve sonrasında anladım ki, aslında bir 'kahraman' yoktu. Bu romanın kahramanı herkesti. Biraz ukalalık olacak belki ama bu kitap diğer kitaplarının habercisi hatta tanıtımı gibi. Çünkü diğer romanlarında karşılaşacağınız insanlar bu ilk eserde size göz kırpıyorlar (Çetin ile Ender, Nazlı ile Cemil, Sulhi ile Hasan)


Veciz Sözler

“Sevgililerin üçüncü şahıslar için, geniş bir araziyi dikenli telle çeviren, sonra da bir sürü eli silahlı adam yerleştiren çok uluslu bir şirketten ne farkı var?”

  Veciz Sözler telefonla bağlanıp'veciz sözler' edebildiğiniz bir radyo programı ve bu programın neredeyse baş rol oyuncusu olan Sulhi Saygılı. Ve aslında o bir 'kaybeden'. Öyle ki kitabın içinde şöyle bir cümle geçiyor; "Sulhi'nin yerinde olmayı kimse istemez herhalde. Ben mesela, sabun yemeyi tercih ederim. Böyle bir duruma ancak Oğuz Atay ve kahramanları dayanabilir." Anlatıcının tabiriyle 'dayanılması' zor durumlar yaşayan Sulhi sonraki zamanlarda yaşadıklarından damıttıklarını aforizmalar şeklinde 'Veciz Sözler'de paylaşıyor. Yer yer ona üzülüyoruz yer yer onunla üzülüyoruz kitap boyunca. Bu roman bizi Barış Bıçakçı'nın iğneleyici mizah yönüyle de tanıştırıyor aynı zamanda.



Aramızdaki En Kısa Mesafe

"...hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil! Her şey hatırlandığı gibi."

  Arka kapak yazısında "Aynı soyadının etrafında toplanmış beş kişinin belirip kaybolması" şeklinde tanıtımı yapılan bu aynı anlatıcının hayatından kesitler sunan hikayeler toplamı kitap. Roman ya da öykü olarak tanımlamanın zor olduğu bu kitap bize; 1980'lerde çocukluğunu, 1990'larda ise ilk gençliğini yaşayan bir anlatıcının hayata baktığı pencereyi aralıyor. Biz de o pencereden başımızı uzatıyoruz. 1980 Darbesini yaşamış baba, ailesini bir arada tutmaya çalışan anne ve üç kardeşten oluşan çekirdek aile ve aralarda karşımıza çıkan aile büyükleri. Hepsinin yaşadığı irili ufaklı sorunlar, bu sorunlarla başa çıkmaya çalışma yolları, ne kadar başarılı ve ne kadar başarısız oldukları ve elbette ki detaylar. 

"Ananem ve ben... Biz... Biz ölüme karşıyız."

Bizim Büyük Çaresizliğimiz

”Özgürlüğün kimse tarafından sevilmemeyi göze almak olduğunu söylüyordum.”

Bu kitapla ilgili olarak daha önce bir yazı paylaşmıştım ancak bu dosyada da kısaca değinmeden geçemeyeceğim. Roman birbirine benzeyen ve birbirlerini kelimelere ihtiyaç duymadan sadece jestlerle anlayacak kadar iyi tanıyan iki erkeğin hikayesini anlatıyor. İçinde bolca dostluk, yanında yalnızlık, gençlikten orta yaşlılığa geçme dönemi ve aşk var. Ama öyle vıcık vıcık aşk yok elbette ki belirsiz, saklı hatta belki yasak. Sizi karşısına oturtup sorguya çekiyor adeta sorduğu sorularla. Ve bunu yine usul usul yapıyor, sizi incitmeden.

Bıçakçı'nın bu romanı aynı isimle 2012 yılında kaybettiğimiz başarılı yönetmen Seyfi Teoman tarafından da beyaz perdeye taşınmıştı. 

"Basit şeyler isteyince, basit şeylerden zevk almaya başlayınca anlıyorum ki aşık olmuşum"

Baharda Yine Geliriz

"Şehrimizdeki yoksulların tam sayısını bilmiyoruz. Ama çoklar. Gecekondularda yaşıyorlar. Bayramlarda ulaşım araçları parasız olunca ortaya çıkıyorlar." 

Kısa kısa cümlelerle abartı ve şaşaaya kaçmadan yine Ankara sokaklarında dolaşıyor Bıçakçı bu öykü kitabında da. 'Herkes Herkesle Dostmuş Gibi'den farklı olarak bu sefer mini hikayelerle sunuyor sahnelerini bize. Biraz daha sokuluyoruz öykülerdeki karakterlere. Ankara'yı bu kez öykülerin aralarına serpiştirilmiş 'Şehir Rehberi' bölümleriyle mercek altına da alıyoruz, tabii bu mercek Bıçakçı'nın merceği olunca görmezden gelmeye çalıştıklarımızdan kaçamıyoruz. Şehirdeki görünmeyen yoksulluğu görünür kılıyor bize. 
Öyküler ise bir kaç sayfalık, ekonomik anlatıyor. Hele kitapla aynı adı taşıyan öyküsü "Baharda Yine Geliriz" benim en sevdiğim oldu. Belki de kendime has sebeplerle bu denli hoşuma gitmiştir, bilemiyorum ama diğer kitaplarla birlikte bu kitabı da okumanızı tavsiye ederim.

“İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?” 

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra

"Bir şey sunulmuştu bana, bir hediye, bir meyve. ama ben o meyveden tadamadım  gök erik gibi kaldı avucumda dünya  simdi ben uykusuzum, yalın ayağım  kendimle meşgulüm. kapımın önünde boş peynir tenekeleri, yağmur suyu biriktiriyorum. kendi kendime, 'sanatçı tecrübe edinemeyen insandır', diyorum, bu dünyada hiçbir tecrübesi olmayan insandır ama sen şimdi karala bunun üstünü, yırt sen bunu, olmadı çünkü, olmadı işte. nafile."

Bir intiharın ardından ve hatta öncesinden insan manzaraları. Nasıl da değiştiriyor ölüm insanları kendi halleri içinde. Birine az vuruyor ölümün acısı diğerini yerden yere savuruyor. Peki ölen neden ölmeyi seçiyor? Bunu aslında hiç bir zaman tam bilemiyoruz, Bıçakçı da net bir şey söylemiyor bu konuda. O izler üzerinden gidiyor, hikayeleri birleştiriyor. Aslında tam olarak da birleştirmiyor, ayrık ayrık sunuyor önünüze siz nasıl isterseniz öyle birleştiriyorsunuz parçaları ya da birleştirmeyip olduğu gibi bırakabilirsiniz de.

"sadece şunu biliyor: her şeyi yerli yerinde, tıkır tıkır işleyen bir hayat kurduğunda, o hayatı yerle bir edecek bir felaket kurgulamak da farz olur. bunu Abidin'e söylüyor. "Doğru," diyor Abidin, "İnsan yarattığını yok edebilmek de ister."


Sinek Isırıklarının Müellifi

"Kadınlardan ne çok şey istiyoruz, diye düşünüyor Cemil. Bizi affetsinler, bize memelerini göstersinler ve ölümsüzlük versinler."

 Aynı yazarın eserleri arasında ayrım yapmak doğru mudur bilemem ancak kötü bir şey yapıyorsam da devam etmek istiyor ve itiraf ediyorum; Bıçakçı'nın en sevdiğim romanı. Diğerler kitaplarından edebi açıdan, üslup ve anlatım açısından daha iyi midir değil midir elbette ki tartışılır ama ben bu tartışmaya girecek ne derin bir bilgiye ne de isteğe sahibim. Tek bildiğim; bu romanda, benim içimde kilitli kalan (ifade etmekte zorlandığım bile diyemeyeceğim) bir 'hal'in 'cümle'ye çevrilmiş  olduğudur. Öyle bir hal düşünün ki depresyon bile demek gelmek içimden; bir yılgınlık, bezginlik ve bunların yanında geç kalmış olma korkusu, eli boş olma hali, varlığının anlamından utanma... Ölmeye bile mecali olmayan insanın zavallılığı ama böyle cesareti olmama hali değil daha çok "ne verdin ki; ne bekliyordun da olmadı?" hali. Ve tam bu durumda karşıma çıkan aşağıdaki altı çizili cümle;







Roman Ankara'da toplu konutlarda geçiyor. Gri ve soğuk Ankara'yı arkasına alıp üstüne insanları yerleştiriyor. Bu insanlardan biri Cemil, daha doğrusu roman zaten aslen Cemil'i anlatıyor. İşini kitap yazmak için bırakmış bir adam Cemil ve romanının basılıp basılmayacağı ile ilgili olarak yayınevinden cevap bekliyor. Biz de bu sürede onunla beraber bekliyoruz, onun yaşadığı sıkıntıyı yaşıyoruz. Bir yandan da eşi Nazlı var. Onunla ilişkilerini de gözlemleme fırsatı buluyoruz. Anlatılacak bir roman değil zaten daha fazla anlatmaya da çabalamayacağım çünkü nedense heyecanlandım yazarken. Yanlış ya da eksik bir şey yazma korkusu doğdu içimde bir anda. O nedenle bu kitapla ilgili yorumları burada toparlıyorum.

"Cemil, genç Cemil'in elinde silah olup olmadığına bakmıştı, çünkü yıllar önce okuduğu Rene Char'ın Seçme Şiirleri'nin önsözünde geçen şu cümleyi unutamıyordu: 'Kırk yaşımızda, yüreğimize yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz.' Böyle bir cümleyi okuyup yıllarca aklınızda tutuyorsanız zaten ölüyorsunuz demektir. Silaha gerek yok."


Efendim sonuç olarak Barış Bıçakçı eserleri bende derin izler bıraktı. Okuyup kenara kaldıracağım kitaplardan ziyade devamlı göz atabilmek için elimin altında olmasını tercih ettiğim kitaplardan oldular. Alıp hediye ettim alıp hediye etmeye de devam ediyorum. Bence bir kitabı tavsiye etmekten daha öte bir beğenme hali hediye etmek. Yani sonuçta tavsiye edince okunup okunmadığını bilemezseniz ama hediye edince - hele de benim gibi devamlı "okudun mu?" diye insanları canından bezdiren biriyseniz-  daha emin oluyorsunuz paylaştığınızdan. Buradan herkese Barış Bıçakçı kitabı hediye etmem mümkün olmadığından size okumanızı 'tavsiye' etmekle yetinmek durumundayım. Hele de Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Salinger sevenlerdenseniz bir başlayın pişman olmayacaksınız derim.








14 Ekim, 2013


Kör Baykuş, YKY tarafından “Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001 Kitap’tan Biri” etiketiyle yayımlanmış kısa bir roman. Modern İran Edebiyatı’nın en önemli ismi olan Sadık Hidayet’in  karanlık ve karmaşık olarak niteleyebileceğimiz bu yapıtı Behçet Necatigil tarafından Türkçe’ye kazandırılmış. Hemen belirteyim, normalde bloğa yazmadan önce kafamda bir taslak oluştururum, ama Kör Baykuş mekândan, zamandan ve- çoğu kez-olaylardan kopuk, aynı zamanda ağır bir bunalımın yansıması olduğu için ne kadar denesem de zihnimde bu tarz bir yazı iskeleti oluşturamadım. Bu sebeple, deneyelim görelim demek istiyorum.

Kör Baykuş, Bûf-i Kûr
Kitap, yüreğinde acılar hisseden, hem ruhi hem de fiziki olarak hastalıkla boğuşan bir kişinin ağır, üzücü, yorucu ve bazen de korkutucu düşüncelerini aktaran bir roman.  Ancak bence Sadık Hidayet’in yaşam öyküsü bilinmeden okunduğunda hep eksik anlaşılacak bir eser.

Hidayet 1903’te Tahran’da üst sınıf bir aileye doğar. Yurtdışında eğitim görür. Bir süre Paris’te, bir süre Hindistan’da, bir süre de İran’da yaşar. Hayatından ve okuduğum eserden de anladığım kadarıyla, Hidayet kendisini hiçbir yere konumlandıramamış bir kişi. Evet, Batı kültürü ile yoğrulmuş, Batı edebiyatından hoşlanıyor (Maupassant, Çehov, Kafka, Rilke) ve Batı müziği dinliyor (çoğunlukla Tchaikovsky  ve Beethoven). Hatta edebi eserleri dolayısıyla da kendisine Doğu’nun Kafka’sı deniyor. Ancak nasıl Doğu’daki Batı ya da Batı’daki Doğu içinde bir karmaşayı barındırıyorsa, Hidayet de bu ikilemi içinde taşıyor. Bu bakımdan Kör Baykuş’taki bazı söylemler Sadık Hidayet’in bu iç karmaşasını yansıtır nitelikte: “...Birisiyle konuşsam, bir şey yapsam, türlü konularda söze karışsam gönlüm başka yerde oluyordu, aklım başka yerde, ve ayıplıyordum kendimi. Dağılan, çözülen bir kitleydim ben. Sanki ben hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip, biçimsiz bir karışım…”

Kişisel sorunlarının yanında, Hidayet’in kendi hayatının çözülmesi ve dağılmasında yine bu karmaşanın izlerini görürüz. İran’daki monarşiyi de dini elitleri de yine modernist bir bakış açısıyla eleştirir.* Hayatı boyunca bu iki sınıf- ya da kurumu- İran halkının cahil ve “kör” kalmasının en önemli sebepleri olarak görür. Ona göre bu körlük, ülkedeki sorunların temel sebebidir. Bu sosyo-politik ve biraz da kişisel sebepler Hidayet’i o kadar kemirir ki, yazar sonunda hayatın acılarına katlanamaz. Paris’te havagazlı bir daire kiralar. Eve oksijen girebilecek her türlü boşluğu kapatır ve intihar eder. Ertesi gün bir arkadaşı tarafından, yakılmış müsveddeleri ile birlikte bulunur.

Sadık Hidayet, 1903-1951
Kör Baykuş’u, eser kurmaca da olsa, Hidayet’in depresyonunun bir parçası olarak görme eğiliminde olduğumdan, romanın içindeki melankoli, karmaşa ve karanlığa bir o kadar üzüldüm. Sanıyorum, herkes de bu şekilde okuyor olacak ki kitabın sonunda Hidayet’in dostu Bozorg Alevi’nin yazdığı bir Hidayet biyografisinde Alevi; Kör Baykuş’taki bazı düşüncelerin-örneğin öldürme isteği- yazara ait olduğu düşüncesini tersine çevirmek istercesine Hidayet’in insan ve hayvan sevgisinin altını çizmiştir. Aynı şekilde, kitap o kadar “ağır”dır ki, arkadaşı Hidayet’in ne kadar şakacı olduğuna atıfta bulunmuştur. Ancak bu uğraşıya rağmen yazısının sonunda yaptığı tanımlama ve açıklamalar, Kör Baykuş'un aslında Hidayet’in geçirdiği bunalımı anlattığını kabul etmektedir: “Bu roman, daha çok, sessizce katlanılan bir acının ifadesidir; kendisinin çektiği, onunla beraber hisseden ve terörün susturduğu diğerlerinin çektikleri acıların ifadesi.”

Yazımın sonuna gelirken, üç noktanın altını çizmek istiyorum. Birincisi;  mekanların, zamanların, hatta insanların birbiri içine geçtiği bu metaforik eseri özetlemek çok da kolay bir iş değil. Bu sebeple kuvvetle muhtemel yazıyı bitirdiğinizde aklınızda hala Kör Baykuş ile ilgili çok da bir şey oluşmamış olacak. Ancak belirtmeliyim ki, kitabı alıp okuduktan sonra bunun neden böyle olduğunu da anlayacaksınız. İkincisi, kitap kapaktaki etiketinin hakkını gerçekten veriyor. Bence de ölmeden önce okunması gereken eserlerden biri. Fakat naçizane tavsiyem, kötü bir ruh halindeyken okumayın. (Hayatı zorlaştırmanın bir anlamı yok değil mi?)Üçüncü noktam ise aslında bir parantez, Behçet Necatigil’in güzel çevirisi için açma ihtiyacı hissettiğim. Necatigil bu eseri akıcı bir biçimde Türkçe’ye kazandırmakla kalmamış, ayrıca yazdığı önsözle de İran Edebiyatı üzerine adeta bir ders vermiş. Bu vesile ile kendisini de anmış olalım.

*Hidayet'in eserlerinin İran'da basılıp satılması halen yasak. 


Son söz: Sadık Hidayet üzgün olduğunda Tchaikovsky’nin Andante Cantabile'sini ıslıkla çalarmış... Kendisine uygun bir biçimde bitirmiş olalım. 




07 Ekim, 2013


İstanbul'un kurtuluşu için şehirle ilgili bir yazı yazmak istedim. Gezi olaylarıyla Türkiye'de herkesin gündemine giren kentsel dönüşüm, yaşadığı şehre karşı duyarlı olan insanların öncesinden de farkında olduğu ve tartıştığı bir konuydu. Tarlabaşı, Sulukule ıslahı gibi tepeden inme ve yaşayan insanların hayatını gözetmeyen, inşaat odaklı projeler; tarihi eserlere rağmen yapılan Marmaray ya da Four Seasons Sultanahmet çalışmaları gibi konular kısıtlı bir çevrede de olsa ses getirmişti. Çağımızdaki projelerden haberdardık ama İstanbul gibi organik, yaşayan bir şehrin geçmişinde neler olmuştu? Konuya ilgi duyanların kulağına çalınan Adnan Menderes'in yol yapımı için kilisenin bir kısmını kesmesi ve yola katması, Karaköy camisinin sökülerek Adalar'a götürülürken kaybedilmesi gibi hikayelerin aslı astarı neydi? Saymakla bitirilemeyecek bir çok konu hakkında detay öğrenmek istiyordum. Bu nedenle Murat Gül'ün kitabını görünce ben de kendi adıma çok sevinmiştim. Sonunda İstanbul'a dair derli toplu ve siyasi konjonktörü de içine alan bir eser okuyabilecektim. Kitap, aslında mimarlık ve şehir tarihçisi Murat Gül'ün ingilizce olarak yazdığı akademik eserinin Türkçeleştirilmiş hali. Bu akademik özelliği sebebiyle de araştırma bulguları ve konuya dair eserler kapsamlı bir şekilde belirtilmiş. Meraklılar ve daha da derine inmek isteyenler, kendilerine bir okuma listesi oluşturabilirler.

Kitabın akışı tarihsel olarak ilerliyor ve ana olarak altı bölüme ayrılıyor. Geç Osmanlı dönemi oluşturan ilk iki bölüm: Klasik Osmanlı'dan başlayan Gerileme dönemiden Kırım savaşına kadar uzanan dönem ve Kırım savaşından Birinci Dünya Savaşı arası. Erken Cumhuriyet dönemine ait iki bölüm: Ankara'nın gölgesinde kalan 1923-1933 dönemi ve İstanbul'un Kemalist yapılanmasının anlatıldığı 1933-1950. Son kısımsa Demokrat Parti dönemi: ilk dönem 1950-1955 ve Adnan Menderes'in yoğun bir yapılanma başlattığı 1956-1960. Osmanlı dönemi genel olarak sultanların, hanedan üyelerinin ve yüksek rütbeli tebaanın yaptırdığı cami ve külliye yapılanması olarak ilerlemiş. Diğer önemli yapılanma ise çarşılar olarak gelişmiş. Yerleşim yerleriyle ilgili ciddi bir düzenleme yapılmamış. Planlama eksikliği nedeniyle dar ve çıkmazı bol sokaklar, sıkça yaşanan yangınlarda yıkılmış ve buna rağmen tekrar aynı çarpıklıkla yapılmış. Şehir iade makamı eksik olduğundan farklı konulara farklı memurlar bakıyormuş.

İstanbul mimarisiyle ilgili ciddi anlamda ilk değişiklikler Osmanlı'nın Avrupa'ya karşı ağır yenilgiler almaya başladığı 18. Yüzyıl başlarında yaşanmaya başlamış. Avrupalı devletler ile ekonomik ilişkilerin artması imarda da modern gereklilikleri beraberinde getirmiş. Bu dönemde hazırlanan çalışmalardan ilk ciddi öneri Moltke'nin imzasının olduğu düşünülen 1839 İmar Yönetmeliği. Bu yönetmelik 1856'da uygulanmaya başlar ve 1866'da yollar genişletilmeye başlanır. 1853-1856 arasında yaşanan Kırım Savaşı'nın İstanbul üzerinde ciddi etkileri olmuş. Kentte yaşayanlar ilk defa İngiliz ve Fransız birlikleri ile irtibat fırsatı yaratmıştı. Bu durum ticaret, ulaşım vs gibi alanlarda gelişmeyle sur içi ile Galata-Pera arasındaki farkın belirginleşmesine sebep olmuştu. Vapur, tramvay ve tünel hatları ile ulaşım gelişmişti. II. Abdülhamit döneminde imparatorlukta yaşanan toprak kayıpları ile göç ve İstanbul'un nüfusu artmış. Ayrıca siyasi istikrar için siyasal İslam'ın desteklenmesi de şehrin mimarisinin İslam canlandırmacılığı etkisiyle gelişmesine yol açmış. Sirkeci Tren Garı ve şu anda İstanbul (Erkek) Lisesi olan Duyun-u Umumiye bu akımın en önemli örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı'nın yıkılması ve milli mücadele hareketinin başarısı İstanbul'un kaderini de değiştirdi. Cumhuriyet yeni bir devlet kurmanın devrimci gerekliliği nedeniyle geçmişe ait İstanbul yerine geleceği şekillendirece üzerine odaklanır.

1933'e kadar mimari gelişmenin odağı yeni başkent olur. 1933 sonrası dönemde İstanbul için düzenlenen imar yarışmasını Henri Prost kazanır ve yeni bir dönem başlar. Topçu Kışlası'nın yıkılarak yerine Gezi Parkı'nın yapılması da rekreasyon alanlarını önemseyen Prost'un planıydı. Devletin seküler ve modernleşmeci reformlarına uyum göstermesi itibariyle İstanbul için yeni bir başlangıç ifade ediyordu. Kamusal mimaride bu gelişmeler devam ederken yerleşim alanlarında farklı dinamikler yaşanıyordu. Her ne kadar katılınmasa da İkinci Dünya Savaşı nedeniyle devlet bütçesindeki kısıtlamalar, köy enstitülerini ve devlet politikası olan köycülüğü olumsuz etkiliyordu. Tarımın da makineleşmesi ile köylerde yaşanan ekonomik sıkıntılar, büyük göç hareketlerine sebep olduğundan İstanbul'da bu göçleri dikkate alan bir planlama yapılmadığından gecekondu sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bu dönem iktidara gelen DP, İstanbul için yeni bir dönemin başlangıcını yapacaktı. Menderes dönemindeki hızlı ve plansız ekonomik büyüme, hızlı kentleşmeyle sonuçlanırken İstanbul yeniden ilgi odağı haline geldi. Yazarın da belirttiği gibi "Ankara Türkiye'nin bürokratik, milli, planlı ve seküler yüzünü resmederken İstanbul ülkenin kozmopolit, doğal, dini ve dünyaya dönük yüzünü oluşturuyordu". DP'nin asıl imar planı, ekonomik sorunlarla uğraşılmaya başladığında gündeme gelir. Şehri farklı alanlara bölen bulvarlar Menderes'in imar planının belkemiğini oluşturur. Her ne kadar Osmanlı sempatizanı bir politika izlense de bu yolların yapımı sırasında bazı Osmanlı eserleri yıkılır. Kennedy Caddesi'nin yapılması ile kent görünümü toptan değişir. Ana bir plan eksikliği ile İstanbul silüeti kısım kısım değiştirilmeye devam eder. İstanbul'un bugünde yaşadığı ana problem olarak hiçbir planlama olmadan kendi kendini yenilemeye devam etmesi olarak gözüküyor. Kısa dönemli kazanç ve rant hedefleriyle şekillendirilmiş şehirlerdeki trafik, rekreasyon alanları gibi sıkıntılar artarak devam ediyor. Mümkün olduğunca çok örnek vermeye çalıştım ama kitabın yanına bile yaklaşamadım. Yaşadığı şehre özen gösteren herkesin bu kitabı okumasını tavsiye ediyorum.






30 Eylül, 2013

"Başka birine güvenmekte hesap yoktu, iş yoktu insanlarda."
         Sert bir kitap "Ekmek Arası"; gerçekler kadar, hayat kadar sert. Onu bu derece çarpıcı yapan da acıtan, iliklerimize kadar hissettiğimiz bu sertliği ve direktliği aslında.

         Charles Bukowski'nin hayatından kesitler sunduğu "Ekmek Arası"nda, 'mutlu görünen, gülen, konuşan' insanlarla kurmak zorunda kaldığımız tuhaf, güvensiz ilişkileri görüyoruz. Maddi durumumuz iyi değilse, yeterince sevgi görmediysek, hele bir de suratımızda geçmek bilmeyen iri sivilcelerimiz varsa, okuldaki oyunlara dahil edilmenin, kızlar tarafından beğenilmenin, anne-babaya-öğretmenlere kendimizi kabul ettirmenin, kısacası hayata tutunmanın ne kadar zor olduğunu okuyoruz. Hayatla girilen büyük ve acımasız kavgada; patlayan dudaklardan, açılan kaşlardan, akan oluk gibi kandan, şiddeti hissediyoruz suratımızda. Birileri bize çirkin olduğumuzu söylemiştir ve o zamandan beri 'gölgeyi güneşe, karanlığı ışığa yeğler' olmuşuzdur işte. Belki de tutunmak istediğimiz, bir parçası olmayı arzu ettiğimiz ama bir türlü kuralına uygun bir şekilde yaşamayı beceremediğimiz bu hayatta; fiziksel üstünlüğü, gücü ve şiddeti, ayakta kalmanın, kendini kabul ettirmenin tek yolu olarak görüyoruz çaresizlikle.
Geleceğime baktığımda gördüklerim hiç iç açıcı değildi.

         Bunca sertlik ve acımasızlık içinde 'şey'lerden duyduğumuz korku gidiyor bizden önce, sonra da öfkemiz. Ama o şeyleri kabullendiğimiz için olmuyor bu. Kabullenemiyoruz, sadece iğreniyoruz; hem başımıza böyle şeyler geldiği için kendimizden hem de başımıza gelmesine sebep veren her ne ise, ondan iğreniyoruz. Ama yine de 'kimseyi aldatmayan ahmaklar'ın bağışlanabilir olduğunu okuyoruz; asıl 'aldatanlar üzüyor' ya insanı.
         Seçimlerimizi 'hep kötü ile daha kötü arasında' yapmak zorunda olduğumuzu görüyor ve biliyoruz ki, seçimimiz ne olursa olsun bir parçamız daha gidiyor bizden en sonunda. Mutlu olmayı asla beceremiyor ve "mutsuz olamayacak kadar bedbaht" hissediyoruz kendimizi. Ancak gücümüz o kadar yok ki, intihar bile çaba gerektirdiğinden yapamıyoruz. "Beş yıl uyumak" ya da kaçıp 'hiçbir şey yapmak zorunda olmadığımız bir yer'e saklanmak istiyoruz. Rahatsız edilmediğimiz, bizden herhangi bir şey yapmamızın istenmediği, bir şeylere alışmak, bir şeyleri kabul etmek, birilerine hesap vermek, kendimizi dezavantajlı hissetmek zorunda olmadığımız, mücadele gerektirmeyen bir yerlere saklanmak...  
          Kim bilir, belki sevilmektir aslında şu hayatta tek ihtiyacımız olan. Bizi olduğumuz gibi kabul edip, bıkmadan ve bırakmadan sevecek biri(leri) tarafından sevilmek...

25 Eylül, 2013











                             Paul Auster’in Kırmızı Defter’i

“Ne var ki iki ay kadar önce kitapların asla bitirilmediğini öğrendim,
hikayelerin bir yazar olmadan da kendilerini yazmayı sürdürebileceklerini de.”
Paul Auster

Çoğu zaman garip bir tesadüftür hayatı anlatan. Beklenmedik bir anda, insanın varlığını ve içinde yaşadığı dünyayı yeniden tanımlayan güçlü bir kırılma anı. Bu ana gücünü veren ise sadece birbiri ardına dizilen olayların rastlantısallığı değil, farklı insanların ve hayatların birbiriyle olan şaşırtıcı bağlantısıdır da. Aynı anda basitliğin ve karmakarışıklığın gözler önüne serildiği bu anlar, Paul Auster’in insan benliğinin izini sürdüğü romanlarında merkezi bir önem taşımaktadır.  
            Aslında tesadüflerin insan hayatındaki sembolik anlamlarını keşfeden bir düşünür Auster. Romanlarında da, işte bu sembolik dünyanın ortak dilini çözümlemeye ve evrende bulunan her şeyin bir bütünlük içerisinde birbiriyle bağlantılı olduğunu hissettirmeye çalışıyor.   
Auster’in felsefesinin derinliklerini merak edenler için -ve belki de Auster’i daha önce hiç okumamış olanlar için de- Kırmızı Defter güzel bir başlangıç. Kendi hayatından bazı kesitler de sunduğu bu kitabında dört ayrı bölüm altında topladığı hikayeleri yer alıyor. Bu kitapta yer alan hikayeler Auster’in kendi başına gelen ya da yakınlarından duyduğu gerçek olaylar. Etkileyici kurgusuyla birlikte bu hikayeler düşünsel dünyasını paylaşabildiği yaratıcı bir mecraya dönüşmüş.  
Romanlarındaki anlatım tarzını bu kitabında da koruyor Auster. Bazı hikayeleri şaşırtıcı bazıları da sıradışı. Anlatılarının gerçek olduğunu sıklıkla dile getiriyor olsa bile okuyucuyu yine gizemli bir dünyaya doğru yolculuğa çıkarıyor. Farklı farklı hikayelere tanıklık ettiriyor ve her bir hikayedeki ortak noktanın izini sürdürüyor.   
Bir de, bu hikayelerinde modern insanın görmezden geldiği, unutmaya ve hatta bastırmaya çalıştığı birçok duyguya dokunuyor Auster. İşte bu yüzden Kırmızı Defter’i okurken hem bir heyecan ve merak duygusu oluyor hem de çok belirgin olmayan bir hüzün dalgası kendini hissettiriyor. Ve Kırmızı Defter, Auster'in okuyucusuyla arasında bu kitabı bir kere okumakla yetinemeyeceği kadar güçlü bir bağ kuruyor.
Auster için yazmak, yaşamak gibi başı sonu belli olmayan, tesadüflerle dolu upuzun bir macera. Onu okumak da işte tam olarak böylesi bir deneyim.



15 Eylül, 2013


Bu hafta bloğumuz için yazacağım haftalık yazımda bir kitap üzerinde bahsetmek yerine blog okurlarımızla bize biraz uzak olan ve çok da bilmediğimiz Latin Amerika edebiyatıyla ilgili yaptığım bir mülakatı paylaşmaya karar verdim. Son dönemlerde özellikle sosyal bilimlerde ülkemiz ve Latin Amerika’daki farklı ülkelerle ilgili çok sayıda karşılaştırmalı çalışma yapılmakta. Bu çalışmalar bize önemli olanın bölgesel yakınlık değil de ortak sorunlar olduğunu net bir biçimde göstermekte. Türkiye’de Haziran ayında başlayan Gezi Parkı protestolarıyla Brezilya’da yaşanan protestoların eş zamanlı olarak ve birbirine benzer taleplerle ilerlemesi bu örneklerden belki de sadece bir tanesi.

Edebiyat alanında da ülkemiz okurlarının tanıdığı Gabriel Garcia Marquez ve Jose Mauro de Vasconcelos gibi önemli Latin Amerikalı yazarlar bulunuyor. Bu yazar listesini artırmak ve okuma listemizi zenginleştirmek de mümkün. Bu mülakatta arkadaşım Laura daha çok güncel yazar ve eser örneklerini bizimle paylaşıyor. Eminim ki aralarından beğenerek okuyacağınız yazarlar olacaktır. Beni Laurayla iletişime geçiren Ivana’ya ve zaman ayırıp ayrıntılı ve titiz bir biçimde sorularımı cevaplayan Laura’ya çok teşekkürler. Latin Amerikalı arkadaşlarımın ve okurların da okuyabilmeleri için mülakatı hem Türkçe hem de İspanyolca paylaşıyorum. Gracias a Ivana por contactarme con Laura y gracias a Laura por sus respuestas tan detalladas! Gracias amigas!

1. Latin Amerika edebiyatındaki en sevdiğin yazar kimdir? Latin Amerika edebiyatındaki en sevdiğin kitap nedir? Neden? Bu kitabın bazı özelliklerinden bahsedebilir misin?

Ben birçok Şilili yazarı okumayı seviyorum. Ancak özellikle iki tanesi en sevdiklerim arasında: Lina Meruane ve okuyucuda rahatsızlık hissi uyandıran eseri Las infantas (1998) ile Pedro Lemebel ve onun eseri Loco afán (1996). Bu iki eser de türlerinin en iyi örneklerini oluşturuyor.

Her iki kitap da trans bireylerin yaşamlarından bahsediyor: Bu bireylerin özel hayatlarında ve gizli olarak ne yaptıkları, başlarına gelenler, kendi özgür iradeleri dışında veya birşey karşılığında kabul ettikleri ve bu süreçte geçirdikleri küçük yıkımlar ve hatta büyük devrimler gibi.

¿Quién es tu autor favorito en la literatura Latinoamericana? ¿Cuál es tu libro favorito en la literatura Latinoamericana? ¿Por qué? ¿Podrías contar algunos aspectos de ese libro?

Me gustan muchos escritores chilenos. Pero voy a nombrar a dos: Lina Meruane y la inquietante escritura de Las infantas (1998) y a Pedro Lemebel, su Loco afán (1996), esas crónicas travestis, de adjetivación inigualable.

Ambos libros se sostienen sobre tráficos y tránsitos sexuales y genéricos: los que se hacen en privado o en secreto, los que atraviesan la historia, los que se aceptan contra la propia voluntad o a cambio de algo, los que implican pequeñas subversiones e incluso grandes revoluciones.




2. Arjantin edebiyatındaki en sevdiğin yazar kimdir? Arjantin edebiyatındaki en sevdiğin eser nedir? Neden? Bu kitabın bazı özelliklerinden bahsedebilir misin?

Sylvia Molloy Arjantin edebiyatındaki en sevdiğim yazarlardan bir tanesi. Yazarın ilk romanı En breve cárcel (1981), Arjantin edebiyatında lezbiyen bir başkahramanı olan ikinci yayınlanmış roman örneğidir. Adsız bir kadın küçük ve karanlık bir odada yazar. Sadece sigara almak için, barda bir randevu için, ve bir hafta sonu kıra gitmek için dışarı çıkar. Hikaye bir aşığın boşluğunun doldurulması için başlar, bu hatıranın boşluğunun doldurulması için. Bu süreç içerisinde bir kadın yazar, hatırlar, kendi hikayesini geri kazanır ve çatlamak üzere olan kabuklar gibi kendi hikayesini oluşturur ki böylece en sonunda metin- vücut, cinsellik – bir anlam ifade etsin. Böylece şu an ve büyük olasılıkla gelecek de anlamlı olsun. Lezbiyenlik de romanda benzer bir şekilde işlenir: bir tehdit ya da bir kimlik kategorisi olarak değil. Lezbiyenlik romanda daha çok bir yabancılaştırma etkisi işlevi görür: metinde ve vücutlar üzerinde etkisini gösteren sürekli bir şiddet etkisi yaratır.


Ama yazarın başka eserleri de vardır: El común olvido, Varia imaginación y Desarticulaciones. Ve bu eserleri de harikadır. Ayrıca yazar mükemmel bir edebiyat eleştirmenidir.

Gabriela Cabezón Cámara, 2012 yılında Le viste la cara a Dios adlı eserini yayınlayan genç bir yazardır. Yazar bu eserinde Arjantin edebiyatındaki farklı gelenekleri birleştirerek güncel bir sorun olan kadın ticareti konusunu ele almaktadır.

Aynı zamanda Flavia Costa’nın futuristik ve mitolojik öğeler içeren eseri Las anfibias (2010) kokular, renkler ve seslerle ilgili canlı betimlemelerinden dolayı beğendiğim eserlerden bir tanesidir.

¿Quién es tu autor favorito en la literatura Argentina? ¿Cuál es tu libro favorito en la literatura Argentina¿Por qué? ¿Podrías contar algunos aspectos de ese libro?

 Sylvia Molloy es una de mis escritoras argentinas preferidas. Su primera novela, En breve cárcel (1981), es la segunda novela publicada en Argentina con una protagonista lesbiana:  Una mujer sin nombre, en un cuarto pequeño y oscuro, escribe. Apenas sale para comprar cigarrillos, una cita en un bar, un fin de semana en el campo. El relato se inicia para cubrir el vacío dejado por una amante, para llenar el vacío de la memoria. Una mujer escribe, recuerda, recupera su historia; construye su relato a modo de costras que deberá arrancar para que finalmente el texto -el cuerpo, el sexo- tenga sentido. Para que el presente y, probablemente, el futuro tenga sentido. Y el lesbianismo opera, en la misma forma de la novela no bajo el signo de la injuria ni de la amenaza, tampoco como categoría identitaria. Actúa, más bien, como un efecto de extrañamiento, como violencia constante que se ejerce sobre el texto y sobre los cuerpos (porque funcionan metonímicamente).

Pero tiene otros: El común olvido, Varia imaginación y Desarticulaciones. Y son todos maravillosos. Además, es una excelente crítica literaria.

Gabriela Cabezón Cámara, una escritora joven, publicó en el 2012 Le viste la cara a Dios, una nouvelle en la que convergen diversas tradiciones de la literatura argentina (la gauchesca, Lamborghini, el neo-barroso) para darle cuerpo a un problema muy actual: el de la trata de mujeres.

También el universo mitológico y futurista de Las anfibias (Flavia Costa, 2010), sus vívidas descripciones (los olores, los colores, los sonidos cobran vida), me requiere periódicamente.