10 Kasım, 2012


Huzur
Ahmet Hamdi Tanpınar 
Dergah Yayınları 


20. Yüzyıl’ın ilk on yıllarında yaşanan yıkımın ve dirimin izlerini taşıyan bu romanda, bireysel ve toplumsal ızdırapları, insan iradesine duyulan inanç ve inançsızlığı da görüyoruz, kendimize mahsus bir hayat tahayyül edebilmenin heyecanını da. Tanpınar, 1930’lu yılların İstanbul’unda bireylerin umutsuzluklarını ve iç mücadelelerini, “bize ait” olarak nitelendirdiği büyük bir alemin bütünlüğü içerisinde ve arka planında dönemin siyasal ve ekonomik şartlarını da tartışarak anlatıyor. Türk tarihi üzerine doktorasını tamamlamış, başarılı bir gencin, Mümtaz’ın, güzelliğini eski devirlerin hatırası gibi gördüğü Nuran’a olan aşkını anlattığı romanda Tanpınar, bir yandan Türkiye’deki modernleşme çabalarına eleştirel yaklaşımlar getiriyor, bir yandan da İstanbul’un gündelik hayatına ilişkin detaylar sunuyor. Ölümün ve hayatın, aşkın ve ızdırabın “bize ait” birlikteliği üzerinden inşa ettiği anlatı örgüsüyle ise, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yapılan medeniyet ve kültür buhranı tartışmalarına cevap veriyor.  

Tanpınar, kahramanlarının iç dünyalarını en küçük detayına kadar kurguladığı gibi, İstanbul’u da sokak sokak tasvir eder; kimi zaman Nuruosmaniye’de harab bir sokağa bakarken, tekerlekli tahta üzerinde ellerine geçirdiği takunyalarla yürüyen bir dilenciyi ya da Sultanhamam’ında boynu ve göğsü taşıdığı yükün altında ezilmiş bir hamalı görürüz, kimi zaman da Beyazıt’ta sahaflar çarşısında el yazması eski bir mecmuayı okurken Mümtaz’ı… Ama daha çok huzurun mekanı olarak anlattığı, “bir medeniyeti kendine ait bir macera gibi yaşamış bir yer” dediği Boğaz’ın resmini yapar gibidir kelimelerle. Nuran’la yaptıkları sandal sefalarını, vapur düdüklerinin tepeden tepeye aksedişlerini, geceleri Boğaz’ın ışık huzmeleriyle renklenişini anlatır uzun uzun. Bu resmi tamamlayacak en önemli unsur ise eski musikidir. Tanpınar, Şark kültürünün aslı olarak görür musikiyi. Romanda ise eski musiki gecelerini ve kültürünü yaşatır ve bu aşk hikayesinin ana unsurlarından birisi olarak İstanbul’u bir musiki eşliğinde resmeder.

Bütün bu detaylarda Tanpınar’ın, edebiyatı, resim ve musiki gibi bir sanat dalı olarak iyi bir usta titizliğiyle işleme isteğini görürüz. Ve İstanbul’u, Mümtaz’ın Nuran’a olan aşkını anlatırken ya da siyasal, ekonomik, sosyal ve psikolojik tahliller yaparken kendine has sanat üslubunun bıraktığı tadı her daim duyumsarız.    

Özlem D.  


Kalbimi kıranın ne olduğunu kimse bilmedi.”*

Marjane Satrapi, İran asıllı çizgi roman yazarı. Sinema hayatına da, 2007 yılında, kendi hayat hikayesini konu alarak yazdığı çizgi roman kitabı Persepolis’i animasyon film uyarlaması yaparak giriyor. 2011 yapımlı yine kendi yazdığı bir çizgi roman kitabından uyarlanan Azrail’i Beklerken’i ise Vincent Paronnaud’la birlikte çekiyor. Filmde yer yer animasyon tekniği kullanılıyor ve çoğunlukla masalsı öğelere başvuruluyor hikaye anlatılırken. Azrail’i Beklerken, kısa bir animasyonla başlayan fakat konusu ve mekanı gerçek öğeler kullanılarak anlatılan, izlerken masalsı bir tat bırakan bir film. Ve şunu da belirtmek gerekir ki Satrapi, bilinmezliğin gölgesinde kalan, sadece mistik öğeleri barındıran bir İran filmi sunmuyor. Aksine, 1958 yılında Tahran’ın en gözde keman virtiözünün “sıradışı” hikayesini anlatarak daha ilk baştan bilinenden farklı bir modern kent hikayesi anlatacağını belirtiyor gibi.  

Aslında Satrapi, asırlardır anlatılagelen Ferhat ile Şirin ya da Leyla ile Mecnun hikayelerindeki gibi efsanevi bir aşkı kendi üslubuyla yorumluyor. Sonunda ancak ölümün ayırabildiği ama kendisi hep ölümsüz ve dünyevi her şeyden bağımsız olan bu aşkın günümüz dünyasında farklı bir çekiciliği olduğunu belirtmek gerekir. Buna ek olarak Satrapi’nin, bu modern ve mistik aşk hikayesini anlatmak için 1958 yılı Tahran’ını seçmesi ve anlatırken farklı bir zaman algısı kullanarak masalsı aşkın gizemini koruması filmin konuyu işleyiş açısından etkileyici yanlarından birisi. Yani filmin sonlarına doğru gizemi çözülmeye başlayan ve Nasser Ali Khan’ı sebebi anlaşılamayan ölüm kararına sürükleyen bu yabancısı olmadığımız büyük aşk hikayesi.

Filmin dilinin Fransızca olması bu masalsı büyüyü gölgeliyor elbette fakat oyuncu seçimleri ve kurgu konusunda çok başarılı olduğunu söylemek gerekir. Ayrıca, karakterlerin hikayeleri detaylandırıldıkça İran’ın siyasetine ve modern aile ilişkilerine dair de filmin eleştirel bir gündemi olduğunu görüyoruz. Satrapi, tanıdık bir hikayeyi biçimsel açıdan yalın fakat içeriği derin bir şekilde anlatıyor.

*Filmin afiş cümlesi

Özlem D.


17 Ekim, 2012

Peyami Safa, Fatih-Harbiye
Ötüken Yayınları

Türkiye’de batılılaşma, ya da batıcılık ideolojisi dendiğinde en sevdiğim ve en ilginç bulduğum kişi, eksantrik düşünce adamı Dr. Abdullah Cevdet’tir. Kültüre, dine, kadına, işçi haklarına bakış açısı yaşadığı dönem Osmanlı-Türk toplumunun genelinden epey farklı olan Abdullah Cevdet 1932’de ölmüş, farklı düşünceleri sebebiyle halkın tepkisini çok çekmiş olduğundan, cemaat kendisinin cenaze namazını kılmak istememiş, ancak bir kişinin araya girmesiyle, cenazesi geleneklere uygun bir biçimde kaldırılmıştır. Abdullah Cevdet bugün çok az kişi tarafından bilinmektedir, ama kendisinin cenaze namazı için cemaatten ricada bulunan kişiyi hepimiz tanıyoruz: Peyami Safa.

Söze bu küçük tarihsel anekdotla başlamak istememin sebebi, Peyami Safa’nın da Türkiye’nin batılılaşma serüvenini eserlerinde problematize etmiş olmasıdır. Bu eserlerin en önemlilerinden bir tanesi de kuşkusuz 1931 yılında yayınlanan Fatih-Harbiye’dir. Bugün Türkiye tarihine ilişkin yapılan tartışmaların niteliği göz önünde bulundurulduğunda, bu romanın boyut değiştirse de, öz olarak hala güncelliğini koruduğunu söylemek sanırım çok da asılsız olmayacaktır.


Eser ana karakter Neriman’ın iki farklı dünya arasındaki gelgitleri üzerinden kurgulanmış, aslında Doğu ve Batı kültürü karşılaştırması yapan, Türk insanının içinde bulunduğu düşünülen kimlik karmaşasının küçük bir çözümlenmesinden oluşmaktadır. Kitaba ismini veren Fatih alaturka yaşam biçimini simgelerken, Harbiye ise anlaşılacağı üzere alafrangalığı temsil etmektedir. Neriman, Fatih’te oturan, alaturka bir biçimde yetiştirilmiş, ancak alafranga olmaya çalışan genç bir kızdır. Fatih onun için eskiyi, köhneliği ve çirkini temsil ederken, Harbiye güzelliği, yeniliği ve canlılığı temsil etmektedir. Romanın olay örgüsünde Neriman, Fatih’teki sevgilisi Şinasi’den uzaklaşır, Harbiye’li Macit ile bir gönül bağı kurar. Neriman her ne kadar istediği yaşam tarzını simgeliyor diye Macit’le yakınlaşmaya çalışsa da, dinlediği bir hikâyeden (ki bu hikaye zengin adamı seçip ömür boyu mutsuzluğa mahkum olan bir Rus kızından bahsetmektedir) etkilenir ve sonuçta Şinasi’yi seçer. Böylece, aslında Fatih kazanmış olur.
Bilindiği gibi romanın yazılmış olduğu yıllar, Türkiye’nin modernleşme sürecindeki en hızlı dönemidir. Bu bağlamda, Safa, Fatih ve Harbiye ikiliğini yaratarak, bu modernite sürecinin deyim yerindeyse iyi ve kötülerini okuyucuya yansıtmaktadır. Aslında bu tutum, akademik ve siyasi arenayı bir tarafa bırakırsak, sanatın her dalında sık sık kullanılmış, Türkiye’deki klasikleşmiş muhafazakâr tutumun bugün hala başvurduğu bir yöntemi ortaya koyuyor. 1931’de Fatih-Harbiye adlı eserinde Peyami Safa Neriman’ın “medeni yaşama” isteğinin serüvenini bence okuyucuda bir tiksinti uyandıracak şekilde yazmış ve zaten sonuçta da Fatih’i muzaffer eylemişken, aynı düşünce akımı yaklaşık 200 sene kadar “batının teknolojisini alıp, kültürünü almamak” mottosunu tartışmış, bu söylemin bir sonucu olan kimlik bunalımı da nice sanat eserini süslemiştir. Şimdi eğer bu yazıyı okuyan biri, tek derdi iki farklı adamı seçmek ve biraz da balolara katılmak olan Neriman’ın arkasından bu kadar lakırdı etmeye gerek var mıydı diye sorarsa, haklı bir sorudur diyebilirim. Ancak, sebebini de, 1800’lerde başlamış olan tarihsel bir süreci ikilikler kurarak ya da teknolojinin kopyasına indirgeyip, kültürüne sonuna kadar karşı çıkarak resmetme durumunu ikiyüzlü ve çelişkili bir tutum olarak görmem şeklinde açıklayabilirim. Kültür nedir? Değişmez midir?  Zıtlıklar aslında o kadar zıt mıdır? Fatih’teki evlerde sadece yer minderinde mi oturulur? Yoksa Harbiye’de hiç ud çalan yok mudur? Teknolojiyi üreten de bir kültür değil midir? Ve üretilen/kopyalanan teknoloji yaşam biçimini de değiştirmez mi? Elbette bu soruların cevabı kişiye göre değişecektir, ama bu zıtlıklar üzerinden Türk kimliğini ve Türkiye’yi anlama ve anlatma telaşının değişeceğini sanmıyorum.

Son olarak şunu söylemek istiyorum, Fatih-Harbiye Neriman’ın buhranını buram buram bir zıtlıklar silsilesi şeklinde anlatıp, olağanlaşsa da, kendisini benzerlerinden ayıran tarafı, başarılı bir biçimde kullanılan dilidir ve en azından bu bakımdan övgüyü hak etmektedir.


Ve not: Hala güncel olan bir tartışma konusunda fikir beyan ettiğim için, bu fikirlerin sadece bana ait olduğunu, diğer blog yazarı arkadaşlarımın belki de bana hiç katılmayacağını burada belirtme ihtiyacı hissettim.

30 Eylül, 2012

 
 
"Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?.."
....
"Hayatın bundan ibaret olduğunu zannettiren bilgisizliğimin yerini şimdi, dünyada başka türlü de yaşanabileceğini bir kere öğrenmiş olmanın azabı tutuyordu."
....
"Sadece müteessirdim. 'Bunun böyle olmaması lazımdı.' diyordum."
...
"Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu."

Bu defa riskli bir işe kalkışıyor gibi hissediyorum kendimi; çünkü benim için kutsal niteliktedir "Kürk Mantolu Madonna". Biliyorum, ne yazarsam yazayım eksik olacak ve haksızlık etmiş olacağım kitaba. Ama yine de yazmayı seçtim.

"En tahammül edemeyeceğim şey merhamettir..."

Bu kitabın çok özel olması ve içinde kendimden çok şey bulmam için birçok nedenim var. Öncelikle “Sen Allah’ın bana vermeyi unuttuğu kardeşimsin bence.” yazılı bir notla hediye edilmişti bana. Ve her okuduğumda (kaybolduğumda, bunaldığımda, ürktüğümde, saklandığımda) tekrar tekrar anladım ki, ben aslında hem Raif’tim hem Kürk Mantolu Madonna. Hem onlarınki kadar büyük bir sevgiye özeniyordum ve böyle bir sevgiyi bekliyordum hem de artık bazı şeyler kolay olsun, herkesinki gibi olsun istiyordum. Tabii ki sadece bu değil; içimde hep hissettiğim ama kelimelerle şekil alamamış birçok cümle vardı bu kitapta, yaşadığımız dünyaya ve o dünyanın insanlarına dair... Sadece bir aşk kitabı değildi bu, hayatımın cümlelerinin yazılı olduğu, okurken kendime sürekli “yalnız değilim işte” dedirten bir kitaptı.

Gerçekten anlayabilen, gerçekten düşünebilen, gerçekten hissedebilen ve ‘basit insanlarda olduğu gibi, kederden sevince, heyecandan sükûnete kolayca geçemeyen’ derinlikli kişilerin anlayabileceği bir kitap olarak görüyorum Kürk Mantolu Madonna’yı. ‘Her şeyin her şeyi olduğu gibi kabul ettiği’ bir dünyada Nietzsche’nin tabiriyle “sığ zihinli olan” bir kişi okuyunca bir aşk romanı olarak yorumlayabilir ki bu da kitaba yapılacak en büyük hakaretlerden biridir.
İnsanın tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek de çabuk alışıp katlanabileceğini söylüyor Raif, bunun böyle olmaması lazımdı, diyor ama ekliyor: “Demek böyle olması icap ediyormuş.” Kaderci düşünmenin bazen insanı rahatlattığına, hatta delirmenin eşiğinden döndürdüğüne inanan ben, Raif’in bu cümlesiyle rahatlıyorum. Biz bilmesek de her şeyin bir nedeni  varmış ya hani... Ama yine aynı Raif, oldukça gerçekçi bir bakış açısıyla hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını da söylüyor. Geç tanıştığımız, ama varlığını sevip hayatımızın merkezine aldığımız; bizim için artık var ve vazgeçilemez olan; bu yüzden de sonsuza kadar var olacağını sandığımız  şeylerin bir sonu olabileceğini hatırlatıyor. Sebepsizce gelen iç sıkıntısının geldiği gibi yine sebepsizce gideceğine inanan ben, içeriği farklı ve iç sıkıntısına görece çok ağır olsa da, Raif’in “Bir imkân, mevcudiyetine ihtimal bile vermeye cesaret edemediğim bir imkân, boş ve manasız akıp giden ömrümün yanına kadar sokulmuş ve sonra, birdenbire, geldiği kadar ani ve sebepsiz, çekilip gitmişti.” cümlesini çok iyi anlayabiliyordum. Boş ve manasız akıp giden bir ömrün yanına kadar sokulan imkânın yarattığı umut hala ayaktayken, o imkân çekip gidince geriye kalanlarla devam edebilmek için nasıl bir mücadele gerektiğini görüyordum Raif'in cümlelerinde. Özendiğim aşkı o kadar güzel anlatıyordu ki “Bir insanın bir diğer insanı, hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün olabiliyordu? Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi?” diye sorarken.

Kürk Mantolu Madonna’nın mevcudiyetiydi o… 'Boğulacak kadar yalnız, hasta bir köpek kadar yalnız, erkeklerin küstahça gururlarından tiksinen, hiçbir şeyi kendini erkeklere beğendirmek için öğrenmemiş olan' Maria’nın mevcudiyeti… Maria kendisinin, benim kendim için hep söylediğim gibi, ‘dünyadan ziyade kendi kafasının içinde yaşadığını’ söylüyordu. Ve aslolanın yalnızlık olduğunu… Ona göre insanlar ‘sadece belirli bir seviyeye kadar birbirlerine sokulabilirler ve gerisini uydururlar. Kürk Mantolu Madonna’ya göre “Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka”ydı ve aşk, işte bu istemekti. Aşkın büyüklüğü daha iyi nasıl anlatılabilirdi ki? Birine “Seni seviyorum… Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum.” demenin anlamını kaç kişi biliyordur ki? Diyorum ya, okuduklarım o kadar 'ben' ki, hem Raif hem Maria yukarıda bahsettiğim "yalnız değilim işte"leri söyletiyordu bana.


Raif’le Maria ilişkisinin, Raif’in “Ve bir gün her şey bitti.” cümlesinde anlattığı gibi basit ve net bir şekilde bitişi, hiç bitmeyecek sanılan, var zannedilen şeylerin bir anda yok olması ve bilinmeyen, sonradan öğrenilen, ağlatan gerçekler… Her sıkıldığımda, ruhum her bunaldığında elime aldığım "Kürk Mantolu Madonna"m ve onun hayatı sorgulatan soruları…Bitirirken ben de soruyorum: “Ben neyim? Ruhum, bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyor?”


26 Eylül, 2012

Beğenmeyen Okumasın ekibi, Zorba ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nden sonra Nietzsche Ağladığında buluşmasını gerçekleştirdi! Kitapla ilgili çok farklı yorumlar yapsak da, sanırım ortak paydamız şuydu: 19. yüzyılda Viyana güzel bir yerdi!

Not 1: Grubun bir diğer üyesi Aysun Kıran Londra'ya doktora yapmaya gittiğinden, toplantılarımıza katılamayacak. Ancak umuyorum ki, yazılarına devam edecek. Başarılar diliyoruz. 

Not 2: Bu fotoğrafın çekildiği yer, pilavdan karınca çıkınca "karınca yürüyen bir hayvandır" diyerek geçiştiren, çay istediğimizde "bu saat oldu demleyemeyiz" diyen Klemuri'dir.

Not 3: Gözde'nin elindeki Kindle'dır. 




 Bir Adım - Bir Nefes- Bir İş

 Size bahsetmek istediğim kitap, aslında bir çocuk kitabı olarak geçen ama bana sorarsanız hepimiz için yazılmış olan Momo. Momo'nun yazarı Dilek Şurubu ve Bitmeyecek Öykü'nün de sahibi olan Michael Ende. Kabalcı Yayınları tarafından basılmış ve Leman Çalışkan tarafından Türkçe'ye çevrilmiş.

Kitap neresi ya da ne zaman olduğu bilmediğimiz ama günümüze çok yakın bir zamanda ve çok tanıdık yerlerde geçmektedir. Roman - ya da masal nasıl adlandırmak isterseniz-  Momo adlı küçük bir kızın, Zaman Hırsızı - Duman Adamlar'a karşı verdiği mücadeleyi anlatır. Asıl mesele zamanı tasarruf etmektir ama buradaki zaman tasarrufu öyle sandığımız gibi naif bir kıymet verme değildir.

Momo küçük bir kızdır ama herkeste olmayan çok değerli bir yeteneğe sahiptir. O, dinlemeyi biliyordur. Hem de öyle iyi bir dinleyicidir ki, insanlar onunla konuşurken sorunlarına çözümler bulur, yeni fikirler geliştirir ve rahatlarlar. Hatta Momo'nun yaşadığı yerde  bununla ilgili sorunu olan ya da canı sıkılan insanlara söylenen bir de deyim ortaya çıkmıştır, "Git bir Momo'ya uğra".

Duman Adamlar ise, insanlara gelerek "zamanlarını hiç de iyi kullanmadıklarını", "çok zaman kaybettiklerini", "zamanı biriktirerek sermayelerini arttırabileceklerini" söyleyerek kandırırlar. Ve bunu gerçekleştirmek içinse; "biraz daha hızlı çalışıp gereksiz şeylerin bırakılması, bir müşteri için yarım saat yerine on beş dakika ayrılması, zaman alan sohbetlere dalınmaması, hele değerli zamanı öyle şarkı söylemek, okumak ve sözde dostlarla konuşmak gibi şeylerle ziyan edilmemesi gerektiğini" öğütlerler. İnsanlar bu öğütleri içselleştirir ama asla Duman Adamları hatırlamazlar zaten işin püf noktalarından biri de budur, Zaman Hırsızlarının fark edilmemesi!    Bu durumun tek istisnası ise Momo'dur. Momo Duman Adamları hatırlamakta ve sevdiklerini onlara karşı korumaya çalışmaktadır. Bu da Momo'yu Zaman Hırsızları'nın baş düşmanı haline getirir.

Kitabın aslında ne demek istediğini uzun uzadıya anlatmaya gerek olduğunu düşünmüyorum çünkü derdini çok güzel ve net ifade ediyor. Öyle uzun cümlelerle dolu, şatafatlı bir dili yok; gayet yalın ve akıcı bu açıdan da kitap "zamanınızı çalmıyor" hızlıca akıp gidiyor.

Bana sorarsanız zamanın yetmediğinden şikayet edip duruyorsanız, mutsuz ve asık bir suratla tüm gün etrafta dolaşıyorsanız Momo'yu okumalısınız.




25 Eylül, 2012

Şahane Hatalar, Heather McElhatton,
April Yayıncılık

Bu yaz birkaç günlüğüne yanıma herhangi bir eşya ya da kitap almadan kuzenimin yazlık evine gittiğimde, evde bulunan kitaplardan biriydi "Şahane Hatalar." Normalde çok satan kitaplardan okumak pek tarzım değildir ama bulunduğum her yerde bulduğum kitap/gazete/dergiyi okuma huyundan muzdarip olduğum için, bu kitaba da bir göz atayım dedim. Eskiden yazlıklarda çok eskiden kalma, ciltli, sayfaları küflenmiş Jules Verne ya da John Steinbeck  kitapları bulunur ve bunlar genellikle 10-15 sene önce oraya götürülmüş ve orada unutulmuş kitaplar olurdu, bu bakımdan yazlıkta best-seller okumak benim için oldukça yeni bir kavram. (Şu an düşünüyorum da, gerçekten 1990'lar çocuğu olmak kolay atlatılacak bir şey değil!)


Tabii ki öncelikle kitabın ön ve arka kapağında yazılanları okudum. Arka kapakta, Newsweek "Başroldesiniz, hakkını verin!" diye buyururken, NY Times "Raydan Çıkmaya Hazır mısınız?" diyerek bir maceranın başlangıcını müjdeliyordu. Tüm bunlar aslında şunu anlatmaya çalışıyor: Şahane Hatalar'da kitaba başlıyorsunuz, her bölümde size hayatınızın nasıl devam edeceğiyle ilgili iki seçenek sunuluyor, seçtiğiniz yola göre, kitaba farklı bölümlerden devam ediyorsunuz. Aslında eğlenceli, ama kesinlikle zekice değil. Böyle bir kurguyla güzelce yazılmış bir kitap gerçekten de insanı keyifli bir yolculuğa çıkarabilirdi. Ancak, sanırım ki, yazarın kurgusuna çok güvenerek, kitabın geriye kalan kısmıyla hiç ilgilenmemesi, Şahane Hatalar kitabını vasatın vasatı haline getirmiş. Bu bağlamda demek istediğim, bu kitaba ayıracağınız dakikalarda spor yapın, daha faydalı!

Seçimleriniz sonucunda ulaştığınız finali beğenmiyorsanız baştan başlayabileceğiniz bu kitabın benim için hazırladığı sonu da burada paylaşmak istiyorum. Lisans sonrası akademik kariyeri seçerek (çok yaratıcıyım!) bilim insanı olmaya karar verdim, sonrasında işim ve sevgilim arasında kaldım, işimi seçtim. Bilim insanı kişiliğimle, her türlü ünvandan vazgeçerek insani yardım işleri için Afrika'ya gittim, oradaki bir patlama sonucunda da hayatımı kaybettim. Kısa ve öz bir yaşamım oldu. Bu sonu beğenerek, kitaba yeniden başlamadım, çünkü kitabı benden önce okuyan iki kişiden biri uyuşturucu bağımlısı, bir diğeri de hayat kadını olmuştu... Afrika'da insani yardım işlerinde çalışırken ölmek bana biraz daha anlamlı geldi!

Kısaca, henüz mutlu bir sona kavuşan yok, ama ille de okuyacağım diyorsanız, tabii ki seçim sizin. 

25 Ağustos, 2012


Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları, 
İthaki Yayınları, 20. basım, 2005


Bugün biraz kütüphanenin önünde durmak biraz da düşünmek suretiyle “acaba Türk edebiyatında en çok hangi yazarların kitaplarını okudum” diye küçük çapta bir beyin fırtınası yaparken, gözlerim yan yana duran iki kitaba takıldı: Kemal Tahir’den Esir Şehrin İnsanları ile Yakup Kadri’den Sodom ve Gomore. Konu bakımından birbirinden çok uzakta olmayan bu iki kitaba bakarken, en çok okuduğum iki yazarın da kendileri olduğunu fark ettim. (Evet, biraz arkaik bir yapım olabilir, kabul!)  İki eser de, çok farklı iki üslupla yazılmış olsalar dahi ele aldıkları dönem bazında epeyce kesişmektedir ve büyük farklılıklara rağmen aslında ikisinin de üstüne basa basa anlatmaya çalıştığı bazı noktalar temelde aynıdır. Ancak bu yazıda, Yakup Kadri’yi bir başka sefere öteleyerek, Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları kitabından bahsetmek istiyorum.

İlk kez 1956’da okuyucuyla buluşan Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı ile birlikte“Esir Şehir Üçlemesi”ni oluşturuyor. Üçlemenin içinde en severek okuduğum bu kitap, temelde romanın ana karakteri Kamil Bey’in çevresinde gelişen olaylar üzerinden özellikle mütareke dönemi İstanbul’unu, şehrin aydınlarını, basınını ve üst sınıfının durumunu anlatır. Mütareke döneminde İstanbul deyince, hep aklımıza işgal güçleriyle iş birliği yapan, Anadolu hareketini küçümseyen, memleket işgal altındayken, balolar tertip eden bir üst sınıf aydın zümresi akla gelir. Yukarıda bahsettiğim Sodom ve Gomore bunun tipik bir örneğidir. Esir Şehrin İnsanları’nda ise Kamil Bey’in eşinin ailesi çerçevesinde benzer bir zihniyet görmek mümkünken, asıl vurgu Kamil Bey’in de dâhil olduğu bir grup Osmanlı aydınının direnişe olan katkısındadır. Kamil Bey, kendisine başka fırsatlar, yani kısaca daha rahat bir yol sunulmuşken, kendisine “doğru” görünen yolu seçer, idealist davranır, direnişe katılır ve hapsi boylar. Kısaca, mütareke İstanbul’unda, tehlikeli olduğunu bilseler dahi, yollarından dönmemiş bir aydın zümresi, Anadolu hareketi için bir şeyler yapmaya çalışır. Ve bu olaylar zinciri Kemal Tahir’in akıcı ve yalın dilinden anlatıldığında kesinlikle okunmaya değer bir hale bürünür.

Kamil Bey’in başına gelenlerden hareketle yazıyı yazarken aklıma gelen soruyu paylaşmak istiyorum: Acaba bize “doğru” görünen yolda ilerlemenin, kolayı sevmemenin, zor olanı seçmenin her zaman ağır bir bedeli var mıdır? Belki her yerde değil, ama Kamil Bey’in topraklarında kesinlikle öyle... Kamil Bey’in topraklarında ne kadar idealist davranırsanız, o kadar hor görülür, o kadar baskı görür ve o kadar da yalnızlaşırsınız. Burada sadece kitabın aktarmaya çalıştığı gibi büyük bir meselede ortaya konan bir idealizmden bahsetmiyorum. Aksine, aile, aşk, arkadaşlık, iş ilişkilerine kadar sirayet etmiş bir anti-idealizmden, aynılaşmadan, “normal” denen ve ne olduğunu hala çözmeye çalıştığım ve sonunda kolay olan olduğuna kanaat getirdiğim olgular bütününden bahsediyorum. Her meselede ve her ortamda, idealizmin muhakkak bir bedeli de beraberinde getirdiği bu toplumda, bu kitabın beni aslında hedefi haricindeki bu düşüncelere itmesi de çok şaşırtıcı olmasa gerek. Ancak yine de, şu an yazdıklarımı çok karamsar gören ve kendi hayatının kitabı için, “bu eserin bir de diğer ciltleri var” diyerek, umudunu yitirmeyenler ve dik durmaya çalışanlar için Kamil Bey’in eşiyle konuştuğu bir bölümden alıntı yaparak noktalamak istiyorum:
“Nihayet, hepsini bir yana bırakarak cesaretin ne olduğunu bulmaya karar verdi. Sonunda şu inanca geldi: Cesur adam, o korkak adamcağızdır ki cesaret isteyen yerde, hele diğer insanların önünde korkuya yenilmez. Her şeyi sarsan korkuya rağmen dizlerini bükmemeyi, sesini kaybetmemeyi, ayakta kalmayı becerir. En garibi, bu kuvveti de ona karşısındakiler, yani kendisini korkutanlar verir. ‘Öyleyse, biz bir cesur adamız karıcığım’ dedi, ‘öyle de kalacağız!’” (s.426)

Meraklısına not: Eğer TRT'nin eskiden yapmış olduğu dönem dizilerinden hoşlanıyorsanız, Fikret Kuşkan, Emre Kınay, Başak Köklükaya gibi isimlerin rol aldığı 8 bölümlük Esir Şehrin İnsanları dizisini de seyredebilirsiniz.