17 Ekim, 2012

Peyami Safa, Fatih-Harbiye
Ötüken Yayınları

Türkiye’de batılılaşma, ya da batıcılık ideolojisi dendiğinde en sevdiğim ve en ilginç bulduğum kişi, eksantrik düşünce adamı Dr. Abdullah Cevdet’tir. Kültüre, dine, kadına, işçi haklarına bakış açısı yaşadığı dönem Osmanlı-Türk toplumunun genelinden epey farklı olan Abdullah Cevdet 1932’de ölmüş, farklı düşünceleri sebebiyle halkın tepkisini çok çekmiş olduğundan, cemaat kendisinin cenaze namazını kılmak istememiş, ancak bir kişinin araya girmesiyle, cenazesi geleneklere uygun bir biçimde kaldırılmıştır. Abdullah Cevdet bugün çok az kişi tarafından bilinmektedir, ama kendisinin cenaze namazı için cemaatten ricada bulunan kişiyi hepimiz tanıyoruz: Peyami Safa.

Söze bu küçük tarihsel anekdotla başlamak istememin sebebi, Peyami Safa’nın da Türkiye’nin batılılaşma serüvenini eserlerinde problematize etmiş olmasıdır. Bu eserlerin en önemlilerinden bir tanesi de kuşkusuz 1931 yılında yayınlanan Fatih-Harbiye’dir. Bugün Türkiye tarihine ilişkin yapılan tartışmaların niteliği göz önünde bulundurulduğunda, bu romanın boyut değiştirse de, öz olarak hala güncelliğini koruduğunu söylemek sanırım çok da asılsız olmayacaktır.


Eser ana karakter Neriman’ın iki farklı dünya arasındaki gelgitleri üzerinden kurgulanmış, aslında Doğu ve Batı kültürü karşılaştırması yapan, Türk insanının içinde bulunduğu düşünülen kimlik karmaşasının küçük bir çözümlenmesinden oluşmaktadır. Kitaba ismini veren Fatih alaturka yaşam biçimini simgelerken, Harbiye ise anlaşılacağı üzere alafrangalığı temsil etmektedir. Neriman, Fatih’te oturan, alaturka bir biçimde yetiştirilmiş, ancak alafranga olmaya çalışan genç bir kızdır. Fatih onun için eskiyi, köhneliği ve çirkini temsil ederken, Harbiye güzelliği, yeniliği ve canlılığı temsil etmektedir. Romanın olay örgüsünde Neriman, Fatih’teki sevgilisi Şinasi’den uzaklaşır, Harbiye’li Macit ile bir gönül bağı kurar. Neriman her ne kadar istediği yaşam tarzını simgeliyor diye Macit’le yakınlaşmaya çalışsa da, dinlediği bir hikâyeden (ki bu hikaye zengin adamı seçip ömür boyu mutsuzluğa mahkum olan bir Rus kızından bahsetmektedir) etkilenir ve sonuçta Şinasi’yi seçer. Böylece, aslında Fatih kazanmış olur.
Bilindiği gibi romanın yazılmış olduğu yıllar, Türkiye’nin modernleşme sürecindeki en hızlı dönemidir. Bu bağlamda, Safa, Fatih ve Harbiye ikiliğini yaratarak, bu modernite sürecinin deyim yerindeyse iyi ve kötülerini okuyucuya yansıtmaktadır. Aslında bu tutum, akademik ve siyasi arenayı bir tarafa bırakırsak, sanatın her dalında sık sık kullanılmış, Türkiye’deki klasikleşmiş muhafazakâr tutumun bugün hala başvurduğu bir yöntemi ortaya koyuyor. 1931’de Fatih-Harbiye adlı eserinde Peyami Safa Neriman’ın “medeni yaşama” isteğinin serüvenini bence okuyucuda bir tiksinti uyandıracak şekilde yazmış ve zaten sonuçta da Fatih’i muzaffer eylemişken, aynı düşünce akımı yaklaşık 200 sene kadar “batının teknolojisini alıp, kültürünü almamak” mottosunu tartışmış, bu söylemin bir sonucu olan kimlik bunalımı da nice sanat eserini süslemiştir. Şimdi eğer bu yazıyı okuyan biri, tek derdi iki farklı adamı seçmek ve biraz da balolara katılmak olan Neriman’ın arkasından bu kadar lakırdı etmeye gerek var mıydı diye sorarsa, haklı bir sorudur diyebilirim. Ancak, sebebini de, 1800’lerde başlamış olan tarihsel bir süreci ikilikler kurarak ya da teknolojinin kopyasına indirgeyip, kültürüne sonuna kadar karşı çıkarak resmetme durumunu ikiyüzlü ve çelişkili bir tutum olarak görmem şeklinde açıklayabilirim. Kültür nedir? Değişmez midir?  Zıtlıklar aslında o kadar zıt mıdır? Fatih’teki evlerde sadece yer minderinde mi oturulur? Yoksa Harbiye’de hiç ud çalan yok mudur? Teknolojiyi üreten de bir kültür değil midir? Ve üretilen/kopyalanan teknoloji yaşam biçimini de değiştirmez mi? Elbette bu soruların cevabı kişiye göre değişecektir, ama bu zıtlıklar üzerinden Türk kimliğini ve Türkiye’yi anlama ve anlatma telaşının değişeceğini sanmıyorum.

Son olarak şunu söylemek istiyorum, Fatih-Harbiye Neriman’ın buhranını buram buram bir zıtlıklar silsilesi şeklinde anlatıp, olağanlaşsa da, kendisini benzerlerinden ayıran tarafı, başarılı bir biçimde kullanılan dilidir ve en azından bu bakımdan övgüyü hak etmektedir.


Ve not: Hala güncel olan bir tartışma konusunda fikir beyan ettiğim için, bu fikirlerin sadece bana ait olduğunu, diğer blog yazarı arkadaşlarımın belki de bana hiç katılmayacağını burada belirtme ihtiyacı hissettim.

30 Eylül, 2012

 
 
"Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?.."
....
"Hayatın bundan ibaret olduğunu zannettiren bilgisizliğimin yerini şimdi, dünyada başka türlü de yaşanabileceğini bir kere öğrenmiş olmanın azabı tutuyordu."
....
"Sadece müteessirdim. 'Bunun böyle olmaması lazımdı.' diyordum."
...
"Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu."

Bu defa riskli bir işe kalkışıyor gibi hissediyorum kendimi; çünkü benim için kutsal niteliktedir "Kürk Mantolu Madonna". Biliyorum, ne yazarsam yazayım eksik olacak ve haksızlık etmiş olacağım kitaba. Ama yine de yazmayı seçtim.

"En tahammül edemeyeceğim şey merhamettir..."

Bu kitabın çok özel olması ve içinde kendimden çok şey bulmam için birçok nedenim var. Öncelikle “Sen Allah’ın bana vermeyi unuttuğu kardeşimsin bence.” yazılı bir notla hediye edilmişti bana. Ve her okuduğumda (kaybolduğumda, bunaldığımda, ürktüğümde, saklandığımda) tekrar tekrar anladım ki, ben aslında hem Raif’tim hem Kürk Mantolu Madonna. Hem onlarınki kadar büyük bir sevgiye özeniyordum ve böyle bir sevgiyi bekliyordum hem de artık bazı şeyler kolay olsun, herkesinki gibi olsun istiyordum. Tabii ki sadece bu değil; içimde hep hissettiğim ama kelimelerle şekil alamamış birçok cümle vardı bu kitapta, yaşadığımız dünyaya ve o dünyanın insanlarına dair... Sadece bir aşk kitabı değildi bu, hayatımın cümlelerinin yazılı olduğu, okurken kendime sürekli “yalnız değilim işte” dedirten bir kitaptı.

Gerçekten anlayabilen, gerçekten düşünebilen, gerçekten hissedebilen ve ‘basit insanlarda olduğu gibi, kederden sevince, heyecandan sükûnete kolayca geçemeyen’ derinlikli kişilerin anlayabileceği bir kitap olarak görüyorum Kürk Mantolu Madonna’yı. ‘Her şeyin her şeyi olduğu gibi kabul ettiği’ bir dünyada Nietzsche’nin tabiriyle “sığ zihinli olan” bir kişi okuyunca bir aşk romanı olarak yorumlayabilir ki bu da kitaba yapılacak en büyük hakaretlerden biridir.
İnsanın tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek de çabuk alışıp katlanabileceğini söylüyor Raif, bunun böyle olmaması lazımdı, diyor ama ekliyor: “Demek böyle olması icap ediyormuş.” Kaderci düşünmenin bazen insanı rahatlattığına, hatta delirmenin eşiğinden döndürdüğüne inanan ben, Raif’in bu cümlesiyle rahatlıyorum. Biz bilmesek de her şeyin bir nedeni  varmış ya hani... Ama yine aynı Raif, oldukça gerçekçi bir bakış açısıyla hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını da söylüyor. Geç tanıştığımız, ama varlığını sevip hayatımızın merkezine aldığımız; bizim için artık var ve vazgeçilemez olan; bu yüzden de sonsuza kadar var olacağını sandığımız  şeylerin bir sonu olabileceğini hatırlatıyor. Sebepsizce gelen iç sıkıntısının geldiği gibi yine sebepsizce gideceğine inanan ben, içeriği farklı ve iç sıkıntısına görece çok ağır olsa da, Raif’in “Bir imkân, mevcudiyetine ihtimal bile vermeye cesaret edemediğim bir imkân, boş ve manasız akıp giden ömrümün yanına kadar sokulmuş ve sonra, birdenbire, geldiği kadar ani ve sebepsiz, çekilip gitmişti.” cümlesini çok iyi anlayabiliyordum. Boş ve manasız akıp giden bir ömrün yanına kadar sokulan imkânın yarattığı umut hala ayaktayken, o imkân çekip gidince geriye kalanlarla devam edebilmek için nasıl bir mücadele gerektiğini görüyordum Raif'in cümlelerinde. Özendiğim aşkı o kadar güzel anlatıyordu ki “Bir insanın bir diğer insanı, hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün olabiliyordu? Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi?” diye sorarken.

Kürk Mantolu Madonna’nın mevcudiyetiydi o… 'Boğulacak kadar yalnız, hasta bir köpek kadar yalnız, erkeklerin küstahça gururlarından tiksinen, hiçbir şeyi kendini erkeklere beğendirmek için öğrenmemiş olan' Maria’nın mevcudiyeti… Maria kendisinin, benim kendim için hep söylediğim gibi, ‘dünyadan ziyade kendi kafasının içinde yaşadığını’ söylüyordu. Ve aslolanın yalnızlık olduğunu… Ona göre insanlar ‘sadece belirli bir seviyeye kadar birbirlerine sokulabilirler ve gerisini uydururlar. Kürk Mantolu Madonna’ya göre “Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka”ydı ve aşk, işte bu istemekti. Aşkın büyüklüğü daha iyi nasıl anlatılabilirdi ki? Birine “Seni seviyorum… Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum.” demenin anlamını kaç kişi biliyordur ki? Diyorum ya, okuduklarım o kadar 'ben' ki, hem Raif hem Maria yukarıda bahsettiğim "yalnız değilim işte"leri söyletiyordu bana.


Raif’le Maria ilişkisinin, Raif’in “Ve bir gün her şey bitti.” cümlesinde anlattığı gibi basit ve net bir şekilde bitişi, hiç bitmeyecek sanılan, var zannedilen şeylerin bir anda yok olması ve bilinmeyen, sonradan öğrenilen, ağlatan gerçekler… Her sıkıldığımda, ruhum her bunaldığında elime aldığım "Kürk Mantolu Madonna"m ve onun hayatı sorgulatan soruları…Bitirirken ben de soruyorum: “Ben neyim? Ruhum, bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyor?”


26 Eylül, 2012

Beğenmeyen Okumasın ekibi, Zorba ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nden sonra Nietzsche Ağladığında buluşmasını gerçekleştirdi! Kitapla ilgili çok farklı yorumlar yapsak da, sanırım ortak paydamız şuydu: 19. yüzyılda Viyana güzel bir yerdi!

Not 1: Grubun bir diğer üyesi Aysun Kıran Londra'ya doktora yapmaya gittiğinden, toplantılarımıza katılamayacak. Ancak umuyorum ki, yazılarına devam edecek. Başarılar diliyoruz. 

Not 2: Bu fotoğrafın çekildiği yer, pilavdan karınca çıkınca "karınca yürüyen bir hayvandır" diyerek geçiştiren, çay istediğimizde "bu saat oldu demleyemeyiz" diyen Klemuri'dir.

Not 3: Gözde'nin elindeki Kindle'dır. 




 Bir Adım - Bir Nefes- Bir İş

 Size bahsetmek istediğim kitap, aslında bir çocuk kitabı olarak geçen ama bana sorarsanız hepimiz için yazılmış olan Momo. Momo'nun yazarı Dilek Şurubu ve Bitmeyecek Öykü'nün de sahibi olan Michael Ende. Kabalcı Yayınları tarafından basılmış ve Leman Çalışkan tarafından Türkçe'ye çevrilmiş.

Kitap neresi ya da ne zaman olduğu bilmediğimiz ama günümüze çok yakın bir zamanda ve çok tanıdık yerlerde geçmektedir. Roman - ya da masal nasıl adlandırmak isterseniz-  Momo adlı küçük bir kızın, Zaman Hırsızı - Duman Adamlar'a karşı verdiği mücadeleyi anlatır. Asıl mesele zamanı tasarruf etmektir ama buradaki zaman tasarrufu öyle sandığımız gibi naif bir kıymet verme değildir.

Momo küçük bir kızdır ama herkeste olmayan çok değerli bir yeteneğe sahiptir. O, dinlemeyi biliyordur. Hem de öyle iyi bir dinleyicidir ki, insanlar onunla konuşurken sorunlarına çözümler bulur, yeni fikirler geliştirir ve rahatlarlar. Hatta Momo'nun yaşadığı yerde  bununla ilgili sorunu olan ya da canı sıkılan insanlara söylenen bir de deyim ortaya çıkmıştır, "Git bir Momo'ya uğra".

Duman Adamlar ise, insanlara gelerek "zamanlarını hiç de iyi kullanmadıklarını", "çok zaman kaybettiklerini", "zamanı biriktirerek sermayelerini arttırabileceklerini" söyleyerek kandırırlar. Ve bunu gerçekleştirmek içinse; "biraz daha hızlı çalışıp gereksiz şeylerin bırakılması, bir müşteri için yarım saat yerine on beş dakika ayrılması, zaman alan sohbetlere dalınmaması, hele değerli zamanı öyle şarkı söylemek, okumak ve sözde dostlarla konuşmak gibi şeylerle ziyan edilmemesi gerektiğini" öğütlerler. İnsanlar bu öğütleri içselleştirir ama asla Duman Adamları hatırlamazlar zaten işin püf noktalarından biri de budur, Zaman Hırsızlarının fark edilmemesi!    Bu durumun tek istisnası ise Momo'dur. Momo Duman Adamları hatırlamakta ve sevdiklerini onlara karşı korumaya çalışmaktadır. Bu da Momo'yu Zaman Hırsızları'nın baş düşmanı haline getirir.

Kitabın aslında ne demek istediğini uzun uzadıya anlatmaya gerek olduğunu düşünmüyorum çünkü derdini çok güzel ve net ifade ediyor. Öyle uzun cümlelerle dolu, şatafatlı bir dili yok; gayet yalın ve akıcı bu açıdan da kitap "zamanınızı çalmıyor" hızlıca akıp gidiyor.

Bana sorarsanız zamanın yetmediğinden şikayet edip duruyorsanız, mutsuz ve asık bir suratla tüm gün etrafta dolaşıyorsanız Momo'yu okumalısınız.




25 Eylül, 2012

Şahane Hatalar, Heather McElhatton,
April Yayıncılık

Bu yaz birkaç günlüğüne yanıma herhangi bir eşya ya da kitap almadan kuzenimin yazlık evine gittiğimde, evde bulunan kitaplardan biriydi "Şahane Hatalar." Normalde çok satan kitaplardan okumak pek tarzım değildir ama bulunduğum her yerde bulduğum kitap/gazete/dergiyi okuma huyundan muzdarip olduğum için, bu kitaba da bir göz atayım dedim. Eskiden yazlıklarda çok eskiden kalma, ciltli, sayfaları küflenmiş Jules Verne ya da John Steinbeck  kitapları bulunur ve bunlar genellikle 10-15 sene önce oraya götürülmüş ve orada unutulmuş kitaplar olurdu, bu bakımdan yazlıkta best-seller okumak benim için oldukça yeni bir kavram. (Şu an düşünüyorum da, gerçekten 1990'lar çocuğu olmak kolay atlatılacak bir şey değil!)


Tabii ki öncelikle kitabın ön ve arka kapağında yazılanları okudum. Arka kapakta, Newsweek "Başroldesiniz, hakkını verin!" diye buyururken, NY Times "Raydan Çıkmaya Hazır mısınız?" diyerek bir maceranın başlangıcını müjdeliyordu. Tüm bunlar aslında şunu anlatmaya çalışıyor: Şahane Hatalar'da kitaba başlıyorsunuz, her bölümde size hayatınızın nasıl devam edeceğiyle ilgili iki seçenek sunuluyor, seçtiğiniz yola göre, kitaba farklı bölümlerden devam ediyorsunuz. Aslında eğlenceli, ama kesinlikle zekice değil. Böyle bir kurguyla güzelce yazılmış bir kitap gerçekten de insanı keyifli bir yolculuğa çıkarabilirdi. Ancak, sanırım ki, yazarın kurgusuna çok güvenerek, kitabın geriye kalan kısmıyla hiç ilgilenmemesi, Şahane Hatalar kitabını vasatın vasatı haline getirmiş. Bu bağlamda demek istediğim, bu kitaba ayıracağınız dakikalarda spor yapın, daha faydalı!

Seçimleriniz sonucunda ulaştığınız finali beğenmiyorsanız baştan başlayabileceğiniz bu kitabın benim için hazırladığı sonu da burada paylaşmak istiyorum. Lisans sonrası akademik kariyeri seçerek (çok yaratıcıyım!) bilim insanı olmaya karar verdim, sonrasında işim ve sevgilim arasında kaldım, işimi seçtim. Bilim insanı kişiliğimle, her türlü ünvandan vazgeçerek insani yardım işleri için Afrika'ya gittim, oradaki bir patlama sonucunda da hayatımı kaybettim. Kısa ve öz bir yaşamım oldu. Bu sonu beğenerek, kitaba yeniden başlamadım, çünkü kitabı benden önce okuyan iki kişiden biri uyuşturucu bağımlısı, bir diğeri de hayat kadını olmuştu... Afrika'da insani yardım işlerinde çalışırken ölmek bana biraz daha anlamlı geldi!

Kısaca, henüz mutlu bir sona kavuşan yok, ama ille de okuyacağım diyorsanız, tabii ki seçim sizin. 

25 Ağustos, 2012


Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları, 
İthaki Yayınları, 20. basım, 2005


Bugün biraz kütüphanenin önünde durmak biraz da düşünmek suretiyle “acaba Türk edebiyatında en çok hangi yazarların kitaplarını okudum” diye küçük çapta bir beyin fırtınası yaparken, gözlerim yan yana duran iki kitaba takıldı: Kemal Tahir’den Esir Şehrin İnsanları ile Yakup Kadri’den Sodom ve Gomore. Konu bakımından birbirinden çok uzakta olmayan bu iki kitaba bakarken, en çok okuduğum iki yazarın da kendileri olduğunu fark ettim. (Evet, biraz arkaik bir yapım olabilir, kabul!)  İki eser de, çok farklı iki üslupla yazılmış olsalar dahi ele aldıkları dönem bazında epeyce kesişmektedir ve büyük farklılıklara rağmen aslında ikisinin de üstüne basa basa anlatmaya çalıştığı bazı noktalar temelde aynıdır. Ancak bu yazıda, Yakup Kadri’yi bir başka sefere öteleyerek, Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları kitabından bahsetmek istiyorum.

İlk kez 1956’da okuyucuyla buluşan Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı ile birlikte“Esir Şehir Üçlemesi”ni oluşturuyor. Üçlemenin içinde en severek okuduğum bu kitap, temelde romanın ana karakteri Kamil Bey’in çevresinde gelişen olaylar üzerinden özellikle mütareke dönemi İstanbul’unu, şehrin aydınlarını, basınını ve üst sınıfının durumunu anlatır. Mütareke döneminde İstanbul deyince, hep aklımıza işgal güçleriyle iş birliği yapan, Anadolu hareketini küçümseyen, memleket işgal altındayken, balolar tertip eden bir üst sınıf aydın zümresi akla gelir. Yukarıda bahsettiğim Sodom ve Gomore bunun tipik bir örneğidir. Esir Şehrin İnsanları’nda ise Kamil Bey’in eşinin ailesi çerçevesinde benzer bir zihniyet görmek mümkünken, asıl vurgu Kamil Bey’in de dâhil olduğu bir grup Osmanlı aydınının direnişe olan katkısındadır. Kamil Bey, kendisine başka fırsatlar, yani kısaca daha rahat bir yol sunulmuşken, kendisine “doğru” görünen yolu seçer, idealist davranır, direnişe katılır ve hapsi boylar. Kısaca, mütareke İstanbul’unda, tehlikeli olduğunu bilseler dahi, yollarından dönmemiş bir aydın zümresi, Anadolu hareketi için bir şeyler yapmaya çalışır. Ve bu olaylar zinciri Kemal Tahir’in akıcı ve yalın dilinden anlatıldığında kesinlikle okunmaya değer bir hale bürünür.

Kamil Bey’in başına gelenlerden hareketle yazıyı yazarken aklıma gelen soruyu paylaşmak istiyorum: Acaba bize “doğru” görünen yolda ilerlemenin, kolayı sevmemenin, zor olanı seçmenin her zaman ağır bir bedeli var mıdır? Belki her yerde değil, ama Kamil Bey’in topraklarında kesinlikle öyle... Kamil Bey’in topraklarında ne kadar idealist davranırsanız, o kadar hor görülür, o kadar baskı görür ve o kadar da yalnızlaşırsınız. Burada sadece kitabın aktarmaya çalıştığı gibi büyük bir meselede ortaya konan bir idealizmden bahsetmiyorum. Aksine, aile, aşk, arkadaşlık, iş ilişkilerine kadar sirayet etmiş bir anti-idealizmden, aynılaşmadan, “normal” denen ve ne olduğunu hala çözmeye çalıştığım ve sonunda kolay olan olduğuna kanaat getirdiğim olgular bütününden bahsediyorum. Her meselede ve her ortamda, idealizmin muhakkak bir bedeli de beraberinde getirdiği bu toplumda, bu kitabın beni aslında hedefi haricindeki bu düşüncelere itmesi de çok şaşırtıcı olmasa gerek. Ancak yine de, şu an yazdıklarımı çok karamsar gören ve kendi hayatının kitabı için, “bu eserin bir de diğer ciltleri var” diyerek, umudunu yitirmeyenler ve dik durmaya çalışanlar için Kamil Bey’in eşiyle konuştuğu bir bölümden alıntı yaparak noktalamak istiyorum:
“Nihayet, hepsini bir yana bırakarak cesaretin ne olduğunu bulmaya karar verdi. Sonunda şu inanca geldi: Cesur adam, o korkak adamcağızdır ki cesaret isteyen yerde, hele diğer insanların önünde korkuya yenilmez. Her şeyi sarsan korkuya rağmen dizlerini bükmemeyi, sesini kaybetmemeyi, ayakta kalmayı becerir. En garibi, bu kuvveti de ona karşısındakiler, yani kendisini korkutanlar verir. ‘Öyleyse, biz bir cesur adamız karıcığım’ dedi, ‘öyle de kalacağız!’” (s.426)

Meraklısına not: Eğer TRT'nin eskiden yapmış olduğu dönem dizilerinden hoşlanıyorsanız, Fikret Kuşkan, Emre Kınay, Başak Köklükaya gibi isimlerin rol aldığı 8 bölümlük Esir Şehrin İnsanları dizisini de seyredebilirsiniz.  


13 Ağustos, 2012

Bonbon Palas'tan Bit Palas'a

             “güzelliğini hep içten içe kıskandığı hemcinslerini yıllar sonra karşılaştıklarında solmuş, çökmüş, pörsümüş bir halde bulan bir kadının kem memnuniyetiyle baktı İstanbul’a” Bit Palas

 
Bit Palas ile ilgili yorumlarımı yazmaya başlamadan önce, bu kitabı neden seçtiğimi anlatma ihtiyacı hissediyorum. Bit Palas, Elif Şafak'ın , Şehrin Aynaları ve Mahrem'den sonra yazdığı dördüncü romanıdır. Elif Şafak'ı sevmeye devam ettiğim Araf'a kadar olan bu beş kitaplık serüven içinde Bit Palas'ın ayrı bir yeri var. Bu roman birbirinden çok farklı insanların aynı apartmanda yaşadıkları ortak hayatı anlatır. Ne anlattığından çok nasıl anlattığıdır bu romanı güzel kılan; ayrıntılar, tespitler, betimler ve çözümlerle okurken insanı kimi zaman yoran kimi zamansa güldüren yanları vardır. Ancak belirtmeden geçemeyeceğim bir şey var ki; Elif Şafak bu romanın ardından Araf adlı bir roman daha yazıp - ki bence en iyi romanı odur- sonrasında, en azından benim için, edebiyat sayfalarından çıkıp magazin hatta reklam reklam sayfalarına kaymıştır. Yine de güzel olanın altının çizilmesi gerektiğine inandığımdan bu roman hakkında hissettiklerimi paylaşmak istiyorum.



Romanda, 1966 yılında, eski mezarlar üzerine kurulu olan bir semtte Art Nouveau mimari tarzında yapılmış bir apartman olan Bonbon Palas’ta yaşayanların hikâyeleri anlatılır. Art Nouveau tarzı bilerek seçilmiştir çünkü bu tarz mimari yapılarda apartmanın her katı başka bir plana göre yapılır. Böylece her katta yaşayan insanlar bir yandan aynı mekânda yaşarken diğer yandan farklı bir mekânda yaşarlar. Bonbon palas, eski bir Rus generali olan Pavel Pavloviç Antipov tarafından karısı Agripina Fyodorovna Antipova için yaptırılır.  Pavel Pavloviç Antipov ve Agripina Fyodorovna Antipova’nın Bonbon Palas’taki hikâyeleri 1972’de son bulur ancak romanda daha geniş yer bulan apartman sakinlerinin yaşadığı tarih “şimdi”dir. Şafak’ın önceki romanlarıyla kıyaslandığında daha az katmanlı bir yapıya sahip olsa da ‘daha önce’si, ‘önce’si ve ‘şimdi’si ile farklı zamanlardan hikâyeler birbirlerine bağlanarak bu romanın kurgusuna şeklini verir.

Bit Palas’ın asıl hikâye kısmında ise, 10 dairelik bu apartmanın ortak sorunu olan kötü kokunun belirleyiciliğinde karakterler yerlerini alır. Her ne kadar kadın karakterler üzerine yazılmış bir roman olmasa da, benim için 7’sinden 70’ine mutsuz kadınların yaşadığı bir yerdir.  Örneğin; evlenip ülkesini terk ederek kocasıyla İstanbul’a yerleşen Nadya, ülkesinde böcek bilimci olarak çalışırken, İstanbul’a gelince ev kadını olmuş, ideallerinden vazgeçmiş kendini kocasına adamıştır. Bu adanmışlığın karşılığı romanda şu şekilde ifade edilir;
Önceleri geçici olarak, uygun bir iş buluncaya kadar yapacağını sandığı ev hanımlığını nasıl olup da bu kadar kısa zamanda benimseyebildiğini kendi de bilmiyordur. Bir gün eve gelen bir düğün davetiyesinin üzerindeki yazıya takıldı. Metin Çetin ve karısı Nadya’nın bu mutlu günümüzde aramızda olmasını dileriz. Boş gözlerle baktı düğün davetiyesine. Nadya Onissimovna değil, Nadya Çetin de değil. Karısı Nadya olduğunu ilk o zaman fark etti.” (s.184).

Benzer şekilde ‘7 Numara’da oturan ve temizlik takıntısı nedeniyle “Hijyen Tijen” olarak anılan kadın da kocası tarafından aldatılmaktadır ve aslında Tijen’in temizlik takıntısının kaynağı aldatılmanın verdiği kirlenmişlik hissindir.

Aldatılan kadınların yanı sıra, karısını aldatan bir diğer karakter olan Zeytinyağı tüccarının metresi olan Mavi Metres de madalyonun diğer yüzü olarak Bonbon Palas’ta yaşamaktadır.
Önceleri mavi idi, sonra metres. İkisinin arasında savrulduğu dönemler oldu. Ama bir mavi bir metres olmaktan çıkıp, hem mavi, hem metres olmaya Zeytinyağı tüccarının Bonbon Palas’ın 8 numaralı dairesini kiralamasıyla başladı. Ona bir ev açtığı andan itibaren bariz bir şekilde değişip kabalaştı adamın tavırları”(s.156)

Başta da belirttiğim gibi kadınlar üzerine kurulu bir roman değildir Bit Palas. Çöp kokusudur asıl kahramanı ve onu yenmenin batıl yolları. Belli bir karakterle özdeşim kurmak kolay olmasa da her karakterde tanıdık gelen bir yan bulmak mümkündür. Ama aynı çatı altında barındırdığı zıtlıklar ve çelişkilerle okuyucuyu düşündürmesi bakımından okumaya değer bir kitaptır.  İlk denemem olan bu yazı biraz karışık olsa da kitaptan altını çizdiğim ve sevdiğim bir bölümle bitirmek istiyorum;

''...haklı olabilirler. Endişelenmeye başladığımda, nerede ne zaman ne söylemem gerektiğini karıştırdığımda, insanların bakışlarından korktuğumda, insanların bakışlarından korktuğumu belli etmemeye çalıştığımda, tanımak istediğim birine kendimi tanıtmak istediğimde, aslında kendimi ne kadar az tanıdığımı bilmezden geldiğimde, geçmiş canımı yaktığında, geleceğin de daha ala olmayacağını kabullenemediğimde; ne bulunduğum yerde ne de göründüğüm insan olmayı içime sindirebildiğimde... saçmalarım. Hakikatten ne kadar uzaksa, yalandan da o kadar uzaktır saçmalık. yalan, hakikati tersyüz eder. Saçmalık ise, yalanla hakikati ayırt edilemeyecek biçimde birbirine lehimler.'' (s.9)

04 Ağustos, 2012

Bir yazıda Terazi burcunun başucu kitabı diye bahsediliyordu "Dorian Gray’in Portresi"nden. O yazıyı okumamdan çok sonra geçmişti kitap elime ve güzelliğe düşkün olan Terazi’nin esinlenebileceklerinden çok daha ötesini buldum bu kitapta.

Gençlik, güzellik, yaşlılık, ölüm, ahlak, dostluk, pişmanlık üzerine son derece akıcı bir anlatıma sahip, dönemine göre oldukça cesur bir kitap Dorian Gray’in Portresi. Tüm tabulardan arınmış olarak tekrar tekrar okunmayı ve üzerinde düşünmeyi hak ediyor Oscar Wilde'ın bu kitabı. Okurken, kendinizi özdeşleştirdiğiniz karaktere göre de kitaptan alacaklarınız değişiyor.

Kitapta altını çizdiğim yerlere bakınca; Dorian’ın ruh – beden arasında yaşadığı büyük ikilem ya da ressam Basil’in yoğun manevi hislerindense, Lord Henry’nin söylediklerinin çoğunlukta olduğunu fark ettim. Zaten bütün kitap Lord Henry’nin saf ve dünyalar güzeli Dorian’ın beynini ve ruhunu ele geçirişi üzerine yazılmış desem bence yanılmış sayılmam.

İlk okuduğumda, Lord Henry Dorian’ı olduğu gibi beni de ele geçirmişti. Bir gün yaşlanacak olmayı hala kabullenememiş biri olarak, benim yerime yaşlanacak ve buruşacak bir portre fikri çok cazip geldi.  Çünkü Lord Henry’nin dediği gibi “Gençliğiniz gidince güzelliğiniz de gidecek, o zaman birden göreceksiniz ki kazanabileceğiniz zafer kalmamış. Ya da adi birtakım zaferlerle yetinmek zorunda kalacaksınız ki, geçmişin anıları bu zaferleri yenilgiden de acı kılacak sizin için.”

Ruhunu geliştirecek olan yaşamın bedenini çirkinleştirmesine izin vermek istemeyen, güzelliği ebediyen kalacak olan her şeyi kıskanan ve sonsuza kadar genç ve güzel kalmanın cazibesine kapılan Dorian, kitabın sonunda ruhunun kirlenmesine daha fazla dayanamayıp portreyi ve kendini yok ettiğinde ben de bu düşüncenin çok da çekici olmayabileceğini düşündüm.

Ressam Basil’in elinden, dostu Dorian’ı alan ve düşünceleriyle zehirleyip onun sonunu getiren Lord Henry aslında sevilmeyi hak etmiyor gibi görünse de; dile getirdikleri o kadar gerçek ve çekici ki, hayatımın sonuna kadar, neden yaşlanıp çirkinleşmek zorunda olduğumu sorgulayacak, dünyada en şanslıların aptallar ve çirkinler olduğuna isyan edecek ve Lord Henry’i seveceğim. Çünkü o benim “işlemeyi göze alamadığım tüm günahları” simgeleyecek.