19 Ocak, 2013


"Yaşamanın gerçekliği, derine inmekle değil, derinliklerin bizim elimizde olduğunu savunmakla güçlendirilir.”


Belki savaşın, belki ölümün, belki yaşlılığın, belki aşkın öyküsüydü Gül Mevsimidir, ama en çok da hatırlamanın ve unutmanın girift şekliydi bana kalırsa. Erdal Öz, Gül Mevsimidir ile ilgili sorular sorduğunda, Füruzan en açıklayıcı haliyle özetlenemez diye tabir ediyor hikâyesini. İşte tam da bu cevaptan ortaya çıkan sonuç benim “belki” ya da “bana kalırsa” sözlerim ve bu yazıda aslında kitabı özetlemeyecek olmam.

16 yaşında sevdiği farklı sınıftan genci Kurtuluş Savaşı’nda kaybeden hikâyenin başkahramanı Mesaadet’in yaşlı ve hasta bir kadın olarak düşündükleri bana- belki de çok alakalı olmayarak- şunu sordurttu: İnsan unutarak mı yaşar yoksa hatırlayarak mı? Savaş öncesi alt sınıftan bir adama âşıkken, savaş sonrası soylu ailesi tarafından yine eş sınıftan bir adamla evlendirilen Mesaadet’in, burjuva yaşantısına kendini adamış hali bana Nietzsche’nin Tarih Üzerine eserinde (On the Use and Abuse of History for Life) hatırlama eylemini, hafıza ve geçmişi nasıl ilerleme karşıtı gördüğünü anımsattı. Öyle ya, Mesaadet unutarak var olabilmişti, çünkü hayatta ilerleyebilmesinin tek olanağı buydu.

Peki ya hatırlamak? Geçmişe takılıp kalmak? Bu gerçekten de Nietzsche’nin dediği gibi insanı olduğu yere mıhlayan bir şey midir? Ve Mesaadet, neden 70 yaşına geldiğinde sadece ama sadece ölen sevgilisini anımsamaya vermiştir kendini? İlk aşkı olduğu için mi yoksa ilerlememek, olduğu yerde kalmak, yoksa ölmemek için mi? Vardığım nokta şudur o zaman: İnsan ilerlemek için unutur, yaşamak için hatırlar. Hafızasız birey- ya da hafızasız toplum-aslında yaşamıyordur…  Zaten ondan değil midir birey olarak sürekli aynı hataları tekrar etmemiz ya da toplumca sürekli aynı kısır döngünün içinde bulunmamız?

Gül Mevsimidir’i alıp mutlaka okuyun diyemeyeceğim; zira Mesaadet gibi kadınlar bana hep sıkıcı gelmiştir. Ancak, Beyoğlu’nda en yakın dostunuzu beklerken bir iki saatiniz varsa benim gibi, incecik bir öykü kitabına bakıp, hiç incelemeden, arka kapağını bile okumadan, o anda okumak için alın. Önemsiz bir aşk hikâyesi bazen, büyük düşüncelere gebe olabiliyor çünkü…


Füruzan- Gül Mevsimidir 
Yapı Kredi Yayınları 








28 Aralık, 2012



                             Bizim Büyük Çaresizliğimiz




                                                    
      “Başlayan ve biten şeyler Çetin, ölümlü olduğumu hissettiriyor bana. ölecekmiş gibi oluyorum.”

Hangi kitabı yazsam diye düşünüp dururken, düşünme kısmı görünmediğinden hep duruyormuşum hissi yarattığımı yeni fark ettim. O zaman yazmam lazım diye düşündüm ve kitabımı seçtim; "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" Barış Bıçakçı imzasıyla 2004 yılında İletişim yayınlarından çıkmış.

Bu kitap aslında bir roman değil, bir dostluk muhasebesi. Okurken kendi dostluklarınızı da karşınıza alıp hizaya çekebileceğiniz bir kitap. Ne anlattığı önemli  nereye varmaya çalıştığı değil. Neredeyse çocukluk sayılabilecek yaşlarından beri birlikte olan iki insan, dost, kardeş, sevgili... ne demek istersiniz bir gün gelip de aynı kadına aşık olursa ne olur? Aşk onların ilişkilerini bozar mı, bozabilir mi? Yoksa onlar aslında birbirlerine mi aşıklardır? Bu mudur asıl çaresizlik yoksa genç bir kadına duyulan aşkın daha da belirginleştirdiği "yaşlanmak" mıdır?

Cevaplar bulmak için okunacak bir kitap değil, sorular sormak isteyebilirsiniz ama kendinize.. Ben kitabın yazısına başlamadan önce 'dostum'u aradım, "biz hiç aynı adama aşık olduk mu?" demek için. Açmadı telefonu, iyi ki de açmadı aslında bu sorunun cevabını biliyordum ama kaçırdığım bir yer varsa o an öğrenmemem iyi oldu.

Kitabın detaylı verilecek bir özeti olmadığından kısaca anlatacağım şeyler bu kadar. Hayata, aşka, dostluklara ve zamanın karşı konulmaz bir hızla geçişine dair farkındalıkları olan bir roman bu. Bendeki en büyük etkisi ise yukarıda da dediğim gibi dostluklar üzerine oldu.  Kısacası okunası bir kitap, bir baş yapıt değil belki ama içinize yer ediyor.

Not 1: Uzaklardan bir yerden Turgut ile Selim'in hikayesine de benziyor, burada da bir 'tutunamayan' olma hali var aslında ama bu hal esas eksen olmadığından kıyaslama yapılmaması daha doğru olur bence.

Not 2: Düş(le)mek adlı kitabı okuyanlar varsa aranızda, bu romanda o kitabın hissi yakaladım. Çok alakasızlar ama bir yandan da okurken ilk gençlik yıllarımda okuduğum o kitabı düşünmeden edemedim. Belki de yaşlanmanın verdiği özlemle aklıma geldi belki de paylaşılan dostluklar nedeniyle.. Bilemiyorum.

 "Hareket etmezsen acı üzerinde birikir."

26 Aralık, 2012

"Yazış sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler. Bakalım okuduktan sonra size neler olacak." Hüseyin Rahmi

Gulyabani-Gönül Ticareti
Everest Yayınları

Konak hayatını Türk edebiyatında en iyi biçimde resmetmiş, okuyucularını sürekli bir biçimde güldürebilmiş, "kocakarı" literatürünün en başarılı hatta bana göre tek ismidir Hüseyin Rahmi Gürpınar. Efsuncu Baba ve Şıpsevdi gibi eserleri büyük bir kitle tarafından bilinse de sanırım Hüseyin Rahmi dediğimizde aklımıza ilk gelen eseri 1913 yılında ilk kez yayımlanan ve Türk edebiyatının ilk korku romanı olan Gulyabani'dir.

Roman yaşı altmışı geçkin Muhsine Hanımın, her zaman yaptığı gibi komşusuna gitmesi ve en ünlü hikayesini anlatmasıyla başlar... Hem yetim hem öksüz Muhsine gençken esrarengiz bir konağa hizmetçiliğe gönderilir. Ancak bu konak hakkındaki dedikodular alıp yürümüştür ki zaten Muhsine de eve yerleştiği ilk geceden itibaren olaylara tanık olmaya başlar. Ve bu andan itibaren de, cinlerin perilerin evi salladığı, kapıların kendi kendine kilitlendiği/açıldığı, odaların ortasından tüylü yaratıkların çıkıp kadınlara saldırdığı büyük bir serüven başlar. Bu serüven Hüseyin Rahmi tarafından o kadar esprili bir dille ve tekerlemelerle anlatılır ki, okuyucu gülmekten kendini alamaz. Ancak bu ögeler ana olayın sadece yan karakterleridir. Asıl hesaplaşma, arada sırada ortaya çıkan, cinler periler hiyerarşisinin en üstteki yaratığı, dev ve korkunç Gulyabani'dir. Gulyabani'nin ise asıl hedefi, bu olaylar yüzünden deliren evin hanımıdır.

"Roman bir gariplik toplamı olmakla beraber yirminci medeniyet yüzyılının zihinler için seçtiği akla uygun sınırlar içinde son bulacak" diyen Hüseyin Rahmi eserin önsözünde sondan çoktan bahsettiği için bitiş okuyucu için sürpriz olmaz. Zihinde kalan ise bu rasyonel bitişten ve bir anlamda da batıl inanç eleştirisinden öte, olay örgüsündeki komedi unsuru olur. 

Gulyabani'yi de, eserin sonunu da biz zaten biliyoruz, üstelik kitabı da okumamıştık diyenleri duyar gibi oluyorum. Ve bunu diyenlere Türk sinema tarihinin en iyi ekiplerinden birinin rol aldığı en başarılı yarı-uyarlamasından (biraz abartmış olabilirim!) bir bölüm paylaşmak istiyorum: 



10 Aralık, 2012

Beğenmeyen Okumasın ekibi, bu akşam Halide Edip Adıvar'ın Handan romanını tartışmak için toplandı.
Kindle'dan Retro'ya geçiş...



Ama tartışılan kitaptan ziyade,Yaprak Dökümü'nün, Aşk-ı Memnu'nun, Dudaktan Kalbe'nin dizi olduğu şu dönemde bu kitabın uyarlamasının kaç sezon prime time gösterilebileceği oldu. Hatta oyuncuları bile bulduk. Az sonra!

Öncelikle kitapla ilgili birer cümlelik düşünceler: 

Burcu: Ateşle barut yan yana durmaz...
Özlem: Gene okumadım...!
Gözde: Kadın devamlı ilgi odağı olmak istiyor, böyle bir dünya yok!
Merve: Erkek karakterlerin hepsi gerizekalı!
Hazal: Yapımcıları göreve davet ediyorum!


Kim hangi karakteri oynasın? 
Üç farklı Handan, favorimiz belli...
Bu sorunun üstünde de epey bir vakit geçirdik. Verimli bir çalışma olduğu kanaatindeyiz. Eğer olur da senaryo istenirse, en az 3 sezon izleyiciyi hezeyandan hezeyana sürükleyecek bir çalışma da yapabiliriz. Bunu da burada belirtmiş olalım. 
Yalnız başrol candır dediğimizden, bunu seyirciye sormak istiyoruz. Lütfen Handan karakteri için önerdiğimiz isimler arasından bir seçim yapınız! 

Neriman: Hazal Kaya ( Sebebiyle açıklayalım: Çünkü Neriman,Türk edebiyat tarihinin Nihal Ziyagil'den sonra gelen en sümsük karakteridir. Hazal Kaya'nın son ana kadar hiçbir şey anlamadan bu rolün de üstesinden geleceğine eminiz) 

Refik Cemal: Cansel Elçin (O ne yere bakan yürek yakandır o!)

Hüsnü Paşa: Emre Kınay (İyiyi de kötüyü de güzel oynar...)

Server: Kutsi (Panik yok, sadece mektup okuyacak...)

Nazım: Nejat İşler (İlk çeyrekte karakter öldüğü için, diziden ayrılarak istikrarlı bir gidişat sağlayacak...)

Cemal Paşa: Çetin Tekindor (Arada buğulu konuşmalar yapacak)

Ve ana karakterimiz Handan: 
a-Cansu Dere
b-Deniz Çakır
c-Nergis Öztürk
d-Ahu Türkpençe
e-Fahriye Evcen 

Merak etmeyin kim kazanırsa kazansın, geriye kalanlar Hüsnü Paşa'nın sevgilileri olarak boy gösterecektir. 

Gerçekten de eğlenmişiz, diğer buluşmamıza kadar esenkalın...







09 Aralık, 2012


‘İhsan Oktay Anar’a Giriş’ niteliğindedir Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri” benim için. Sevdiğim herkesin sevmesini istediğim bu yazarın ilk kitabı olmasa da kendisiyle tanışmak için en uygunu olduğunu düşünüyorum.

Gerçekle masal arasında, ölümle oyunlar oynayan Cezzar Dede ve Ölüm’ün karşılıklı hikâyeleri, bazen korkutarak, bazen güldürerek, alıp götürüyor bu kitapta. Ölüm, canını almaya gittiği Cezzar Dede’nin anlatacağı her bir hikâye için ona bir saat yaşama hakkı verecektir ve aslında Ölüm’ün aradığı kişi Uzun İhsan’dır.  Sürekli ellerinden kaçan Uzun İhsan’ı aramak için Selam Mahallesi’nden Firdevs Mahallesi’ne olan yolculukları boyunca birbirlerine anlattıkları hikâyelerde korkudan dine, dinden aşka, aşktan cennete ulaşırlar;  çünkü insan bilmediğinden korkar ve bilmediğini aramak için dine başvurur, aranan şeye kavuşamayınca aşk olacağı için, arayıştan aşka, aradığını bulunca da meşke, yani cennete ulaşır.

Bu hikâyelerde; ışıktan hazzetmeyen Kont’u, “vuda” isimli bir puta tapan “vudiz”leri, “Nur Ana’ya” ulaşanları, ”iffetini kaybetme tehlikesinin baş göstermesi, kör ve sağır bir erkek cinnet getirmedikçe nerdeyse imkânsız olan” kadınları, başarılı bir muhasebeci olduğu kadar kahraman da olması istenen ve bu yüzden normal kıyafetlerinin altına annesinin diktiği mavi kıyafet ile kırmızı pelerini giyen Gülerk Kent’i okurken hem gülümser hem de Anar’ın hayal gücüne hayranlık duyabiliriz.

Tüm hikâyeler bittiğinde, Ölüm yanında Cezzar Dede ile sonunda Uzun İhsan’ı oturduğu evde yakalar; ancak orada onu bekleyen şey, Ölüm’ün kız kardeşi olan Uyku’dur ve Uyku’nun oradan gitmeye hiç niyeti yoktur. Uzun İhsan’ı uyandırmak için çeşitli gürültüler yapan Ölüm, bahçedeki kurt köpeğinin saldırısına uğrar ve onu köpekten kurtarması için uyanan Uzun İhsan’dan yardım istemek zorunda kalır. Tahmin edeceğimiz üzere, Uzun İhsan Ölüm’den, bu yardım karşılığında yaşamak için biraz daha süre ister. Canını almaya gittiği bir fani karşısında aldığı bu yenilgi Ölüm’ü sarsar; ama canı alınacak bir kişi daha vardır, o da hikâyeleri biten Cezzar Dede’dir. Ancak dedelerinin Efrâsiyâb’ın hazinesini bulmaya gittiğini sanan torunları hiç hesapta olmayan bir şekilde onların yakasına yapışır. Ölüm, onlarla da bir oyun oynar ve eğer güneş batana kadar kendisini güldürmeyi başarırlarsa dedelerini götürmeyeceğini söyler. Çocuklar ne yaparlarsa yapsınlar Ölüm’ü güldüremezler ve sonunda oyunu kaybettiği için en küçük kız torunun gözünden bir damla yaş gelir. Bu yaş karşısında Ölüm’ün suratında bir şey çatırdar; bu, gülümsemesini engelleyen mühürdür; çünkü Ölüm o anda anlamıştır ki çocukluk cennetin ta kendisidir ve cennet de seyredilmeye değerdir.

Kitabı tekrar okuduğumda; yıpranan ve yıprandığı için asabileşen ruhumu biraz Ölüm karakteriyle bağdaştırdım ve dünyayı güzel gören ve belki de asıl çirkinin, dünyada çirkinliği görenler olduğunu savunan, dünyada tattığı en büyük lezzetin hayat değil, insanlık olduğunu ve birçok kişinin insan olmanın zevkini ve keyfini çıkarmaktansa hayatı sürdürmek ve korumak için çok büyük bir mutluluğu kaçırdığını düşünen Cezzar Dede ile oyun oynayan, yüzü mühürlü Ölüm gibi hissettim kendimi. Oysa Cezzar Dede, dünyaya bakınca gülümseyenlerdendi ve onun için kalbinde sevgi taşıyan, gülümseyen herkes cennete bakıyor demekti. Umarım bu tekrar okuyuş,  uzun zamandır yüzüme yapışan bu mührün kırılması için bir fırsat olur…

 

10 Kasım, 2012


Huzur
Ahmet Hamdi Tanpınar 
Dergah Yayınları 


20. Yüzyıl’ın ilk on yıllarında yaşanan yıkımın ve dirimin izlerini taşıyan bu romanda, bireysel ve toplumsal ızdırapları, insan iradesine duyulan inanç ve inançsızlığı da görüyoruz, kendimize mahsus bir hayat tahayyül edebilmenin heyecanını da. Tanpınar, 1930’lu yılların İstanbul’unda bireylerin umutsuzluklarını ve iç mücadelelerini, “bize ait” olarak nitelendirdiği büyük bir alemin bütünlüğü içerisinde ve arka planında dönemin siyasal ve ekonomik şartlarını da tartışarak anlatıyor. Türk tarihi üzerine doktorasını tamamlamış, başarılı bir gencin, Mümtaz’ın, güzelliğini eski devirlerin hatırası gibi gördüğü Nuran’a olan aşkını anlattığı romanda Tanpınar, bir yandan Türkiye’deki modernleşme çabalarına eleştirel yaklaşımlar getiriyor, bir yandan da İstanbul’un gündelik hayatına ilişkin detaylar sunuyor. Ölümün ve hayatın, aşkın ve ızdırabın “bize ait” birlikteliği üzerinden inşa ettiği anlatı örgüsüyle ise, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yapılan medeniyet ve kültür buhranı tartışmalarına cevap veriyor.  

Tanpınar, kahramanlarının iç dünyalarını en küçük detayına kadar kurguladığı gibi, İstanbul’u da sokak sokak tasvir eder; kimi zaman Nuruosmaniye’de harab bir sokağa bakarken, tekerlekli tahta üzerinde ellerine geçirdiği takunyalarla yürüyen bir dilenciyi ya da Sultanhamam’ında boynu ve göğsü taşıdığı yükün altında ezilmiş bir hamalı görürüz, kimi zaman da Beyazıt’ta sahaflar çarşısında el yazması eski bir mecmuayı okurken Mümtaz’ı… Ama daha çok huzurun mekanı olarak anlattığı, “bir medeniyeti kendine ait bir macera gibi yaşamış bir yer” dediği Boğaz’ın resmini yapar gibidir kelimelerle. Nuran’la yaptıkları sandal sefalarını, vapur düdüklerinin tepeden tepeye aksedişlerini, geceleri Boğaz’ın ışık huzmeleriyle renklenişini anlatır uzun uzun. Bu resmi tamamlayacak en önemli unsur ise eski musikidir. Tanpınar, Şark kültürünün aslı olarak görür musikiyi. Romanda ise eski musiki gecelerini ve kültürünü yaşatır ve bu aşk hikayesinin ana unsurlarından birisi olarak İstanbul’u bir musiki eşliğinde resmeder.

Bütün bu detaylarda Tanpınar’ın, edebiyatı, resim ve musiki gibi bir sanat dalı olarak iyi bir usta titizliğiyle işleme isteğini görürüz. Ve İstanbul’u, Mümtaz’ın Nuran’a olan aşkını anlatırken ya da siyasal, ekonomik, sosyal ve psikolojik tahliller yaparken kendine has sanat üslubunun bıraktığı tadı her daim duyumsarız.    

Özlem D.  


Kalbimi kıranın ne olduğunu kimse bilmedi.”*

Marjane Satrapi, İran asıllı çizgi roman yazarı. Sinema hayatına da, 2007 yılında, kendi hayat hikayesini konu alarak yazdığı çizgi roman kitabı Persepolis’i animasyon film uyarlaması yaparak giriyor. 2011 yapımlı yine kendi yazdığı bir çizgi roman kitabından uyarlanan Azrail’i Beklerken’i ise Vincent Paronnaud’la birlikte çekiyor. Filmde yer yer animasyon tekniği kullanılıyor ve çoğunlukla masalsı öğelere başvuruluyor hikaye anlatılırken. Azrail’i Beklerken, kısa bir animasyonla başlayan fakat konusu ve mekanı gerçek öğeler kullanılarak anlatılan, izlerken masalsı bir tat bırakan bir film. Ve şunu da belirtmek gerekir ki Satrapi, bilinmezliğin gölgesinde kalan, sadece mistik öğeleri barındıran bir İran filmi sunmuyor. Aksine, 1958 yılında Tahran’ın en gözde keman virtiözünün “sıradışı” hikayesini anlatarak daha ilk baştan bilinenden farklı bir modern kent hikayesi anlatacağını belirtiyor gibi.  

Aslında Satrapi, asırlardır anlatılagelen Ferhat ile Şirin ya da Leyla ile Mecnun hikayelerindeki gibi efsanevi bir aşkı kendi üslubuyla yorumluyor. Sonunda ancak ölümün ayırabildiği ama kendisi hep ölümsüz ve dünyevi her şeyden bağımsız olan bu aşkın günümüz dünyasında farklı bir çekiciliği olduğunu belirtmek gerekir. Buna ek olarak Satrapi’nin, bu modern ve mistik aşk hikayesini anlatmak için 1958 yılı Tahran’ını seçmesi ve anlatırken farklı bir zaman algısı kullanarak masalsı aşkın gizemini koruması filmin konuyu işleyiş açısından etkileyici yanlarından birisi. Yani filmin sonlarına doğru gizemi çözülmeye başlayan ve Nasser Ali Khan’ı sebebi anlaşılamayan ölüm kararına sürükleyen bu yabancısı olmadığımız büyük aşk hikayesi.

Filmin dilinin Fransızca olması bu masalsı büyüyü gölgeliyor elbette fakat oyuncu seçimleri ve kurgu konusunda çok başarılı olduğunu söylemek gerekir. Ayrıca, karakterlerin hikayeleri detaylandırıldıkça İran’ın siyasetine ve modern aile ilişkilerine dair de filmin eleştirel bir gündemi olduğunu görüyoruz. Satrapi, tanıdık bir hikayeyi biçimsel açıdan yalın fakat içeriği derin bir şekilde anlatıyor.

*Filmin afiş cümlesi

Özlem D.


17 Ekim, 2012

Peyami Safa, Fatih-Harbiye
Ötüken Yayınları

Türkiye’de batılılaşma, ya da batıcılık ideolojisi dendiğinde en sevdiğim ve en ilginç bulduğum kişi, eksantrik düşünce adamı Dr. Abdullah Cevdet’tir. Kültüre, dine, kadına, işçi haklarına bakış açısı yaşadığı dönem Osmanlı-Türk toplumunun genelinden epey farklı olan Abdullah Cevdet 1932’de ölmüş, farklı düşünceleri sebebiyle halkın tepkisini çok çekmiş olduğundan, cemaat kendisinin cenaze namazını kılmak istememiş, ancak bir kişinin araya girmesiyle, cenazesi geleneklere uygun bir biçimde kaldırılmıştır. Abdullah Cevdet bugün çok az kişi tarafından bilinmektedir, ama kendisinin cenaze namazı için cemaatten ricada bulunan kişiyi hepimiz tanıyoruz: Peyami Safa.

Söze bu küçük tarihsel anekdotla başlamak istememin sebebi, Peyami Safa’nın da Türkiye’nin batılılaşma serüvenini eserlerinde problematize etmiş olmasıdır. Bu eserlerin en önemlilerinden bir tanesi de kuşkusuz 1931 yılında yayınlanan Fatih-Harbiye’dir. Bugün Türkiye tarihine ilişkin yapılan tartışmaların niteliği göz önünde bulundurulduğunda, bu romanın boyut değiştirse de, öz olarak hala güncelliğini koruduğunu söylemek sanırım çok da asılsız olmayacaktır.


Eser ana karakter Neriman’ın iki farklı dünya arasındaki gelgitleri üzerinden kurgulanmış, aslında Doğu ve Batı kültürü karşılaştırması yapan, Türk insanının içinde bulunduğu düşünülen kimlik karmaşasının küçük bir çözümlenmesinden oluşmaktadır. Kitaba ismini veren Fatih alaturka yaşam biçimini simgelerken, Harbiye ise anlaşılacağı üzere alafrangalığı temsil etmektedir. Neriman, Fatih’te oturan, alaturka bir biçimde yetiştirilmiş, ancak alafranga olmaya çalışan genç bir kızdır. Fatih onun için eskiyi, köhneliği ve çirkini temsil ederken, Harbiye güzelliği, yeniliği ve canlılığı temsil etmektedir. Romanın olay örgüsünde Neriman, Fatih’teki sevgilisi Şinasi’den uzaklaşır, Harbiye’li Macit ile bir gönül bağı kurar. Neriman her ne kadar istediği yaşam tarzını simgeliyor diye Macit’le yakınlaşmaya çalışsa da, dinlediği bir hikâyeden (ki bu hikaye zengin adamı seçip ömür boyu mutsuzluğa mahkum olan bir Rus kızından bahsetmektedir) etkilenir ve sonuçta Şinasi’yi seçer. Böylece, aslında Fatih kazanmış olur.
Bilindiği gibi romanın yazılmış olduğu yıllar, Türkiye’nin modernleşme sürecindeki en hızlı dönemidir. Bu bağlamda, Safa, Fatih ve Harbiye ikiliğini yaratarak, bu modernite sürecinin deyim yerindeyse iyi ve kötülerini okuyucuya yansıtmaktadır. Aslında bu tutum, akademik ve siyasi arenayı bir tarafa bırakırsak, sanatın her dalında sık sık kullanılmış, Türkiye’deki klasikleşmiş muhafazakâr tutumun bugün hala başvurduğu bir yöntemi ortaya koyuyor. 1931’de Fatih-Harbiye adlı eserinde Peyami Safa Neriman’ın “medeni yaşama” isteğinin serüvenini bence okuyucuda bir tiksinti uyandıracak şekilde yazmış ve zaten sonuçta da Fatih’i muzaffer eylemişken, aynı düşünce akımı yaklaşık 200 sene kadar “batının teknolojisini alıp, kültürünü almamak” mottosunu tartışmış, bu söylemin bir sonucu olan kimlik bunalımı da nice sanat eserini süslemiştir. Şimdi eğer bu yazıyı okuyan biri, tek derdi iki farklı adamı seçmek ve biraz da balolara katılmak olan Neriman’ın arkasından bu kadar lakırdı etmeye gerek var mıydı diye sorarsa, haklı bir sorudur diyebilirim. Ancak, sebebini de, 1800’lerde başlamış olan tarihsel bir süreci ikilikler kurarak ya da teknolojinin kopyasına indirgeyip, kültürüne sonuna kadar karşı çıkarak resmetme durumunu ikiyüzlü ve çelişkili bir tutum olarak görmem şeklinde açıklayabilirim. Kültür nedir? Değişmez midir?  Zıtlıklar aslında o kadar zıt mıdır? Fatih’teki evlerde sadece yer minderinde mi oturulur? Yoksa Harbiye’de hiç ud çalan yok mudur? Teknolojiyi üreten de bir kültür değil midir? Ve üretilen/kopyalanan teknoloji yaşam biçimini de değiştirmez mi? Elbette bu soruların cevabı kişiye göre değişecektir, ama bu zıtlıklar üzerinden Türk kimliğini ve Türkiye’yi anlama ve anlatma telaşının değişeceğini sanmıyorum.

Son olarak şunu söylemek istiyorum, Fatih-Harbiye Neriman’ın buhranını buram buram bir zıtlıklar silsilesi şeklinde anlatıp, olağanlaşsa da, kendisini benzerlerinden ayıran tarafı, başarılı bir biçimde kullanılan dilidir ve en azından bu bakımdan övgüyü hak etmektedir.


Ve not: Hala güncel olan bir tartışma konusunda fikir beyan ettiğim için, bu fikirlerin sadece bana ait olduğunu, diğer blog yazarı arkadaşlarımın belki de bana hiç katılmayacağını burada belirtme ihtiyacı hissettim.