25 Haziran, 2014

 

"büyük şeyler yapmasan da hayat güzeldir aslında!"


“Meşrutiyetin ilanından sonra bir Fransız gazetesi Türkiye’de olup bitenleri ilk kaynaktan öğrenmek için İstanbul’a muhabir göndermeye karar verir. Türk asıllı bir Fransız gazeteci bu işe talip olur ve köklerinin bulunduğu şehre, İstanbul’a doğru yola çıkar.”diyor Gölgeler ve Hayaller Şehri’nin arka kapak yazısında.

Bir kısmımız Murat Gülsoy’u 1992 –2002 yılları arasında çıkardığı Hayalet Gemi dergisi ile, bir kısmımız Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazandığı “Bu Kitabı Çalın” adlı kitabıyla, bazılarımız Yunus Nadi roman Ödülüne layık görüldüğü “Bu Filmin Kötü Adamı Benim” romanıyla tanıyor. Üretken bir yazar olmasının yanı sıra "yazma üzerine düşünme"yi de seviyor. Hatta bu konudaki bilgi ve tecrübesini Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlediği “Yaratıcı Yazarlık Atölyesi” aracılığıyla edebiyat meraklıları ile de paylaşmaktan çekinmiyor.

Biz de kendisiyle buluşup son kitabı “Gölgeler ve Hayaller Şehri”nden yola çıkarak; Gezi süreci, Beşir Fuat, akıl ve delilik, yazarlık ve hayat üzerine tatlı bir sohbet yaptık. Size de tavsiyemiz kahvenizi alıp bu keyifli sohbete ortak olmanız.





Merve:
Yaratıcı yazarlık atölyesinde 31 Mayıs’ta, yani Gezi'nin ilk günü, sizinle yaptığımız son ders aklıma geldi. Yaşadığımız günleri iyi tahlil etmemiz gerektiğini söylemiştiniz. Kitabınızda anlattığınız  “Galata köprüsünün üstünde 72 milletten insanın coşkuyla hürriyeti kutlamaları” bana son dersimizi ve Gezi sürecini hatırlattı. Bu sahneyi önceden mi yazdınız yoksa Gezi’den sonra mı?

Murat Gülsoy:
O günlere denk geldi. Meşrutiyet’in ilanıyla ilgili sahneleri yazacaktım. Gezi yaşanırken Meşrutiyet’i yazmak başka bir anlam ifade ediyordu benim için o günlerde. Çünkü tarihin dönüm noktalarından birini yaşadığınızı görüyorsunuz, hissediyorsunuz. Her zaman aynı şeyler olmuyor. O farklı bir durumdu. Toplumsal mücadelelerin ivme kazandığı dönemler de insan ruhsal olarak çok yükseliyor. II. Meşrutiyet’in ilanı sırasında da benzer bir coşku var. Bu romanda o çalkantılı dönemi ve sonunu da görüyoruz. Kazandık, dize getirdik, harika olacak derken, her şey tekrar tepetaklak oluyor. Çünkü tarihte hiçbir olay romanlardaki gibi bir final ile bitmiyor. Sadece anlar var ve o anların içerisinde bir devinim var. Ama her devinim de kendi katkısını oluşturuyor. Bazen daha da özgürleştiriyor, bazen geriletebiliyor. Bence 1908’deki coşku ile Gezi arasında organik bir devamlılık var, her ikisinde de otoriter muhafazakarlığa karşı bir tepki vardı, özetle ikisi de herkes için özgürlük talep ediyordu.

Özlem:
Bu romanınızda bir taraftan Doğu-Batı ikilemine de değiniyorsunuz. Bu konuda farklı bir yaklaşımınız olduğunu söyleyebilir misiniz?

Murat Gülsoy: Doğu-Batı meselesi bu romanın temalarından bir tanesi. Birçok romanda da işlendi bu konu. Tanzimat’tan beri işlenir. Ama her işlendiğinde o yaşanılan günün ve zamanın etkisi o romanlara yansır. Yazan kişilerin, özellikle de roman ve öykü yazarlarının kendi konuları ve temalarıyla Doğu-Batı meselesinin nasıl harmanlandığı da önem kazanır. Roman bir inceleme kitabı ya da tarih yazımı değildir. Öyle olsaydı o zaman o tür bir analiz yapmak daha kolay olurdu. Bu bir roman olduğu için böyle konuşamayız. Bunun yerine şunu söyleyebilirim belki bu Doğru-Batı meselesinin birbiriyle çok da ilgili olmayan iki durumu bu romanda üst üste geldi. Bir tanesi Beşir Fuat. İntihar ediyor. 19. yüzyılın son çeyreğinde yaşamış birisi. II. Meşrutiyet’le hiç ilgisi olmayan bir karakter. Karakterlerin bir araya gelişi kurmacanın içinde yaratılmış olan oğul üzerinden gerçekleşiyor. Aslında ben böyle olsun diye de tasarlamadım bunu. Benim amacım Beşir Fuat’ı anlamaya çalışmaktı. Onun peşinden bir yere gitmeye çalıştım ama roman öyle bir noktaya geldi ki, Meşrutiyet ve özgürleşme çabası, batılılaşma meselesi, akıl ve delilik hep üst üste geldi. Bu meseleler benim diğer kitaplarımda da hep araştırdığım, incelemeyi sevdiğim konular. Bana özgü olan belki Doğu-Batı ile akıl-delilik meselelerinin üst üste binmesi oldu. Abdülaziz’in intiharı, V. Murat’ın deliliği, hem II. Abdülhamit’in hem de Beşir Fuat’ın delirme korkusu… O dönemin dünyasında bu var. Sadece Osmanlı’ya özgü bir şey de değil. Bilim ilerliyor ve inançlarla bilim arasındaki çatışma Batı’da da yaşanıyor. Modernleşmenin sancıları diyebiliriz. Ama biz bunu Doğu-Batı meselesi olarak da yaşıyoruz. Dolayısıyla bizdeki daha travmatik oluyor.

Merve: Romana post-modern bir roman deme şansımız var mı?

Murat Gülsoy: Benim kullanmak istediğim kategoriler değil bunlar. Bir açıdan bakıldığında son derece gerçekçi bir roman olduğu söyleyebilir. Bütün tarihi gerçeklere son derece sadık kalmaya çalıştım. Mesela bu bir postmodern roman özelliği sayılmaz. Öte yandan mektuplardan oluştuğu için belge roman özelliği taşıyor. Belge roman 17. ve 18. yüzyıllarda çok kullanılan eski bir tarzdır aslında. Eski bir tarzı yeniden ele almak bir postmodern özellik gibi görünebilir. Ama bunu bırakalım eleştirmenler düşünsün. Yazarı yola çıkarken heyecanlandıran noktalar çok daha farklı. Daha çok konusunda, içeriğinde, biçiminde nasıl bir dil kullandığı önemlidir. Mesela, dil benim için çok önemli bir sorundu bu romanı yazarken.

Merve: Dil meselesi çok güzel aşılmış ama.

Murat Gülsoy: Ben tarihi bir roman yazmayı hiçbir zaman düşünmedim. Düşünemememin en büyük nedeni bana sahte geliyor olması. 150 sene önce ya da 300 sene önce geçen bir hikâye bugünün diliyle anlatıldığı zaman inandırıcı olmaz. Bugünden farklı konuştukları gibi,bizim gibi düşünmüyorlardır da muhtemelen. Bunu aşabilmek için mektup romana başvurdum. Üstelik bu bir çeviri roman oldu. Ama yine de, “1908’de 20 yaşında olan yarı Fransız yarı Türk birinin zihninin içi nasıldır?”ı düşünerek yazmak zorundaydım.

Özlem: Tarihi roman yazmaya nasıl karar verdiniz? Tarihi arka planı ve romanın karakterlerini yaratırken nasıl bir ön çalışma yaptınız?

Murat Gülsoy: Beşir Fuat’la başladı her şey. Beni yola çıkaran şey, Beşir Fuat’tı. O hep aklımda olan bir karakterdi. Çocukluğumda okuyup aklımdan çıkaramadığım bir karakter. Yaşadığı dönemi okumaya başladım. Bir yandan yıllardır Boğaziçi Üniversitesi’ninYayınevi’nde anı kitapları yayımlıyoruz. 19. yüzyıl sonunda İstanbul’a gelen seyyahlara ait anı kitapları oluyor genellikle bunlar. Bu kitaplara ek olarak, o dönemde yazılmış diğer romanları da okudum. Ama asıl önemlisi tarih kitaplarıydı. II. Abdülhamit’i baştan sona okumak, öğrenmek gerekiyordu çünkü. O dinamikleri başka türlü anlamak mümkün değil. Bu romanımda küçük bir motif gibi geçen şeylerin kafamda yerli yerine oturması gerekiyordu. Hazırlık uzun sürdü. Prens Sabahattin işte o araştırma sırasında çıkıp, bir tip olarak romana dâhil oldu. Yoksa o hesapta yoktu. Çocuğu (Fuat’ı) İstanbul’a gemiyle getirmek istiyorum, trenle değil. Gemi yolculuğunu severim. O zaman için daha ucuz olduğunu da düşündüm aynı zamanda. Çünkü zaten Fuat parasız da. Fakat bir bakıyorum o tarihte Prens Sabahattin babasının cenazesiyle birlikte Paris’ten dönüyor. Onun peşinden gidecek bir gazetecidir diyerek Fuat’ı Prens Sabahattin’in yanına koydum. Üstelik de Prens Sabahattin babasının cenazesi ile dönüyor Fransa’dan, sürgünden. Fuat ise henüz bilmediği babasının ölümü ile hesaplaşmaya gidiyor aynı gemiyle.

Merve: Yazma üzerine de bir kitap değil mi bu?

Murat Gülsoy: Yer yer evet.

Merve: “602. Gece Kendini Fark Eden Hikâye” kitabınızda bahsettiğiniz, kendi kendini var ederek o sonsuza giden hikaye, konu bu romanınızda “Mekke marka tütün kutusu” ile var. Bu kendiliğinden mi geldi yoksa yazma üzerine düşünürken bu bir şekilde metnin içine sızıyor mu? 

Murat Gülsoy: Bazen öyle bazen de değil. Geçen sene Sabancı Müzesi’nde bir Oryantalizm sergisi açıldı. Gezmeye gittiğimde romanımda bahsettiğim kutuyu –tütün kutusunu- orada gördüm. Görünce de, onu hikayeye dahil etmek istedim. Çünkü evet benim çok sevdiğim o sonsuzluğa düşme hissi veren bir resimdi bu ve üstelik o dönemi anlatan sergide karşıma çıkmıştı. Bana doğru yoldasın, bu romanı yaz diyordu sanki.

Merve: Ben Fuat’a bazı noktalarda çok inandım. Mesela Mösyö Arakel ile konuşmasında Mösyö Arakel ona, “Dünyanın bir ucundan kalkıp babanı bulmaya gelmişsin”diyor. Fuat gerçekten babasını bulmaya mı geliyor?

Murat Gülsoy: Hiç haberi yok o anda. O kadar ki okur da hazırlıksız yakalanıyor Beşir Fuat’a. Tabii bu tür söyleşileri önceden okumuş okurlar için durum farklı olacaktır.

Merve: Tamam o zaman ben Fuat’a inanmakla doğruyu yapmışım. Çünkü pek çok eleştiride “babasını arayan bir adam” gibi görülmüş Fuat.

Murat Gülsoy:Öyle değil tabii. Fuat Paris’ten uzaklaşmak istiyor. Gazeteci, uzaklara, Doğu’ya gitmek istiyor. İstanbul’a gitmek gibi bir fırsatı oluyor. İstanbul da o sırada kaynıyor üstelik. Türkçe bildiği için de bu gazetecilik işini kapıyor.Annesini düşünüyor. Annesini yeni kaybetmiş. O yüzden İstanbul’a yaklaştıkça çocukluğuna da yaklaşıyor. Çocukluk demek anne demek, baba yok zaten. Babayla ilgili hiç bir fikri yok, onunla hiç tanımamış. Birden bire bir babası olduğunu öğrenmesi tam anlamıyla şok edici bir hikaye oluyor Fuat için.

Merve: Babasının Beşir Fuat olması gerçeğinin dışında da çok güç bir durumla karşılaşıyor.

Özlem: Yeniden bir tarihi roman yazmayı düşünür müsünüz? Bundan sonraki projeniz ile ilgili aklınızda bir fikir var mı?

Murat Gülsoy: Yok. Demin de dediğim gibi tarihi roman benim hemen yazabileceğim bir şey değil. Hakikaten ilgimi çeken bir konu olması lazım. Öte yandan tarihi romanın insanı çok çeken bir tarafı olduğunu da kabul etmek gerekir. Çünkü araştırdıkça,oradaki dünyayı keşfettikçe, birilerine bulduklarını anlatma ihtiyacı da duyuyorsun. Tarihi bir dönemi canlandırmanın verdiği ayrı bir zevk de var. Bu romanımı annem okudu. Yaşı çok büyük değil ama herhalde kendi çocukluğundan sahneleri hatırlatan yerler oldu, romanı okuduktan sonra “sanki oralara gitmiş gibi oldum” dedi. Bu benim çok hoşuma gitti. Diğer romanlarımla ilgili böyle bir şey söylememişti.

Merve: Satır aralarındaki anekdotları çok sevdim. Charles ile beraber keşfe çıktıkları zaman ki öyküler çok hoşuma gitti. Mesela Yenikapı’nın hikâyesi ya da Beşiktaş’taki kilise… Şimdi oralara gitsek anlattıklarınızı bulamayız değil mi?

Murat Gülsoy: Yok, onlar da bulamıyor zaten. Belki de efsanedir. O zamanlar her kilisenin efsaneleri vardı. Eski camilerde kutsal emanetler varsa, orada da işte İsa’nın yıkandığı bir taş beşik var. Beşiktaş o yani aslında. Benim ilgimi çeken adını sürekli kullandığımız isimlerin ya da kavramların tarihi. Bugün bunu unutuyoruz. Hatırlamıyoruz ya da hatırlamak istemiyoruz. Siliyoruz sürekli.

Merve:Kitap bana biraz hüzünlü bitmiş gibi geldi. Sonu umut vermiyor. Bu sürecin sizde bıraktığı etkiyle mi alakalı bu, yoksa Fuat çok yorulup, her şeyi bıraktığı için mi böyle oldu? Kitap hem hürriyet fikri açısından karamsar bitmiş hem de en sonunda Fuat nekahat döneminde kalmış, olmak istediği kişi olamamış.

Murat Gülsoy: Ben de iyi görmedim sonunu. Sevdiği kız öldü. Alex öldü. Zaten annesinin ölümünden sonra gelmişti İstanbul’a. Orada babasının kim olduğunu öğrendi. Delilik korkusu başladı ardından. O sırada ülke de baştan aşağı delirmiş durumda. Önce özgürlük deyip sonra insanları astılar. O sıradan bir insan olmayı seçti sanki. Bu kadar olaydan sonra hikâyeyi mutlu sonla bağlayamazdım. O zaman inandırıcı olmazdı, kendim de inanmazdım. En mutlu an balonun geçtiği an –bu gerçek bir hikâye bu arada. Bir an olsun insanlar heyecanlanıyorlar tekrar. Sonra oturuyorlar, nargile içiyorlar. İlk başlarda büyük şeyler yapacağım diye düşünüyor. Hayır, büyük şeyler yapmasan da hayat güzeldir aslında. O an, balonun geçtiği, güzel bir andı benim için. Muhtemelen arkadaşının yolunu seçti, onu anlıyoruz. O da orada bir şekilde yaşamını sürdürecek, evlenecek belki, işte oraya tekrar kendi mahallesine döndü.

Özlem: Yazarlık serüveninizi çok merak ettim. Önce mühendislik okuyup, sonra psikoloji yüksek lisansı yapıp, ardından da Biyomedikal Mühendislik alanında doktoranızı tamamlamışsınız. Yazmaya ne zaman karar verdiniz?

Murat Gülsoy: Ben daha hazırlık sınıfındaydım, 1984 yılıydı. Mühendislik okumaya başlamamıştım. Oğuz Atay okuduktan sonra yazar olma kararını verdim. Oğuz Atay okuduğumda şu fikre kapıldım: “benim de içine girebileceğim bir edebiyat varmış.” Bu çok önemli. İyi bir okur olmak yetmiyor çoğu zaman bir şeyleri yazmaya başlamak için. İçine girebileceğiniz bir dünya olduğunu, sizin de sözlerinizin edebi açıdan anlamlı olabileceğini düşündüğünüz bir alan olduğunu bilmeniz lazım. Yazabilmek aslında bir etki yaratmaktır. Etki yaratabilmek için de etkilenebilmek lazım. O etkiyi ben Oğuz Atay’dan aldım. O da bir mühendis. Kullandığı dil çok zekiceydi, kalıplara sığmıyordu. Benim için en önemlisi o. Oğuz Atay kalıpların dışında bir yazar. Her tür laf çıkabilir karşınıza Oğuz Atay okurken. Uyduruk bir espri de çıkabilir, Kafka’yla ilgili çok acayip bir analiz de…Dini bir durumdan da bahsedebilir, tam tersi sosyal bir eleştiri de yapabilir. Ama Oğuz Atay dille de çok oynuyor, çok dalga geçiyor. Yani bugün Zaytung varsa Oğuz Atay okumuş nesiller olduğu için var. Zaytung’da yapılan Oğuz Atay’ın yaptığından farklı değil, mevcut söylemi alaşağı ediyorlar. Edebiyatta bu açıdan en önemlisi yazarın yaşadığı psikolojik süreçlerdir. Kimisi beş tane dil bilir, matematiği de, felsefeyi de bilir ama oturup yazmaya gelince yazamaz. Çünkü eseri ortaya çıkarma süreci insanın kendi mahremiyle yüzleşmesi, içene dönüp bakabilmesi demektir. Bizim yaratıcı yazarlık atölyelerinde üstünde durduğumuz konular bunlar. İnsanın yazma eylemine karşı bir direnci var. Bazısı içinde belki de iyi bir şey de olmayabilir yazmak. Dengede duruyorsan belki de çok da kurcalamamak gerekir.

Merve: Derslerde bahsettiğiniz itiraf kültürü geldi geldi aklıma. Tanpınar’ın itiraf mekanizmasının bizde olmadığından ve romanın da bu yüzden çok gelişmediğinden bahsetmesi…


Murat Gülsoy: Evet, o içe bakışın olması lazım. Yoksa sürekli dışa bakıp, kendinizi zaten hep doğru ve haklı, başkalarını yanlış bulursunuz. Roman demek mücadele demek. Her sayfasında o mücadeleyi okur hisseder. Eğer yoksa onu da hisseder. Gerçek sanat ile diğerleri arasında böyle bir fark var. Fark yok demek, post-modern bir tavır ve ben ona katılmıyorum. Her şey birbiriyle eşit olamaz. Ama hiçbir şey birbiriyle kıyaslanmaz da değil. Ne koyarsan gider de değil. Tam tersi, milyonlarca kategori var, inceltebildiğin kadar inceltirsin. Zaten incelttikçe sanat değer kazanır. Bilim de öyle. 


               

23 Haziran, 2014



“Bu bulmacayı çözmeyi sana bıraktım. Kitap, senin. İster katılımsal ögelerden yararlan, ister yüz binlerce öbür ögeden…”


Tomris Uyar’ın, farklı dönemleri, şehirleri, kişileri, hatta geçmişi ve bugünü bir araya getiren ve birbiriyle kesişen kısa öykülerinden oluşuyor bu kitap. Yalın bir anlatımı var. Kısa olmasına rağmen birçok konudan derinlemesine bahseden, özenle yazılmış, inceliklerle dolu geniş bir içeriğe de sahip.

Kitap, duvarında asılı duran yağlı boya portresinden yola çıkarak, Otuzlar Kadını’nı –aslında annesini- anlatmak isteyen bir kadın yazarla başlıyor ilk öyküsüne. Alışılagelenden çok farklı bir anlatı sunacağı hem bu çıkış noktasında hem de yazarın Otuzların Kadını’nı nasıl anlatacağından bahsettiği sayfalarda görülüyor.

Öncelikle “kişiliğini, bulmaca yöntemiyle çözmeliyim” diyor Otuzların Kadını için yazar. Sıradanlaştırmadan, “bir nostalji nesnesi” haline getirmeden, “kurgulanmayı değil, anlatılmayı bekliyor” dediği Otuzlar Kadını’nı, “çok-yazılandan, çok-özlenenden, herhangi bir çok’tan ayırıp”, “kendi yerine” oturtmayı deniyor.

Sonra, 1917’de Selanik’te doğan ve 1964’te de vefat eden kendi Otuzlar Kadını’nın hayat hikâyesini üç ayrı dönemde anlatıyor. Bu üç dönemde, Otuzlar Kadını’nın, kızının deneyimlerinin ve birçok farklı dönemlerin iç içe geçtiği bir anlatımda bu bulmacayı çözmeye çalışıyor(uz).  

Otuzların Kadını'nın, Tomris Uyar’ın kendi hayat hikâyesinden izler taşıyan ya da kesitler sunan otobiyografik bir yanı olduğu şüphesiz. 1992 senesinde yayımlanıyor. Bir yanda 1930’ları, 1930’ların kadınlarını, erkeklerini, ilişkilerini, bir yanda da 1980’ler ve 1990’ların ilk yıllarındaki Türkiye’yi ve o dönemi yaşayan bir kadın yazarın deneyimlerini anlatıyor aslında. Tomris Uyar, bu kitapta geçmişe bakarken sık sık içinde bulunduğu zamana da gidiyor. İlişkilerinden, annesinden, babasından ya da aklına takılan birçok konudan bahsediyor

          Ayrıca çok sahici bir şekilde yazıyor anlatmak istediklerini Tomris Uyar. 1930’larda gençliğini yaşayan annesini ya da babasını anlatırken, kendine dönüp, Körfez Savaşı sırasında katıldığı toplantılardan ve protestolardan ya da bir tren yolculuğunda tesadüfen tanıştığı bir kadınla yaptığı yolculuktan bahsederken, ya da karakterlerinin iç dünyalarını yansıtan tepkileri aktarırken, Tomris Uyar’ın anlattıklarının hep çok tanıdık gelen bir yanı olduğunu söylemek gerekir. 

 Otuzların Kadını, özlem dolu, dokunaklı, çoğu zaman öfkesini göstermekten de çekinmediği bir kitabı Tomris Uyar’ın. Anlattığı öyküleri ise Otuzların Kadını portresinin sınırlarını aşıp, çoğu zaman bizimkilerle de kesişiyor.


18 Haziran, 2014

     
Okullar kapandı, finaller bitti, çalışanlar izin zamanlarını belirledi, anneler yazlığa doğru yola koyuldu! Bunların hiçbiri sizin için olmadı mı? Ziyanı yok! Yine de yaz geldi...  Beğenmeyen Okumasın da -tatilde ya da evde olmanız hiç farketmez- yazın okunması gereken kitaplar ile ilgili bir yazı düzenledi. Tabii ki, bunu da yazın ruhuna uygun bir biçimde, esprili bir dil kullanarak yapmaya çalıştı.. 



Aşağıda bu yaz okunması gerektiğini düşündüğümüz kitaplar var... Hepsi farklı yazarlarımız tarafından belirlenen seçenekler. Madem yazın ruhuna uygun ilerliyoruz, o zaman sizinle bir tahmin oyunu da oynayalım. Hangi kitabı kim seçmiş bir tahminde bulunun, bulunurken, yaz kitabı önerinizi de yazın. (Aşağıdaki formatta: Neden Okunmalı? Artısı:... Eksisi:... Birer cümle kafiidir) Doğru tahminlerin seçimlerini, bu yazının "Okuyucudan Tavsiyeler" altbaşlığında yayınlayalım! 

Yazarlarımız Burcu , DiyarGözde, Hazal, Merve, Mine, Özlem ve Şahizer 'in yayınladıklarına bir göz atmak için isimlerine tıklamanız yeterli!

İşte başlıyoruz:  

1- Albert Camus, Yabancı

Neden okunmalı?

Yazın güneşe korumasız çıkarsanız kendinize zarar vermekle kalmayıp çevreniz için de tehdit olabilirsiniz. Bu açıdan ders verici bir kitap olup okumalı, okutmalı.

Artısı: Büyük ihtimalle ülkenin geldiği şu son durumda hayata karşı yeterince yabancılaşmış hissetmektesiniz. ( hala hissetmediyseniz ya farkında değilsiniz ya da elbet yakında hissedeceksiniz!) İşte kitap bu duygularınıza ortak olacak.

Eksisi: Absürt felsefenin inceliklerini öğrenmek için bu kitaba ihtiyacınız yok zaten bu ülkede yaşayarak bu felsefenin gurusu oldunuz! Siz bunun için doğdunuz!


2- Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna

Neden okunmalı?

Evet, çevrenizde neredeyse herkes okudu, okumasa da alıntılar paylaştı. Hala okumadıysanız, bu yaz sizin için mükemmel bir fırsat. Ancak uyaralım yazın keyifli günlerinde eski aşklarınızı hatırlayıp da melankoliye bağlarsanız sorumluluk kabul etmeyiz!

Artısı: Okuduktan sonra artık kitabın adını her duyduğunuzda gözünüzün önüne popun kraliçesi şarkıcı Madonna gelmeyecek. Kesinlikle insanlık için büyük bir artı!


Eksisi: Artık gözünüzün önüne hüsranla biten büyük aşkınız, hayalkırıklıkları ve pişmanlıklar gelecek. Bunun etkisi ile kitaptaki güzelim cümleleri yapı bozumuna uğratıp eski sevgilinize sarhoş mesajı olarak gönderebilirsiniz.

3- Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi


Neden okunmalı?

Bu yaz Ortadoğu gündemden düşmeyecek gibi görünüyor. Eğer siz de, tartışma programlarını seyredip, "şimdi bu adamlar ne anlatıyor" sorunsalının içine düşerseniz, bölgeye dair tarihsel bilgi edinmek, meseleyi özünden kavramak için okuyabilirsiniz.


Artısı:  Yaz akşamlarında buluştuğunuz arkadaşlarınıza entelektüel cümleler kurabilir hale geleceksiniz. Ama siz yine de, Ortadoğu'yu masadan kurtarmaya kalkmayın. 

Eksisi: Yazın sıcağında bir ufunet haliyle karşılaşabilme olasılığınız yüksek, psikolojinize mukayyet olun. 

4- Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı


Neden Okunmalı? 

Temel olarak, kitabın aslında Yakup Kadri Karaosmanoğlu'na ait olmadığını öğrenmek için. Belki arada Birinci Dünya Savaşı'na dair bir iki bilgi de edinilebilir. Fakat bu tamamen isteğe bağlı.

Artısı: Çokça unutulmuş bir kitabı okuyacak olmanın vereceği haz.

Eksisi: İçiniz öyle bir sıkılabilir ki, doğduğunuza pişman olabilirsiniz. Olsun, yazarı öğrendiniz. Olmadı şöyle bir bakar geçersiniz. 




5- Haruki Murakami, Koşmasaydım Yazamazdım


Neden okunmalı?

Geçen yaz kendinize spora başlamak ve gelecek yaza kadar kilo vermek için söz verdiniz ama gene başlamadıysanız bu kitap sizin için biçilmiş kaftan. Zaten spora başlamak için en uygun yer tatil beldeleri olabilir. Koşmak yerine yüzebilirsiniz tabi ki.

Artısı: Kişisel gelişim ve pozitif düşünce kitaplarından sıkılan ancak motive olmaya ihtiyaç duyanlar için biçilmiş kaftan. Bir bakmışsınız Avrasya Maratonu'na hazırlanıyorsunuz.


Eksisi: Tabi ki motivasyonunuzun kısa sürmesi gibi bir durum da söz konusu olabilir. "Koskoca adam neler yapmış ben neden yapamıyorum?" diye sorgulayıp kişisel hezeyanlar yaşarsanız sorumluluk kabul etmiyoruz.





6-Gwynne Dyer, İklim Savaşları


Neden okunmalı?

Hava sıcak, su havzalarının seviyesi alarm veriyor, susuz geçirilecek bir yazdan korkuluyor. Peki siz problem sadece bu yaza özgü mü sanıyorsunuz? Kitap, su kaynaklarının azalmasıyla dünyayı nelerin beklediğine dair projeksiyonlarda bulunuyor. Bu projeksiyonlar arasında hali hazırda sınır komşularıyla ciddi problemleri olan Türkiye'ye dair öngörüler de var.

Artısı: Okuduktan sonra suyun onemini insanlara daha iyi anlatacak, "aman bir insanin tuketiminden ne olacak?" diyen dostlarınızı gerçekçi projeksiyonlarla ikna edebileceksiniz.


Eksisi: "Bu dünya nereye gidiyor?" diye sorgulatarak, bunalıma sokma potansiyeli içeriyor.




7- Hakan Bıçakçı, Doğa Tarihi  

Neden okunmalı?

Bu yazın sonrasında iş hayatına, özellikle plaza dünyasına giriş yapacak adaylar için ibretlik bir hikaye olması sebebiyle okunmalı ki bu şekilde yaz tatilinin kıymeti daha da artacaktır.

Artısı: Çok hızlı ve rahat okunması, ayrıca ince bir kitap olduğundan da gittiniz her yere yanınızda götürebilirsiniz.

Eksisi: Hali hazırda plaza insanıysanız, mevcut sıkıntı ve bunaltılarınızı size hatırlatacak olması, üzgünüz tatil kısa.


8-  F. Scott Fitzgerald, Muhteşem Gatsby 

Neden okunmalı?

Şu gelip geçici yaz aşklarına fazla kanmamak ve gerçek aşkın anlamını sorgulamak, kıymetini anlamak için.

Artısı: Çok sıcak bir yaz mevsiminde geçen romanın kahramanlarını derinlemesine tahlil etmenize yardımcı olacak hava koşullarını yaşıyor olmamız.

Eksisi: Çok çabuk bitiyor olması.


9- Thomas Piketty, Capital   


Neden okunmalı?

Kendisi akademik dünyada, Türkiye plajlarındaki Serdaç Ortaç ve Demet Akalın kadar popüler bir hale geldiği için.

Artısı: Vahşi kapitalizmi bir kez daha düşünmemizi sağlaması.

Eksisi: Yazarın, datasının bazı kısımlarının hatalı olduğunu kabul etmesi ve kitabı revizyondan geçirecek olması.





10- Emrah Serbes, Deliduman



Neden Okunmalı?

2013'ün yaz aylarında yaşananları, 2014'ün yaz aylarında okumak için…

Artısı: Boyun eğmeyenleri hatırlatıyor olması.

Eksisi: Henüz çıkmamış olması.





11- Romain Gary, Uçurtmalar

Neden Okunmalı?


Le Pen'in AB parlamentosundaki zaferini unutmak için.

Artısı: Güzel ve saf bir aşk hikayesinin olması, aslında kısmen hayal gücüyle yaşanmış ve sürreal da denilebilir... 2. Dünya Savaşı'nda Almanya işgali altında olan Polonya ve Fransa'nın hikayesini ülkeleri kişileştirerek anlatması. "Fransızların sahip olduğu değerlere inançla ama aslında entelektüel birikime saygıyı merkez alan bir şekilde sarılması mümkün olsaydı keşke" dedirtiyor.


Eksisi: Sakın içine dalıp da ordaki kurguyla birisinin peşinden koşmayın,  kitabı okuyun, okuduğunuz yerde kalıversin. 
 
12- Marina Lewycka - Ukayna Traktörlerinin Kısa Tarihi


Neden Okunmalı? 

Okuması kolay, elinize aldığınızda bırakamayacaksınız ve kolay yoldan yeni bilgiler edineceksiniz. Göç, yabancılar, nostalji, aile bağları gibi konularda düşündürüp komünist geçmişle günlük yaşamda yüzleşmeler üzerine kurgulanan roman, Ukrayna üzerine biraz daha bilgi sahibi olma fırsatını da size sunuyor. Özellikle Doğu Avrupa ile ilgilenenlere tavsiye ederiz! 

Artısı: Bu kitap bu yaz sizi hem güldürecek hem de kimi zaman az da olsa endişelendirecek (ana karakterlerin halini düşününce)... Ama asla bu endişelenme başınızı ağrıtacak seviyeye gelmeyecek. Hafif dozda morfin alıyormuşsunuz gibi olacak. 

Eksisi: Kitaptaki baba karakteri insanı sık sık hayal kırıklığına uğratıyor, ama galiba yazar bize bunu hafife almayı öğretiyor...

13- Feride Çiçekoğlu, Uçurtmayı Vurmasınlar:

                                    Neden Okunmalı?


Çok etkileyici olduğu için. “Filmini seyrettim yeterli benim için” demeyin, İnci’yle Barış’ın arkadaşlığını bir de satırlardan okuyun.


Artısı: Kitabı okuyunca içinizdeki çocuğu koruyabileceksiniz.

Eksisi: Gençlerin hayallerine, umutlarına tahammüllerin olmadığı şu günlerde insanların zamanında uçurtmalara dahi tahammülünün olmamasını yüzünüze çarpacak. 




14-Richard Bach, Martı Jonathan Livingston:

Neden Okunmalı?


Kendi kendimize yarattığımız engelleri aşabilmek için.

Artısı: Bir çırpıda okuyup bitirebilirsiniz. Okurken Martı Jonathan'la özdeşleşmeyi, kendinizi onun yerine koymayı unutmayın. Dışlanmak pahasına olsa size ideallerin peşinden koşmanın erdemini hissettirecektir.

Eksisi: Mevcut değil. 




15-  -Ernest Hemingway, İşgal İstanbul'u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar



Neden Okunmalı?

Genç Hemingway'in, Toronto Star'da gazetecilik yaptığı zamanlar... Hazırladığı yazı dizilerinden birisinin konusu ise işgal İstanbul'udur.

Artısı: 1910'ların sonu ve 1920'lerin başı... İşgal altındaki İstanbul'u gazeteci Hemingway'in gerçekçi anlatım tarzıyla okumuş olma ayrıcalığı.


Eksisi: Eksisi yok, artısı var. Mutlaka okuyun!







OKURDAN TAVSİYELER:

TÜLİN AKDUMAN: (3 ve 11'i bilerek) 

Adam Fawer- Olasılıksız



Neden Okumalı: Hayatımızda şans ya da olasılık diye adlandırdığımız yaşanılanları felsefe, bilim ve matematiği heyecanlı bir kurgu kullanarak anlatıyor. 

Artısı: Okurken sıkılmayacaksınız. 

Eksisi: Kalın olması bir eksi olabilir. 

...



15 Haziran, 2014

Bir Göçebenin Hikayesi: Knulp


Daha çok Siddharta adlı eseri ile bilinen Nobel Ödüllü yazar Hesse’nin, okuduğunuzda unutamayacağınız bir karakteri ile sizleri tanıştırmak istiyorum: Knulp.

Kitabın üç öyküye bölünmüş ilk kısmında Knulp hakkındaki izleniminiz hayatını göçebe olarak yaşayan ve her gittiği yerde eski dostları tarafından sıcak bir şekilde karşılanan güler yüzlü, kibar, çekici bir adam şeklinde oluyor. Ancak Hesse bununla kalmıyor ve gittikçe karakterin iç dünyasına doğru sizi çekmeye başlıyor. O zaman aslında Knulp’un göründüğü gibi olmadığını, kalmak ile gitmek arasında bir iç çekişmede olduğunu, kendini ve seçimlerini sorgulayıp iç huzuru aradığını görüyorsunuz. Bu çekişmeler ise toplum düzeyinde bizim için uygun görülen ile kendimiz için uygun bulduğumuz ya da bulmadığımız noktasında gerçekleşiyor.

İlk öyküde Knulp hastahaneden yeni çıkmıştır ve eski bir dostunda kalmaya gider. Yerleşik bir düzeni olan, evlenmiş ve düzenli bir işe sahip olan bu dostunun yaşam şekli ile kendi yaşam şeklini sorgulamaya başlar. Ancak bu sadece bir karşılaştırma ile sınırlı kalmaz. Toplum karşısında seçtiği hayat tarzını sürekli açıklamak durumunda olmasının yarattığı bir baskı içinde yaşayan Knulp gelecek vaat eden biridir; doktor ya da öğretmen olabilecekken böyle göçebe bir hayat sürmek istemesine kimse anlam veremez. İnsanların bu tavrı Knulp’un da zaman zaman bu çerçeve içinde tanımlanmasına neden olur.

“Bu haliyle tıpkı, bir ev halkı arasında yaşamasına izin verilen, herkes onun evdeki varlığına hoşgörüyle davranıp göz yumarken, kendisi ev halkının yaşam yükü altında ezilmiş çalışkan bireyleri arasında aylak aylak dolaşıp tasa ve kaygıdan uzak, beyler gibi lüks bir hayat süren sevimli bir kediye benziyordu.”

Kitap boyunca onu sevgi ile karşılayan eski dostları Knulp'u yeri geldiğinde yaşam şeklinden dolayı eleştirme fırsatını hiç kaçırmaz. Her karşılaştığı arkadaşı bir yorumda bulunur. İnsanların eleştirilerine yol açan durum, dostlarının Knulp için daha iyiyi istemelerinden kaynaklanmaz. Asıl eleştiri yüksek potansiyeli olan bir bireyin neden bu potansiyelini toplum için kullanmayı seçmeyip göçebe bir hayat sürerek sadece kendi için yaşamayı tercih etmesine dayanmaktadır. Yazar Almanya’daki Protestan ve akılcı yaşam biçiminin bu baskıyı yarattığını ve Knulp'un hayattaki kendi rolünü ararken ancak bir noktaya kadar buna duyarsız kalabileceğini gösteriyor.
" 'Cumartesi akşamını yaptık. Bütün bir hafta canını dişine takıp çalıştıktan sonra, bu akşamın insana ne hoş geldiğini bilemezsin sen.'
'Yo, ama düşünebilirim,'  diye cevapladı Knulp gülümseyerek."
Knulp ne şekilde yaşarsa yaşasın kendisine, giyimine ve temizliğine bakan, bu konuda titizlik gösteren birisidir. Bu özelliği çevresi tarafından övülürken bir yandan da yerilir. Toplum kalıpları dışında yaşıyorsan ve çalışmayıp avarelik yapıyorsan, en azından görüntü olarak da kötü görün ki insanlar sana acıyıp hayat şekline tahammül edebilsin! İnsanlar, hayatlarına başka bir şekilde yaşamanın mümkün olmadığı inancı ile katlanıp ellerindeki ile mutlu olmaya çabalıyorlar. Knulp bu hali ile ortaya çıktığında ise onların mutsuzluklarına ayna oluyor, başka bir şekilde yaşamanın da mümkün olabileceğini gösteriyor.
" 'Şıklığı da hiç bırakmazsın elden!' dedi. 'Açlıktan nefesi kokan birisinin nihayet, ne diye hep bir kont gibi giyinip kuşanmak istersin bilmem.' "
Her ne kadar insanlar onun yaşam şekline saygı duymayıp eleştirip üzerine bir de öneriler sunsa da Knulp böyle bir şeyi başkalarına yapmayı asla uygun bulmaz. Evinde kaldığı dostunun eşi onunla beraber olmak isteyince bu durumdan rahatsız olur ve haber vermeden evden ayrılır. Bir an için eşi konusunda arkadaşını uyarmayı düşünür ama vazgeçer.
“Ama başkalarının işine burnunu sokmaktan hoşlanmayan biriydi; insanları olduklarından daha iyi, daha akıllı kimselere dönüştürmek gibi bir gereksinim duyduğu yoktu.”

“İnsanların budalalıklarına seyirci kalabilirdi, onlara gülüp geçebilirdi ya da acıyabilirdi, ama onları izledikleri yoldan döndürmeyi doğru saymıyordu.”
Knulp’un hayat bakışına göre herkes kendi için uygun olanı kendi keşfetmeli ve bununla beraber herkesin tercihine saygı duymalı. En azından onun çevresinden beklentisi bu şekildedir.

“Neyin gerçek olduğunu, yaşamın aslında nasıl bir düzene uygun olarak akıp gittiğini herkesin kendi kafasından bulup çıkarması gerekiyor, kimse kitaplardan öğrenemez bunu, ben öyle düşünüyorum.”

Kitabın ikinci öyküsünü okuyunca ilk öyküde tanıştığımızdan farklı bir Knulp vardır karşımızda. Anlatıcı da Knulp gibi göçebedir ve hatta onunla beraber yolculuk etmektedir. Ayrıca 3. öykü yani Knulp’ın kendisi ve geçmişi ile yüzleştiği öyküye çok güzel bir şekilde köprü kuran bir geçiş öyküsüdür. Hayatla ilgili kafasındaki soruların su yüzüne çıktığı ama henüz bunların üzerinde pek de samimiyetle durmadığı zamanlardır. Knulp’un iç huzuruna kavuşmasını sağlayan hayata karşı sunduğu bakış açısını güzelliğe, sevgiye ve mutluluğa dair verdiği betimlemelerde yakalarız. Knulp kendi hayatı, pişmanlıkları ve mutlulukları için yaptığı içselleştirmeyi bu betimlemelere yansıtır.

“Benim için donanma gecesinden güzel şey yoktur. Böyle bir gecede mavi ve yeşil maytaplar görürsün, gece karanlığında dalıp yükselir havada; en güzel olduğu an ufak bir eğri çizer, yok olup gider; seyrederken sevinç de duyarız, korku da. Derken ikisinden de eser kalmaz geride. Donama fişeklerinin havada yükselip kaybolması daha uzun sürse, o kadar güzel olmazdı. Sence de öyle değil mi?”

Son öyküde hastalığı iyice ağırlaşan Knulp ilkokuldan doktor arkadaşına rastlar. Ona sahip çıkıp bakan doktor, hastahaneye yatırılması gerektiğini söyler. Knulp ise memleketini son kez görmek için yola çıkmıştır ve hastahaneye yatacaksa bunun kendi köyünde olmasını rica eder. Ricasını kırmayan doktor sayesinde Knulp tekrar memleketine geri döner. Ancak hastahanede yatmak yerine köyünün her bir noktasına dokunarak zamanını geçirir. Burada geçmişi ile yüzleşir, göçebe bir yaşam tercih etmesine neden olan olayı anlatır. Yine toplumun uygun gördüğü ile yaşamayı tercih ettiği arasındaki çelişkiye girip kendini, tercihlerini sorgulamaya başlar.

“Gerilerde kalmış uzun bir dizi oluşturan göçebelik yılları artık gözünde küçülüp önemini yitirirken, çocukluğun o gizemli çağı yeni bir pırıltı ve büyüyle öne çıkmıştır.”

Üstün yeteneklere sahip olmasına rağmen bunu faydalı bir şekilde kullanmaması kısaca “bir baltaya sap olmayışının” sürekli yüzüne vurulması artık bir noktadan sonra kendisini de bu konuda suçlamasına neden olur. Geçmişte yaşadığı olaylardan ders çıkarmadığı için kendisini suçlar.

Öykünün sonunda hasta halde ormanda yürürken Tanrı ile konuştuğu kısımda bütün bunlara cevap bulur. Aslında Tanrı’dan ziyade kendi kendisiyle hesaplaşmaktadır. Ve önceki kısımlarda hayata karşı gösterdiği bakış açısı, insanları değiştirmekten ziyade olduğu gibi kabul etme anlayışı kendi üzerinde de etkisini gösterir. Uzunca bu konuda kendi ile konuşup telkin ettikten sonra artık iç huzura kavuşup kendisini olduğu gibi benimser.

Belki topluma herkesin yaptığı ve talep ettiği şekilde bir fayda sağlayamamıştır ama onun amacı da yerleşik insanlara biraz özgürlük özlemi taşıyıp götürmektir. Topluma fayda sağlama misyonunu reddeden bir karakterden yazar kaçınmışsa da en azından bunu bireyin kendisinin seçip belirleyebileceği bir şekilde çizmiştir. Toplumda kendi faydasının farkına varan, var olma sebebinin bilincine varan karakter bir anlamda huzura kavuşmuştur.

“ ‘Yani artık sızlanıp yakınmalara paydos mu?’ diye sordu Tanrının sesi.
‘Paydos’ diyerek başıyla onayladı Knulp, mahcup bir edayla güldü.
‘Ve her şey iyi mi artık ? Her şey olması gerektiği gibi mi?’
‘Evet,’ diyerek başını salladı Knulp. ‘Her şey olması gerektiği gibi.’ “

07 Haziran, 2014

Pain is inevitable. Suffering is optional

Bir yazarın ilk okuduğum romanını sevdiysem devamını okumak benim için bir görev haline geliyor sanki. Sanırım “bir kere denedim, iyiydi ve bir daha hayal kırıklığına uğramam“ psikolojisi. Edebiyat dünyası çok geniş bir derya ama nedense ben bu deryanın kendi adıma sonuna gelmişim gibi bir hissiyat oluştu son dönemde bende. Sanırım nedeni de bu zamana kadar hiç adetim olmasa da birkaç kitabı beğenmeyip yarıda bırakmam. Bu sebeple şu sıralar okyanusa açılmak değil güvenli sularda yüzmek istiyorum. Sevdiğim bir yazarın farklı kitapları da aynı suyu besleyen birer nehir gibi geliyor.


Güvenli sulardan birisi de Murakami benim için. Halen külliyatının yarısını bile okumuş değilim, her okuduğumda da birbirine yakın tatları aldığımdan biraz da yavaştan alıp aralara serpiştiriyorum galiba kitapları.


1Q84 ve İmkansızın Şarkısı yazılarını okuyanlar yalın bir dile hakim  Murakami romanları hakkında az çok bilgi sahibidir. Bu sefer ise diğerlerinden tür ve dil olarak farklı olan bir kitaptan bahsetmek istiyorum.  “Koşmasaydım yazamazdım” yazarın koşu ve yazı arasında kurduğu bağlantıya dair bir günlük gibi aslında. Girizgahım da uzaktan bu konuya da temas ediyor. Tabi bayağı uzaktan. Murakami eserlerini yazarkenki yaşadığı tıkanmayı koşarak aşarken benim okumada tıkanma yaşamam oldukça küçük bir konu gibi gözükse  de bu insanlık için küçük benim için büyük bir adım. Bulduğum çare de çok yaratıcı farklı değil, farkındayım ama napalım daha iyisini bulana kadar çözümüm bu.



Murakami bu kitapla en başta kendisi sonra da okurları için kafalardaki bir klişeyi yıkmayı hedefliyor da diyebiliriz. Edebiyat gibi bir alanda eser ortaya koyan bir yazarın dramatize bir bakış açısıyla sağlıksız hatta hastalıklı bir insan olması gerekliliği. Murakami ise “Beden çökünce, (olasılıkla) ruh da istikametini kaybediverir.” cümlesiyle karşı görüşünü belirtiyor ve yazmanın en önemli noktalarından birisinin de beden üzerindeki hakimiyet olduğunu savunuyor.


Açıkcası bir yazar olarak ne kadar hayransam bir insan olarak da Murakami’yi takdir ettim bu kitabı okuduktan sonra. Böyle bir kişisel disiplin ve tutku herkese nasip olmuyor. Benim gibi ayran gönüllü ve her başladığını yarım bırakan bir insan için bu tutarlılık bulunmaz bir nimet. Belki de yazarın bu kadar başarılı olmasının ve her kitabıyla beğeni kazanmasının sebebi, sebat ettiği bir şey azimle devam ettirebilmesidir. Motivasyon sen nelere kadirsin demeden geçemiyorum bu noktada. Düz koşudan daha ziyade her sene belli bir hedefin konduğu uzun soluklu maratonlardan bahsediyor yazar ve bitirme olgusunu büyük terbiye ile nasıl içselleştirdiğini gösteriyor farklı maraton örnekleri ile. “Koşarken, “off! Başaramayacağım. Artık içim bitti!” diye düşünecek olursanız, “acı” kaçınılması zor bir gerçektir, ama “işinin bitip bitmediğini” düşünmek nihayetinde kişinin kendi tasarrufundadır. Bu sözün maraton dediğimiz mücadelenin özünü yakaladığı kanısındayım.” Paragrafında belirttiği gibi acı kaçınılmazdır ama acı çekmek bir seçim meselesidir. İngilizce tabirle “Pain is inevitable. Suffering is optional.”


Kitabın hep etrafında dolaşıyormuşum gibi bir his var içimde ama kitabın özelliği de bu. Edebi bir yapıt olmadığından sizi içine çekmiyor, Murakami’nin günlüğünü okur gibi hissediyorsun ama insana-spor ya da yazma- yapmak istediği şey neyse onu yapması  için ilham verdiği inkar edilemez. Kişisel gelişim kitaplarının gereksizliğini düşünen benim gibi bir insan için bu kitapları okumak yerine bunu okumanızı önermek de yerinde olacaktır. Verdiği en önemli mesajlardan birisi ise şu cümlelerde gizli; “Zaman ve enerjiyi ne şekilde dağıtabileceğimize dair bir sıralama gerekiyor. Belli bir yaşa kadar böylesi bir sistemi kendi içimizde oturtamadığımızda ömür denilen şey, odağından yoksun, amaçsız bir hale geliveriyor.”


Bir diğer enteresan olan ise kitabın Japonca ve İngilizce isimleri ile bir tekerleme dünyasında hissettirmesi. Japoncası “hashiru koto ni tsuite  kataru toki ni boku no kataru koto” aynı anlama gelen İngilizcesi “what I talk about when I talk about running". 1Q84 de olduğu gibi bu kitabın isminde de bir gönderme söz konusuymuş, Raymond Carver’in “what we talk about when we talk about love” isimli kitaba başka bir referansı da var mı merak ettim doğrusu. En kısa sürede bu kitabı da okuyup yorumumun formatını yükseltmeyi düşünüyorum sevgili okuyucu. Herkese istediği şeyi bulduğu, en azından bulmak için arayış içinde olduğu ve kararlılıkla ona ulaşmak için çalıştığı, dolu dolu bir ömür diliyorum.

05 Haziran, 2014


"Vapurun içinde tek kadındı. Tek biletsizdi. Fakat Kadıköy iskelesine vapurdan ne kadar bilet varsa o kadar adam çıktı. Ne fazla ne eksik." - Kim Kime isimli öyküden.

Her şey bir Burgazada ziyaretiyle başladı. Beğenmeyen Okumasın ekibinden Merve ile Ada’nın sakin sokaklarını yürürken Sait Faik Abasıyanık’ın, Darüşşafaka Cemiyeti tarafından müzeye çevrilmiş evini de ziyaret etmek istedik.

Sait Faik’in yazdığı, uyuduğu, muhteşem manzaraya dalıp gittiği, kısacası yaşadığı odaları dolaşırken, duvarlara yerleştirilmiş fotoğraflarına bir süre baktıktan sonra verdiğim ilk tepki şu oldu: Bu adam hayatımın aşkı olabilirmiş. Evet, itiraf ediyorum ki, Sait Faik'e sadece evinde dolaşıp fotoğraflarına bakarak aşık oldum o gün. Tabii bu aşkın doğal sonucu olarak, aslında hayatımın aşkını bulmadan kaybettiğim de söylenebilir. İmkansız aşklarım ve ben...
O günden sonra, biraz abartarak da olsa kafamda idealize ettiğim Sait Faik’i daha yakından tanımaya karar verdim. Şimdiye kadar onun sadece Kayıp Aranıyor isimli romanını okuyup burada da yazmıştım. Ziyaretin ertesi haftası gidip Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan basılan Sarnıç ve Son Kuşlar isimli öykü kitaplarını aldım. Bugün, içinde on altı adet hikayenisinin bulunduğu "Sarnıç"tan bahsetmeye çalışacağım.


Sait Faik'in tek başınalığını, gel gitlerini, özlemlerini ama yine de umudunu gördüm ben bu öykülerde. Kullanımını ilk kez, bu kitapta yer alan Bir Karpuz Sergisi hikayesinde gördüğüm 'yoksuzluk' var bu hikayelerde. Oldukça yalın ve sıcak anlatımında satır aralarında da olsa aşk da var yazdıklarında; ancak genel ve temel olarak öyküleri okurken ve okuduktan sonra bana kalan his sakinlik oldu. Evet, sakinlik... Öykünün konusu ne olursa olsun, Sait Faik kelimeleri o kadar yumuşak ve yalın seçmiş ki, okurken içime işleyen sakinlik ve huzur hiç gitmedi. Söz gelimi, babasının otuz yaşındaki ikinci eşi için ısrarla "annen" diye bahsetmesine çok kızan kırklı yaşlarındaki Rüstem'i, onunla arası kötü olan ablasını ve tüm bu kişilerin, doğum sancısı çeken bir kadının başında birbirlerine sopa ile vurarak kavga etmesini anlatışını okurken bile rahatsızlık duymadım. Bu bağlamda Sait Faik'in "büyülü" bir kalemi olduğunu söylemek sanırım abartı olmaz. Genelde Burgazada ve İstanbul'da geçen bu hikayeleri, konu bağımsız olarak okurken içime yer eden sakinlik hissinin başka bir açıklaması olamaz.

Loğusa isimli bu öykü dışında, kitapta yer alan birkaç öyküye de değinmek istiyorum. Kitaba ismini veren Sarnıç adlı öyküde eski yaşamını özleyen, eski bir dostuyla geçmişten bahsederken gözleri yaşaran, ortalama bir adamın geçmişle ilgili sorgulamaları, o günlere ait anıları ve kendisinde aradığını bulamayan eşinin, babasının evine geri taşınması var örneğin. Altını en çok çizdiğim öyküsü bu oldu diyebilirim. "Geçmiş hep daha güzel olmaya devam edecek." düşüncesini benimseyen şahsımın da ara sıra "Acaba geçmişi gözümde çok mu büyütüyorum?" şeklinde sorguladığım konuyu sorgulamış bu hikayede. "Niçin? Sanki o günler şimdiki kadar güzel miydi? Acaba o günler de bugünküler kadar durgun değil miydi?" diye sormuş ama sorunun cevabını vermemiş maalesef ve özlemeye devam de etmiş öykü boyunca. Genelde bu gibi cevapsız sorular sorduğundan da bahsetmiş zaten "Sarnıç"ta. Bu sorulara bir örnek olarak "Bu dünya insan için kafiydi. Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahluktu. O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı?" sorusu verilebilir sanırım. "Bu soruya cevabı olan var mıdır?" diye sorarak, ben de cevapsız sorulara bir tane daha ekliyorum.
Kafasında karpuz sergisi açmak hayali olan ama "yazın bütün güzelliğini görebilmek için" çalışmamak yönündeki arzusu "iradesini almış, birlik olmuş, dost olmuş" bir adamın hikayesini okudum Bir Karpuz Sergisi'nde. Kim Kime'de ise, ölen eşinin cenazesini Ada'nın en tepelerindeki evinden aşağı indirmek için kapı kapı dolaşarak yardım isteyen ama aradığı yardımı bulamayınca eşinin cenazesini uçurumdan aşağı atmak zorunda kalıp biletsiz olarak Kadıköy vapuruna binen bir kadını okudum. Yukarı da alıntı yaptığım gibi, vapurdaki tek biletsiz kadın oydu ve vapurdan bilet sayısı kadar adam inmişti. Burada melankoli düzeyinize göre, kadının vapur yolculuğu sırasında intihar ettiğini ya da vapurdaki adamların hepsi biletli olduğu için, vapurdan bilet sayısı kadar adamın inmiş olmasının normal olduğunu düşünebilirsiniz.

Sait Faik'i derinden tanıma yolculuğuma geç de olsa başladım. Burada Sarnıç'taki tüm öyküleri yazamasam da, en azından kendisinin tarzı ve anlattıklarıyla ilgili bir fikir verebilmiş olmayı umuyorum. Yazımı, Burgazada'da yaşadığı evde çektiğim fotoğraflarla sonlandırırken, keşfedilmesini ve kalabalıklaşmasını çok da istemediğim Ada'ya gidip Sait Faik'in müze evini gezmenizi tavsiye ediyorum.



Evin girişi. Bahçesinde önce bir Sait Faik heykeli karşılıyor bizi. Bahçenin yan tarafında ise ziyaretçilerin not ve mektuplarından oluşan minik bir sergi yer alıyor. Bu mektupları okurken çim sulama fıskiyelerinden ıslanmamaya dikkat edin :)

Sait Faik'in yatak odası

Evin en üst katından görünen muhteşem manzara. Hikayelerini bu manzaraya bakarak yazdığını hayal etmek bile güzel.

31 Mayıs, 2014

Carlos Fuentes’in dilini sevmiştim, Diana'yı ve Körlerin Şarkısı'nı okuduktan sonra...


Biraz feminist yönüm kabarınca, “sen nasıl olur da bir kadının özel hayatını bu kadar gözler önüne serersin?” diye hayıflanmıştım Diana'yı okuduktan sonra. Ama Sezar’ın hakkı Sezar’a... Fuentes gerçekten çok güzel bir edebi ve ebedi dili olan Meksikalı bir yazar. Uzun zamandır farkına varamadığım ve tadına varamadığım o güzel edebiyat zevkini bana yeniden yaşattı. Gerçekten de bu yüzden kendisine bir teşekkür borçluyum. Kendisi 2012 yılında vefat etmiş olmakla beraber bir sürü romana imza atmış, kısa hikayeleri ve filmlere uyarlanan kitapları var...
Fuentes bu kitabında renkli bir anlatımla İspanyolların 19.yy’da Latin Amerika’da yaşadıkları ve yaşattıkları hezimeti anlatır. Kolonilerden ellerini ayaklarını çekmek istemeyen İspanyollar iki güçle karşı karşıyadır: Kızılderililer ve devrimciler. Devrimciler Fransız yazarlarını ve düşünürlerini okuyarak büyümüşlerdir. Diderot, Voltaire ve Rousseau. Yazar sık sık Rousseau’ya atıfta bulunur.
Fakat siyahların yasaca eşit hale gelse de bu yasaların uygulanmayacağını anladığı zaman umutsuzluğa kapılır. Hani Rousseau eşitlik ve özgürlük demişti.
Hani biri olmadan biri olmazdı, hayal kırıklığına uğrar baş kahraman. Özgürlük olacak ama eşitlik olmayacak mı şimdi? diye sorar kendine.

"Meksika ve Peru'daki gibi maden bile yok. Bizde tek var olan şey sahtekarlık -deri, yün, tuzlu et, donyağı bol ama bunlar ancak Madrid'de saptanan kotalara göre pazarlanabilir, bu yüzden dışsatım bile Buenos Aires'te yasadışı bir işe dönüşüyor."

Özellikle de Baltasar’ın saf başına vurmuştur bu tutku. Bu devrim tutkusu aynı zamanda aşk tutkusuyla birleşir ve Baltasar’ın başını ağrıtır. Baltasar İspanyol soylularından güzel bir hatuna aşık olmuştur hem de sadece belini ve güzel poposunu gördükten sonra. Bir de sarı saçlarını tabii. Kokusunu bile duymamışken, güzel kokusuna atıf yapar romantik karakter... Bu İspanyol soylusunun daha yeni bir bebeği olmuştur. Fakat devrim öncüleri bu beyaz bebeği o zamanlar köle doğmak ve köle olmaktan başka şansı olmayan siyah bir bebekle değiştirirler. Bunu yapan aslında Baltasar’dır. Baltasar bu yaptığına bir yandan da pişman olur çünkü aşık olduğu kadının bebeği siyah bebeğin büyüdüğü şartlarda büyüyecektir ve o kadın bir anne olarak ağlamaktadır beşiğin başında ve Baltasar da bunu görür... O zaman işte bebeği annesine kavuşturmak her ne kadar yapmış oldukları bu devrimsel harekete karşıt olsa da onun için istenen bir sonuç olur.

Baltasar bir yandan Ofelia Salamanca’nın güzelliğinin hayaliyle baş edemeyedursun, babası onun rençperlik yahut çiftçilikle uğraşmasını istemektedir. Kızkardeşi onun olmadığı her şeyi temsil eder, hırçın, kızgın, katı Katolik, ev işlerini yapan ve sürekli şikayet eden, aile değerlerine bağlı vs. Kız kardeşi Sabrina’nın öfkesine hep sakinlikle karşılık verir ve ona der ki “Unutma ki her evde bir bencil bir de fedakar çocuk vardır. Sen babama bakacaksın.” Sabrina “ben de gitmek istiyorum, babamın bir sürü çocuğu var” diye karşılık verir ama ne fayda... Yazar burda başkahramanın kızkardeşine karşı yaptığı haksızlığı, bencil ve fedakar çocuk ikilemiyle biraz olsun aklar...

Baltasar gider Buenos Aires’teki cuntacılarla birlikte İspanyollara karşı hareket etmeye kalkışır. Ama siyasi ortam bir hayli karışmıştır.

"Baltasar Bustos Yukarı Peru'ya İspanya ile Bağımsızlık Dönemi arasındaki boşlukta varmıştı. İspanyol güçleri hemen yurtsever subayları kesmişlerdi, yurtseverler de kralcıları. Ama öç genişliyordu: Sömürge yönetimi kurşuna dizicilerle daha iyi adaylar öneriyordu- karargah levazım subayları, hapishane müdürleri, yargıçlar (sürekli ve gezici mahkemelerin), noterler, basit katipler, mahkeme edilmeden Potosi Alanında kurşuna diziliyordu." (s.71)

Gidip kızılderililere demeç vermesi gerekir, hemen onu atın üzerine bindirirler. "Eğer ata binmezsen sana güvenmezler, seni kaale almazlar" diye onu ikna ederler.



İşte o atın üstünde demeç verirken ve kızılderililerin bağlılığını isterken... cunta temsilcisinin karşısında kızılderililer eğilirler, o da atından iner ve onlarla yumuşak bir sesle konuşmaya başlar. O zamanki duygularından sonradan pişman olur, çünkü bir an olsun o da diğerlerinden farksız olarak onlara hükmetmenin tadının farkına varmış ve bu güçten sarhoş olmuştur, lakin bu konuşmadan çok kısa bir süre sonra hastalanır ve bekaretini de bu hülyalı ve hastalıklı gecelerinden birinde kaybeder. Halbuki bekaretini Salamanca için saklamaktadır. Tüh ne yazık, demez okur da yazar da bu sırada ama Baltasar saftoroz kafasından bir türlü vazgeçmez ve tüm kitap boyunca onun bu tatlı saflığı insanı hem eğlendirir hem de hikayeleri güzelleştirir. Kızılderililerden bir tanesi onu geleceğin şehrine götürür, Baltasar hayal gördüğünü zanneder... Hayallerle gerçeğin birbirine karıştığı kitaplar benim en sevdiğim kurgulardır ve bu yüzden olsa gerek Latin Amerika Edebiyatı'nın verdiği gönül bolluğunu hiçbir yerde bulmak mümkün değil.

Size kitabın sonrasını anlatamıyorum. Fakat şunu belirtmek istiyorum ki o zamanlar sömürgelerdeki kızılderililer maden işçisi olarak kullanılıyorlarmış, bunu bilmiyordum. Bunu da unutturmamak için yazıyorum:

"Mita bu ülkenin büyük gerçeği büyük lanetidir ta Kızılderilileri madenlerde zorla çalıştırma yetkisidir. Kızılderililerin pek çoğu aslında kaçar ve tarım işletmelerine sığınırlar, işletmelerin sahipleri mita sahipleriyle karşılaştırıldığında Françesko tarikatçıları gibi görünür." (s.78)




92. sayfasında kaldığımı 235 sayfalık bu kitabı okumayı ve bitirmeyi dört gözle bekliyorum... bitirir bitirmez geri kalan yorumlarımı anlatacağım. Fakat her şeyden önce gerçek bir edebiyat sever iseniz Fuentessiz olmaz diyor, yaşasın Latin Amerika Edebiyatı, bence Rus Edebiyatı ile yarışabilecek, İngiliz Edebiyatı ile boy ölçüşecek bir edebiyat varsa işte bu Marquez, Vargas Llosa, Allende ve de Fuentes’dir diyorum. Bir de Cortazar, diyorum. Başka da bir şey demiyorum. Çünkü Cortazar’ a hakim değilim.
Hepinize hayal gücü zengin bir haftasonu dilerim...